.

"Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur."Kemal ATATÜRK .
ELA'dan mektup etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ELA'dan mektup etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Mart 2009 Cuma

SÜPER LOTO BANA ÇIKABİLİR


Bir şeyi istemeyi bilmek gerekiyor. Ben çok ŞÜKÜR, (temiz kalple, içinde hiç bir kötülük düşünmeden Allah'tan bir şey istediğimde) istediği her şeye kavuşmuş bir insanım. Zaman zaman tam tersi olsa da, oturup istediğim şey hakkında biraz düşününce içinde bir olumsuzluk ararım. Nasıl istedim de olmadı? İçimden kötü bir şey mi geçirdim acaba? Ya da fazlasını mı istedim diye. Buymuş demek ki hayırlısı derim. Bazı sıkıntılarımı atlatacağımı önceden rüyalarımda gördüğüm de olmuştur. İşsizlikten çok bunaldığım ve sırf çalışmak için evimi, kocamı bir süreliğine geride bırakıp Ankara'ya geri dönme planları yaptığım günlerden bir günün gecesi rüyamda Ankara’yı yerle bir eden bir deprem görmüştüm. Hayatım boyunca unutamam o rüyayı. Arkamı dönüp baktığımda dalgalanan evler ve çalkalanan toprak... Uyandığımda tamam demiştim. Neyi nasıl istediğine dikkat et!!!Yine unuttun bir şeyleri. Böyle başına yıkarlar adamın işte o Ankara'yı. O düşünceden kurtulup içinde bulunduğum durumu kabullenip,” oturayım oturduğum yerde “dedikten sonra bir rüya daha.

Ben ve bir fok balığı. Saatlerce mavi sularda yüzdük. Benimle oyunlar oynadı. Tabii ki arkasından gelen, bulunduğum yerin en iyi iş imkânlarından birine kavuştum...
Kimseyi üzmeden, arkanda sevgilini bırakmadan yapabileceğin bir şey istesene kuzum: )
O zaman da düşünmüştüm doğru istemeyi bilmek gerekiyor diye. Doğru bildiğimiz ama yanlış istekler işte.
Eevettt… Dün süper loto yine devretmiş. Sabah öğrendik. Kuponumuzda çıkan her sayıdan var ama ayrı ayrı kolonlarda. Bir işe yaramaz ki. Şimdi ben nasıl istesem de bu ikramiye bize çıksa diye düşünüyorum:) Bir sonraki haftaya kadar da düşüneceğim. Yardım edeceğim, hayatını değiştireceğim insan sayısı çok fazla oradan ümitliyim mesela.:) Çevre geniş ve yoksul insanda çok. Valla billa kafayı da üşütmem. Sakin sakin yaparım yardımlarımı. Bir de oğlum var şimdi. Onun yüzü suyu hürmeti de girdi mi işin içine. Tamaammm:)
Bu ikramiye bize çıkar mı çıkar. İçimde hiç bir fenalık ya da kötü düşünce olmadan. Önce sağlıkla, bütün saflığımla, iyi niyetimle istiyorum o ikramiyeyi. Sizde isteklerinizi şimdiden bana bildirebilirsiniz. Çıkarsa söz size de yetişirim:)) Bir ara sağlığını yitirmiş ve hastanelerde sürünmüş biri olarak Allah’ımdan önce sağlık istiyorum tabii ki. Ama büyük ikramiyeyi de is-ti-yo-rum..:) Çok mu şey istiyorum yani Yooooo :)
İsteyenin bir yüzü, vermeyenin...:)
Yinede herkese önce sağlık diliyorum:))

Devamı Buradan ...>>

28 Şubat 2009 Cumartesi

EVİMİN KOKUSU


Evlerin kendine has kokuları vardır. Ya da ben öyle hissediyorum bilmiyorum. Kimilerinin evi temizlik kokar, kimilerinin nem, bazı evler alkol kokar, bazılarıysa hafif naftalinimsi. Dedelerimizin, anneannelerimizin evleriyse daha bir başka kokar. Herkese göre başka ama yaşlı evi kokusu...
Çoğu zaman birbirine benzer ya da yakındır bu kokular ve bende bu kokularla evleri özdeşleştiririm kafamda. İsteğim dışında gerçekleşir bu. Sadece evlerde değil her yerde koku avcısıyımdır huyum kurusun. : ) Yolda yürürken yanımdan geçen birinin kullandığı parfüm eğer tanıdıksa hemen tanık olunan o ana, eskiye dönerim. Anılara, yaşanılanlara giderim. Kimi yüzümü güldürür, kimi içimi acıtır....
Evlerin kokusu deyince de aklıma hemen en yakın arkadaşımın evindeki ağır koku gelir. Kızcağızın evine mecbur kalmadıkça gitmek istemezdim çünkü evleri en sevmediğim kokuların başında gelen -yanmış kibrit kokusu- gibi kokardı. Ne zaman gitme mecburiyetinde kalsam burnumdan değil ağzımdan nefes almayı tercih eder, bin türlü bahane uydurur bir an önce kendimi dışarı atmak için delirirdim. Burnu keskin olmak dedikleri şey bu mudur acaba? Eğer buysa kötü yanları da var işte böyle. Dolmuştan yeni indiğim bir sırada yanımdan geçiveren gencin ( o zaman gençti şimdi yaşlanmıştır tabii : )) peşinden koşturmuşluğum, parfümünün adını sormuşluğum bile vardır benim.: ) Ne yapayım koku uzun zamandır adını hatırlamaya çalıştığım kokunun ta kendisi. E koştum peşinden hiçte utanmadan sordum ama hiç kötü bir niyetim yoktu inanın. : )
Şimdi nerden çıktı bu koku konusu diyenlere açıklayayım;
Yaklaşık 2 aydır devam ettirdiğimiz ve bir türlü bitiremediğimiz, belki de bitirmek istemediğimiz kış tatilimizi geçen hafta başı nihayete erdirdik sonunda. Önce bilindik otobüs kokulu otobüsümüze bindik ve köyümüze doğru yola çıktık. Tabi ki çok özledik evimizi, özlenmez mi hiç? Sabahın altısında yorgun, uykusuz çaldığımız kapıyı çalan ben, açan annem...
Ve salona girer girmez burnuma gelen, içime dolan o koku, "evimizin kokusu". Demli çay mı desem, deterjan kokusu mu desem yoksa huzur kokusu mu? Evet evet HUZUR işte. Ela’nın evi nin kokusu yahu : )... İşte bu andır bu yazıyı yazmama ilham veren. Paylaşmak istedim sizlerle. Belki sizde duyduğunuz kokularla yolculuğa çıkarsınız diye.
Her ne kadar geldiğimiz yerdeki evimizde de kendi evimiz gibi rahat etsek te finalde yine o tanıdık cümle. "Evim evim güzel evimmmmm"...
Ela artık evinde haberiniz olsun. Artık burada. Zaman bulduğu her fırsatta okuyacak, okutturacak inşallah. Hepinizin evi huzur ve sevgi dolsun, misler gibi koksun dilerim.

Not: "Parfume" filmindeki psikopat adamcağızla eşleştirmeyiniz lütfen:) Ben daha o kadar delirmedimm. Hihi...

Devamı Buradan ...>>

4 Şubat 2009 Çarşamba

UMUDUM YARINLARDA: TATİLDEYİM


Selamınaleykümmmmm
Uzun zamandır yazamadım evet. Kendimle baş başa kalamadım. Kalabalıklar arasında bir türlü kafamı toparlayıp iki kelam diyemedim sizlere. Neden mi? Çok işim vardı çooook. Çalış çalış bir hal oldum, işlerim çok yoğunduuu diyemeyeceğim. : ) 1,5 aydır fittiri fittiri geziyorum da ondan diyeceğim şimdi çoğunuz kıskanacaksınız biliyorum. Ohhh işten güçten fırsat bulsak da biz de biraz gezebilsek diyeceksiniz. Darısı başınıza deyip ne zamandır hayalimizde olan kış tatilimizi kısacık size de anlatacağım. İşte anlatıyorum;.

Aralık ayını yarılamıştık ki, cennetten kopmuş ama kış aylarında inler ve cinlerle beraber yaşadığımız sıcak, güneşli, güzel ilçemiz Kaş’dan soğuk ve gri Ankara’ya doğru yola çıktık Maksat sevdiklerimizi ziyaretti. Biraz da değişiklik tabii.12 saat süren yorucu yolculuktan sonra kardeşcağızımın evine ulaştık. Kendimi eski Türk filmlerindeki Kezban gibi hissetmedim değil. Kezban Paris’de. Bir yılda gördüğüm insan sayısı kadar insanı bir anda görmek, sıkışık trafikte otobüste ayakta dikilmek, alışveriş telaşına girişmek unuttuğumuz şeylermiş meğer. Alışmak bir iki günümüzü aldı. Küçük oğlumuz biraz daha zorlandı ama. Lapa lapa yağan karla tanıştı, etrafı bembeyaz görünce afalladı haliyle. Bense gençliğimin geçtiği yerlerde dolaşmaktan, gelinlik giymiş ağaçları izlemekten, yeğenlerimle, kardeşimle zaman geçirmekten, dostlarımla özlediğim çay sohbetlerini yapmaktan çok memnundum. Ama en fazla 1 hafta dayanabildim. Sıkıldım Allahhhhh…
Hava ayaz mı ayaz ellerim ceplerimde eve tıkılıp kaldık. Dışarıya çıktığımız o gün soğuktan kırılmak üzere olan kulaklarım ve donan iç organlarım, ayaklarımda dahil güneşi özledik hep beraber…Öyle böyle bir ayı devirip taşı toprağı altın olmaktan çıkıp bronzlaşmış !!! İstanbul’a doğru yola koyulduk. Her yeri gezdik süper keyifliydi demek isterdim fakat hepimiz sırayla yatak döşek yattık, hastalandık. Nedenini bir türlü anlayamasak da yediklerimizi, içtiklerimizi İstanbul’un kanalizasyonlarına bıraktık gitti. Hiç değilse bir izimiz kalsın dedik, ayıp olmasın…
Uzun mu uzunnnnnn geri dönüş yolculuğumuz İzmir’eydi nihayet. Memleketimin gözünü seveyim. Hava güzel, denizi, gevrekleri, boyozu güzel : ) Bir haftayı aşkın süredir burada olmaktan, sevdiklerimi teker teker ziyaret etmekten, oğlumu vapura bindirmekten, güneşe çıkarmaktan son derece memnunum.
İşte 1,5 ay böyle geçti gitti. Çok kolay gibi görünebilir ama kardeşimin iki çocuğu ve bir bebekle hele hele Paris’de yazmak hiç kolay değildi inanın. Şimdi oğlumun uyumasından fırsat bulunca, evimize dönene kadar beni unutmayın, hatırlayın diye geçerken uğradım Hepinize kocaman sevgilerimi gönderiyorum. Yorgun ama mutlu Ela’dan sevgiler, saygılar…

Devamı Buradan ...>>

6 Aralık 2008 Cumartesi

KARAGÖZ GİTTİ, BAYRAM BİTTİ.


İnsanın kendi hikâyesini yazması gerçekten çok zormuş. Günlerdir neresinden başlasam, nasıl anlatsam, yaşadıklarımı nasıl yazarsam tam olarak anlatabilirim diye düşünüyorum. Konu aşk olunca takdir edersiniz ki kelimeler çok anlamsız kalıyor. Bu, belki 15. denemem ve çok çok uzun aşk hikâyemi sizlere anlatmayı biraz ertelemeye karar verdim. Sanırım derlemem biraz zaman alacak.
Onun yerine yaklaşan Kurban Bayramına istinaden, "Kurban Bayramı" denince aklıma ilk gelen anımı paylaşmak istedim.
Yine İzmir deydik ve yine ben çocuktum.:) Anneannemin tuvaleti bahçesinde, iki katlı, şirin mi şirin evindeydik. Onlara göre gurbette yaşamakta olduğumuzdan gittiğimiz her yere kalabalıklar götürüyorduk haliyle. Geldiğimizi duyan akrabalarımız, bütün sevdiklerimiz bir aradaydık yine...
O sabah yine büyük bir korkuyla tuvalete gitmek için, -tuvaleti bahçede olan evler beni hala korkutur- bahçeye adımımı atar atmaz karşımda hafiften büyük başa kaçan, gözlerinin etrafı panda misali karaya boyanmış, boynundan bahçedeki devasa dut ağacına bağlanmış, tatlılar tatlısı bir koyunla karşı karşıya kalmıştım. Onu görünce içimdeki derin hayvan sevgisiyle birazda ürkerek yanına yanaştım. Bir yandan da bu kadar büyük bir koyun olur mu diye düşünüyordum. Koç gibiydi maşallah:) Beni gördü ama önündeki yeşilliklere öyle bir dalmıştı ki dönüp bakmaya tenezzül bile etmedi. Hemen gidip kardeşimi uyandırdım.
"gel bak bahçede ne var"
Koşa koşa geldi meraklı Melahat. O her zaman benden daha cesurdu ve görür görmez üzerine atladı hayvancağızın. Sevdi, okşadı, hatta mıncıkladı. Bende ondan cesaret alıp biraz daha yaklaştım, tüylerine dokundum. Yumuşacıktı. Çok güzeldi... Şimdiye kadar gördüğüm en güzel, en sevimli koyundu...
O gün o güzel koça "Karagöz" adını koyduk. Sabahları korkarak çıktığım o bahçe benim için bir lunaparktan farksız hale gelmişti. Uyanır uyanmaz soluğu Karagözün yanında almaya, akşama kadar onunla oyunlar oynamaya doyamıyorduk. Hemen hemen 1 hafta kadar sürdü Karagözün bahçemizdeki saltanatı. Ona gizli gizli ne yemekler ne meyveler verdik. Yemekler arasında hiç bir seçim yapmaması kardeşim ve beni daha da şevklendiriyordu. Buzdolabında, masada ne bulursak çaktırmadan alıp, karagöze leziz öğünler hazırlıyorduk:) O sürede o iri dostumuz sanki daha da büyümüş serpilmişti. Canım karagözüm benim...
O akşam ertesi günün bayram olduğundan habersizce yattık. Sabah karagözün tepesine binme hayalleriyle uykuya daldım. Uyandığımda kardeşimde yanımda uyuyordu. Annem çoktan kalkmış olmalıydı. Sanırım kahvaltı hazırlıyorlardı. Dışarıda bir sürü insan konuşması birbirine karışmış bir uğultu halinde geliyordu kulağıma. Yine uyandırdım kardeşimi.
—hadi kalk karagözün kahvaltı vakti geldi.
Koşa koşa çıktım merdivenleri. Önce uzun bir koridor sonra oturma odası ve bahçeye gelmiştim nihayet. Adımımı bahçeye atar atmaz karagözün ağaç altındaki yerinde olmadığını fark ettim. Hemen etrafıma baktım, ilerideki kalabalığın arasında bir çift sevimli gözü aradı gözlerim. Biraz daha yaklaştım ve hala unutamadığım hepinizin az çok tahmin ettiği o manzarayla karşılaştım. Karagözümün o güzel kafası gövdesinden ayrılmış duvarın üzerinde duruyordu. Kırmızı rengin bu kadar kötü olduğu başka bir sahne daha olamaz herhalde. Önce ne olduğunu anlamaya çalıştım. Neden, kim yapmıştı bunu. O arada annemle göz göze geldik. Yanıma geldi beni kolumdan çekerek gel dedi. "Üzerimizi değiştirelim. Bugün bayram"...
Baya uzun bir süre anlayamadım, çözemedim nedenini. Kimse anlatmamıştı ki. Onu 1 hafta öncesinden eve getirenler bu durumu hiç düşünmemişlerdi ki.
O gün bugündür kurban bayramları benim için bayram olmaktan çıktı işte. Bir çocuk için yaşattıkları sarsıntı dan habersiz, dini vecibelerini yerine getirmiş olmanın verdiği huzurla belki de çok mutlu olan o insanlarla 1 haftadan uzun bir süre konuşmadım. O gün bayramlık giymeyi reddettim ve hiç kimsenin, para toplamak için bile olsa elini öpmedim...
Evet, işte Kurban Bayramı denilince aklıma gelen ilk şey bu acı hatıradır.
Yine bir bayram geldi çattı. Ne diyebilirim ki.
Etrafındaki yardıma muhtaçlara senede bir gün olsun doya doya et yedirebilmek için kurban kesenlerin, bunun için bütün yapılması gerekenlere sonuna kadar uyanların, derin dondurucu yerine yetimin, öksüzün karnını dolduranların ve o görüntüyü çocuklarından uzak yapanların, bu bayramın esas amacını unutmayanların bayramı kutlu olsun.
Hepinize sevgilerimi gönderiyorum... Ela

Devamı Buradan ...>>

29 Kasım 2008 Cumartesi

KISKANÇ-LIĞA HAYIIIR


Kıskançlık... Çok sevdiğiniz, kaybetmekten hep korktuğunuz kişinin başkalarına kaptırılma korkusu...
Birçok insanın hayatını zehir eden bir duygu, bir karabasan. Bazılarının da aşkla cilveleştiği, sevgiden ayıramadığı bir parçası...
Psikiyatrislere göre aşırıya kaçılması durumunda tedavi edilmesi gereken bir hastalık. Yaşayana göre çok doğal karşılanan ruhsal bir yaşantı.
Peki neden kıskanır insan.? Ağlamak, gülmek, düşünmek, duygulanmak gibi doğal bir his mi bu? Doğuştan mı var olur içimiz de yoksa sonradan mı yerleşir. Mecbur muyuz katlanmaya, mecbur muyuz içimizi kemiren bu sıkıntılı düşünceyle uyanmaya???.
Seven insan gerçekten hep kıskanmak zorunda mıdır? Kıskanmayan sevmeyen midir yani? Kadın ve erkek her konuda olduğu gibi bu duyguyu da ayrı ayrı, farklı mı yaşarlar?
Kıskanç insan hasta mıdır? Nasıl iyileşir peki. Bütün dünyasını karartan,
ilişkisini doya doya yaşamasına bile engel olan bu kasınç duygudan kurtulabilir mi çok isterse.
Bu soruları hep merak eder ve düşünürüm.
İnsanın doğasında var olan bu duyguyla, başa çıkamayanlar, ilişkiyi hırpalayanlar, gizli gizli kin besleyenler, içi içini yiyenler sonunda korktuklarıyla karşı karşıya gelirler elbet. Yitirmekten çok korktuklarını, kıskanarak koruyabileceklerini sanırlar. Sonunda baş başa kalırlar kıskançlıklarıyla. Korkulan başa gelir ama onlar yine vazgeçmezler.
Başka bir taraftan kıskanılan insan kendini önemli, değerli hisseder. Hoşuna gider. Kıskanılmak onun için bir değer ölçüsüdür sanki. Kıskanıldığı kadar çekicidir. Kıskanıldıkça kendine güveni artar. Ama kıskanan için durum pekte iç açıcı değildir. Sürekli bir kuşkuyla, korkuyla yaşamak ne kadar yaşamaksa o kadar yaşar. Roller zaman zaman değişir. Kıskanılan bir anda kıskanan olur. Asıl o zaman anlar karşıdakinin neler yaşadığını, hissettiğini. Ne berbat bir duyguymuş yaşayıp öğrenir.
Tabii ki erkek ve kadın farklı yaşarlar kıskançlığı. Kadın hırpalar, takip eder, kendini yer bitirir. Daha çok kendine zarar verir. Erkeklerse, genelde tehdit ederler. Kaba kuvvete bile başvurabilirler. Osmanlı tokadını koydular mıydııı 2.80 uzatabilirler. Dikkat!:)) Kadının deliliği biraz daha masumdur anlayacağınız...;)
Aa unutmadan birde senaryocular vardır. ÖRK: Aranılan kişinin telefonu Kapalıdır. Eyvah ki eyvahhhh "Kesin Ayşe yanında. Ondan açmıyooooo. Aç şu telefonu aç aç.!!! Tamam, şimdi gidip yakalıycam ikisini. Emeklerimin karşılığı bu mu olmalıydı. Allah cezanızı vereeeee:)... Allah kimseyi ellerine düşürmesinn: ))
Nerden biliyor sun bunları derseniz hepsini direk ya da endirekt bende yaşadım da oradan biliyorum. Kıskanılan da oldum, kıskanan da. İkisi de hoş değil bence.
Her şeyin fazlası zarar ya dozunda yaşasak olmaz mı yani? Hem bakın, doğamızda var olan bu duygunun, aşırıya kaçılmadıkça ilişkileri kuvvetlendirdiği de kanıtlanmış bir gerçekmiş. İyi olmaz mı kuvvetlendirsek bağlarımızı. Hı?
Verilmesi gereken bir sınavdır aslında kıskançlık. Çünkü kıskandıkça kıskanılacak şeyler artar. . Ne zaman duygularınızı bastırırsınız, güvenirsiniz (hem kendinize, hem ona) o zaman azalmaya başlar. Üstünüze üstünüze gelmez. O zaman telefonlara gelen anlamsız mesajları, Kapalı telefonları, göz ucuyla atılan bakışları daha hoş karşılayabilirsiniz. Sınavı geçersiniz yani. İyi dersler herkese.)

Devamı Buradan ...>>

21 Kasım 2008 Cuma

İKİNCİ ÇOCUK


Bana, ikinci çocuğu düşünüyor musunuz diye soruyorlar bazen. "bakalım, hayırlısı, durumumuz bir çocuğa daha bakacak gibi olursa neden olmasın" diye cevap veriyorum bende. Ara sıra kendi kendime de soruyorum istiyor muyum diye. Cevabı tahmin ediyorsunuzdur. Sonu yok ki istemenin. Anneyiz sonuçta. Birde isteriz iki de, hatta üçü bile isteriz... Tabiiki istiyorum oğlumun bir kardeşi olmasını. Anne babası haricinde güvenebileceği bir desteği olmasını ama bir taraftan da geleceklerini, üzerimize düşen şimdiki zamanın ağır, maddi ve manevi sorumluluklarını düşünüyorum ister istemez.
Eski insanlar beş tane çocuk yapıp onlara gül gibi bakıyorlarmış. Öyle ya da böyle büyütüp ihtiyaçlarını karşılayabiliyorlarmış.

O zamanlar istekler ve ihtiyaçlar farklıymış. Daha doğrusu istekler, ihtiyaçlardan önemli değilmiş. Tamam işleri çok zormuş annelerin hem de çok zor. Çamaşır, bulaşık makinesi yokmuş, her şey elde hazırlanıyormuş, kaynatılıyormuş. (Laf aramızda hazır bezin olmadığını düşünemiyorum bile.) Zorluklarına hak vermemek mümkün değil ama o zamanın çocukları da pek bi mülayimmiş. Bilmiyorum belki de zamanın şartlarından dolayı bahçelerde, mahalle aralarında özgürce yetişip, çocukluklarını o kadar doya doya yaşıyorlarmış ki, anne ve babalarını istekleriyle boğmaya ihtiyaç duymuyorlarmış. Bu zamanda yaşayan akranları gibi hırsız, kapkaççı, ne biliyim kötülüğün her kolunu kendine iş edinmiş insanların korkusuyla evlere kapatılmıyorlarmış. Şanslı olanlar tek kanallı televizyonda renkli çizgi filmler seyredip mutlu oluyorlarmış ama yüz tane kanal içinde bütün gün istediğini izleyen, her şeyi olan ama mutlu olmayan çocuklar gibi değillermiş işte. Savaşlar, krizler, küresel ısınma. Vs dertleri de yokmuş ne güzel. Sebebini bende merak ediyorum. Çocuklar mı farlıymış, anneler mi çok sabırlıymış eskiden. Onlar kendine güveni tam çocuklar olmuşlar bir şekilde...
Şimdiki zamanda çocuk yetiştirmek daha zor gibi geliyor bana. Çok uzak geçmişten bahsetmiyorum benim çocukluğumda bile farklıydı her şey. Şimdiki zamanla arasında o kadar çok fark vardı ki...
Artık küçük çocuk yok sanki. Hepsi büyümüşte küçülmüş gibi. Bilmedikleri şey yok. Bilgisayar istiyorlar mesela. Özel bir oda, kendilerine ait eşyalar, oyuncaklar, play stationlar, örümcek adamlı, winx'li nevresimler istiyorlar. Artık ihtiyaçların yerini istekler aldı çünkü. Bir defteri arkalı önlü iki ders için kullanma devri kapandı. Kitaplar gazete, dergi kapaklarıyla değil, batmanlı, barbie bebekli özel kaplarla kaplanıyor şimdi. Ayakkabılar markalı. Yazlığı, kışlığı, sandaleti, sporu... Hava durumuna göre üst, baş. Bir ayakkabı, bir kabanla kışı geçirmekk çookk uzaklarda kaldı. İstiyorlar da istiyorlar. Onlarda zamana ayak uydurmak zorunda tabii ne yapsın garipler. İstemek serbest. Vay ananın-babanın haline...
Durum böyleyken gelinde düşünün ikinci çocuğu. Hatta bırakın ikinciyi, bir çocuğa bile bakmak isteklerini karşılamak bir mesele artık.
Başka bir açıdan bakarsak olaya, bizler az çok bilinçli, okuyan, araştıran, evlatlarına en iyisini sunmaya çalışan insanlar olarak fedakârlık yapıyoruz da, en doğal isteklerimizi bastırıyoruz da, dünyaya gelmiyor mu gelecek olan? Tabi ki geliyor. Ne yazık ki cahil bir nesil geliyor. Bundan sonrası için daha da endişeli olmamak elde değil. Çünkü kendine dahi bakamayan ya da zor bakan, yoksulluk içinde kıvranan insanlar bizim gibi düşünceli değiller. Yapıyorlar 5 tane sokaklarda büyüyor o çocuklar. O zaman da diyorum ki, "bilinçli bir nesil adına bizim gibi insanların en az üç çocuk yapması lazım!!!"
Bu sözüm size "birilerini" hatırlatsa da onun düşünceleriyle yakından uzaktan alakam olmadığını da belirtiyoooooor bu karmaşanın içinden çıkamayıp hepinize sevgilerimi sunuyorum:))
Umuyorum ki, şartlar biraz olsun düzelir ve bizde oğlumuza bir kardeş isteyebiliriz rahaaat rahaat. Tadını çıkara çıkaraa.

Devamı Buradan ...>>

16 Kasım 2008 Pazar

CRASH/ GÖRÜNMEZ PELERİN


Mesleği: bozuk kilitleri değiştirmek olan bir adam, yine bozuk kilidiyle başı dertte olan bir dükkân sahibi tarafından çağırılır. Dükkân sahibi göçebedir ve yaşadığı yerin dilini çok iyi bilmemektedir. Kilitçi işini yapmış ama asıl problemin kapıda olduğunu ve kapının da değişmesi gerektiğini anlamıştır. Bunu dükkân sahibine anlatmak ve parasını almak için içeri girer ve durumu aynen anlatır. Anlatmaya çalışır daha doğrusu. Dili çok iyi değil ya, adam anlamaz ve onu kazıklamaya çalıştığını düşünür. "Kapı dükkânı olan bir arkadaşın mı var yoksa" diyerek iftira bile atar, anlamaz, anlayamaz bağırmaktan. Adamın bu tutumu kilitçiyi çok rahatsız eder ve elindeki fişi çöpe atıp, para istemediğini söyler ve dükkânı terk eder.
Bu dükkân sahibinin ilk olayı değildir zaten. Bir kaç gün önce silah almak için gittikleri mağazada yine bir olay çıkarmış, en sonunda adamın kızı araya girip silahı ve sadece rengini beğenip almaya karar verdiği bir kutu mermiyi de alıp babasını büyük bir kavgadan kıl payı kurtarmıştır.


Evinin yolunu tutar kilitçi. Huzuru bulduğu yuvasına gelir ve kızının odasına girer. Yatak boştur. Eğilir ve kızının yatağın altında yattığını görür. Ona
"Bir daha taşınmak ister misin?" diye sorar. Küçük kız babasına bakar korkuyla evet der gibi. Oysa zenci-beyaz çatışmalarının sık yaşandığı mahallelerinden daha yeni taşınmışlardır. Küçük kızın odasına giren kurşun bardağı taşıran son damladır çünkü. O gece kız yine bir silah sesi duyunca korkup yatağın altına girmiştir. Kilitçi baba;
"ben neden senin gibi korkmuyorum biliyor musun?" der
"anlatırım ama sen bana inanmazsın".
Anlat der gibi bakar kız. Adam devam eder.
—inanmayacağın için anlatmam
-tamam anlat bana baba
-Küçükken benim bir perim vardı,
-tabi (gülümser)
-bak inanmadın işte. Anlatmayacağım.
—Kanatları var mıydı peki.
—Evet, odamın içinde uçar dururdu. Bende senin gibi korkardım kurşunlardan o gelene kadar. Bana bir pelerin verdi. Görünmez bir pelerin."Seni her türlü kurşundan, kötülükten koruyacak bu pelerini sana veriyorum artık korkma ve bunu sakın üzerinden çıkarma. 5 yaşına geldiğinde sende bunu kızına verirsin" demişti ama ben unutmuşum. İstersen onu şimdi sana verebilirim...
Kız öyle güzel inanmıştır ki ister babasından pelerini. Adam görünmez pelerinin iplerini boynundan çözer ve kızının boynuna geçirip bağlar. Sonrada sorar "çok sıkmadı değil mi?"
Kafasını sallar kız. Yatağına yatar ve güzel uykusuna dalar.
Bu arada kilidini değiştirdiği ve bir türlü derdini anlatamadığı dükkâna hırsız girer. Dükkân sahibi çok sinirlenir ve bunun kilitçinin suçu olduğunu düşünür. Kendi kendine intikam planları yapmaya başlar. Sonunda kızının aldığı silahı alır, mermileri yerleştirir ve çöplerin arasından kilitçinin buruşturup attığı fişi arayıp bulur. Adamın adresini bulup evinin önüne çeker arabasını ve beklemeye başlar.
Kilitçi arabasını park edip iner arabadan. Kapısının önünde dükkân sahibiyle karşılaşır. Üzerine bir silah doğrultulmuştur.
"senin yüzünden her şeyim gitti. Mahvoldum. Her şeyin sorumlusu sensin."
O sırada küçük kız camdan bakar ve "baba baba" diye bağırmaya başlar babası da ona gelmemesi için bağırmaktadır. Kız huzursuzdur çünkü babası pelerinini ona vermiştir.
—Hayır, onun pelerini yok...
Annesi tutmaya çalışsa da kız fırlar kapıdan ve babasına sarılacağı anda silah patlar.
Bammmmmmmmm..
Kurtardım seni baba...
Adam donakalmıştır. Kilitçi ise kızına sıkı sıkı sarılıp yarasını görmeye çalışır. Sırtına, karnına, kafasına her yerine bakar ama bir damla kan bile yoktur. Kız sapasağlam kucağındadır.
Nasıl mı?
Çünkü adamın kızının silah mağazasında sırf rengine gözü takıldığı için, belki de aceleden, aldığı mermiler kurusıkıdır.
Hayat küçük ayrıntılarda saklıdır ya, işte bu ayrıntılar ikisinin de hayatlarını kurtarmış.

Çok büyük bir heyecanla izlediğim bir filmin bazı sahneleri bunlar. En çok etkilendiğim sahneler aslında. Kısaca paylaşmak istedim. Umarım izlerken yaşadığım heyecanı azıcık olsun yansıtabilmişimdir. Başlarda, bildiğimiz ırkçılık konulu filmlerden sanmıştım ama izlediğim en güzel filmler arasına koydum, bu aslında eski sayılacak filmi. İnsanların ayrıntılarla kesişen hayatlarını öyle güzel anlatmış ki. Sonuç olarak herkes birbirine muhtaç olabiliyor. Siyah ya da beyaz hiç fark etmiyor...
Paul Haggis’in yazıp yönettiği”CRASH” adlı film en iyi özgün senaryo, en iyi film, en iyi kurgu dallarında Oscar almış 2004 yapımı bir film. İç içe hikâyelerden oluşuyor. Brentwood’lu bir ev kadını ve savcı kocası... İranlı bir dükkân sahibi... Aynı zamanda sevgili olan iki polis memuru... Zenci bir televizyon yöneticisi ve karısı... Meksikalı bir anahtarcı… İki araba hırsızı... Acemi bir polis... Koreli orta yaşlı bir çift… Hepsi Los Angeles’ta yaşıyor ve önümüzdeki 36 saat içinde, hepsinin hayatları kesişiyor. Emmy ödüllü yazar-yapımcı Paul Haggis’in ilk sinema yönetmenliği denemesinde Sandra Bullock, Don Cheadle, Matt Dillon’dan oluşan ünlü oyuncularla kamera karşısına geçmiştir.

Sevgilerimle..
...
Devamı Buradan ...>>

9 Kasım 2008 Pazar

HIDRELLEZ GÜLÜM













"Zaman su gibi akıp gitti, öyle çabuk geçti ki hiç bir şey anlamadım" dediğimiz çok an olmuştur. Tabii ki benimde oldu. Hiç bitmesin istediğim saatler dakikalara, dakikalar saniyelere dönüştü sık sık hayatımın çeşitli dönemlerinde. Çabucak geçenlerin ardından düşününce, bir sürü ayrıntıyı unuttuğumu, o heyecanla yaşanılanları atladığımı hep sonradan düşününce hatırladım. Ama böylesine çabuk geçen, har anını dakikası dakikasına hatırladığım, tadına doyamadığım bir zaman dilimi daha yaşamadım...
Hıdrellez günü kulaklarımızın arkasına kırmızı güllerimizi takıp,
büyük bir heyecanla gittiğimiz, o şahane manzaralı hastane odamızdan, kucağımda yavrumuzla çıktığımız günün üzerinden tam 6 ay geçti. Nasıl geçti hiç anlamadım ama ilginç bir şekilde hiç bir ayrıntıyı unutmadım. Oğlumun kulağıma gelen ilk sesi, ağlaması, gözümü aralayıp yüzünü görünce içime dolan aşk, emzirirken hissettiklerim, hastaneden çıkış, eve geliş ve sonrasında beraberce yaşadıklarımız, öğrendiklerimiz...
Dolu dolu geçen, hayata başka bir gözle bakabilmemizi sağlayan son 6 ayımız hafızalarımızdan silinmeyecek, değiştirilemeyecek yerini aldı bile. Ne çabuk...
Geçen gün 1 yaşına kadar yaptıracağımız son aşıyı yaptırıp, o sevinçle çıktık sağlık ocağından. Hemşireler 7 Mayıs 2009'a gün verdiler kızamık aşımız için. Tamam dedik mutlaka geleceğiz Allah nasip ederse. Hemen düşündüm Ege o gün tam 1 yaşını bitirmiş olacak dedim. Kim bilir ne kadar çabuk gelecek o gün. 6. ay nasıl geldiyse 12.de öyle gelecek göz açıp kapatana kadar...
O gün iki kere iğne batırdılar oğlumun bacağına ama o hiç ağlamadı bile. Oradan çıkıp gezmeye götürdüm cesur oğlumu ve gidip oturduğumuz yerde, kalkana kadar geçen aylarımızı düşünmeye başladım. Benim yaşadıklarım malum. Her ayrıntısını hatırlıyorum dedim ya. Sonra oğlumun ilk 6 ayını nasıl geçirdiğini merak ettim. Kendimi onun yerine koydum koyabildiğim kadar. Bu arada bir kaç ayrıntıyı da, nasıl olduysa, hatırlamadığımı fark ettim. Mesela doğumdan sonra üzerime kar yağmışçasına tir tir titrediğim o anları, dayanılmaz sırt ağrısını ve ayağa kalktığım o ilk an hissettiğim acı ve boşluk hissini, evimize döndükten sonra yaşadığımız sebepsiz ağlama krizlerini, uykusuz geceleri, yorgunlukları, bir sürü zorluk ve endişeyi. İşte bunları unutmuşum ben. Hatırlamıyorum desem daha doğru aslında zorlukların hiç birini hatırlamıyordum. Düşünmedikçe tabii. Ve düşünmüyorum da. Gül bahçesinde yaşarken dikenleri düşünmek mantıklı mı hiç?
Evet, Oğlumun açısından düşündüm geçen zamanı. Nasılda çabaladı hayata alışabilmek için kim bilir. İlk başlarda çok korktu ama ayak uydurdu yavaş yavaş. Ağlaya ağlaya anlatmaya çalıştı ama ne kadar anlatabildi ki halini. Her şeyi yeniden öğrendi. Sabırla bekledi ve başardı. Kolay mı o bizden daha çok zorlandı. Ellerini kullanabilmeyi öğrenmesi 3 ayını aldı düşünsenize. Altını açtırırken ağlamamayı 1,5 ayda, yalancı emzik tutabilmeyi 1 ayda, gazını yardımsız çıkarabilmeyi 3,5 ayda, Meyvelerin güzel tadını, sebzelerin tatsızlığını, muhallebinin verdiği tokluk hissini 5 ayda öğrendi benim minik kuşum. Aferin ona...
Önünde uzun bir ömür ve öğreneceği milyonlarca şey olduğunu düşünürsek, anne ve babasının güveni tam ona. Bu zamana kadar olduğu gibi kararlılıkla, sabırla ve sevgiyle öğrenecek. Onun ilkleri bizimde ilklerimiz olacak. İlk 6. ayı. Geçirdiğimiz ilkyaz. Kapımızda ilk kış, ilk diş, ilk adımlar, güzel ağzından dökülen ilk kelimeler. Hayatının ilklerini bize de yaşatacak işte. O yaşayacak bizde seyredip, göreceğiz inşallah.
İşte bizim küçük meleğimiz ömrünün ilk yılını çeşitli zorlukları geride bırakıp yarıladı bile. Çok şükür.
Darısı bebeğini kucaklamayı bekleyenlere, onu yeni tanımaya başlayanlara, bütün güzel bebeklerin ve ailelerinin başına...
...
Devamı Buradan ...>>

2 Kasım 2008 Pazar

YAZILAMAYAN YAZI:


İnanır mısınız? Bu yazıyı 1,5 gündür yazamadım.
—İşte yazmışsın ya, demeyin. Önce anlatayım yazamadığım bu yazıyı nasıl yazdığımı...
Dün sabah oğlumu uyuttuktan sonra ilham geldi uzaklardan. Hoş geldi, sefalar getirdi. İlham bu, nerede geleceği belli olur mu hiç. Hemen aldım defterimi, birde kalem tabii. Düşünmeye başladım nasıl başlayıp, nasıl bitireceğimi. Tamam dedim ilk aklıma geleni yazayım.
O da ne? Kalemim yazmıyor. Başladım evin içinde kalem aramaya.

Bir kavanoz dolusu kalemin içinde bir tane bile yazan kalem bulamayınca "Kalemi olmayan yazarlarla ilgili yazayım bari" dedim. Bilgisayar başına geçtim bu sefer. Kalbim kadar temiz bir sayfa açtım önce. Yazmaya başladım. Daha bir paragraf bile yazamadan pat elektrikler kesildi. "haydaaaaa"...
Fırsat bu fırsat, "oğlumun çorbasını hazırlayayım çıksın aradan" dedim. Çorbayı pişirirken "bu devirde elektrik mi kesilir kardeşim" diye değiştirmeye karar verdim yazımın konusunu...
Nihayet geldi elektrik. Bu sefer bilgisayarım kesintiden dolayı disk birleştiriciye bağlanmasınmı. "offfffffff, 1 saat açılmadı desem inanır mısınız? Evettt ben bu yazıyı yazamıycam dedim. Bir iş var bu işte. Sanki birileri bana
-yazmaaaaaaaaa, yazamaaaaa, diyordu.
Uzun bir bekleyişten sonra yine temiz bir sayfa veeeeee içeriden bir ses,
-baauuuu, aaaauuuuuu, uuuuuuu...
Bu sefer oğlum uyandı. Hemen koşturdum tabii. Çorbasını içirirken evet "ek gıdalarla” ilgili yazayım dedim. Kaç gündür sıkıntıdaydım o aklıma geldi. Onu verme, bunu verme. Tuz koyma, şeker verme. Ekmek ver, bisküvi verme amannnnnnnnnnn Tuzsuz tuz, şekersiz şeker:) Hoppp yine değişti benim konu. Neyse şapur şupur içtik çorbamızı, oyun oynadık, banyomuzu yapıp, yine uykuya...
Ben koştura koştura masa başına. Bu seferde Kb düşmanı sevgili eşim gelmez mi.
-üüüüüüüüüü...
Malum tekrar işe gideceği için ona yiyecek bir şeyler hazırlamak için ayaklandım. Zaten yeni oturmuştum. Oturmamla kalkmam bir oldu anlayacağınız.
Kocam gitti, Ege uyandı. Bu arada benim konu bu hıza ayak uyduramayıp yine değişti. "Bu kadınlık zor zanaat".
Akşam komşumuza hoş geldin gezmesine giderken götürülecek ev hediyesi, manav, bakkal, çakkal alışverişi dururken de oturup yazamayacağıma göreeeee,
Beni yine aldı bir koşuşturma. Hazırlanıp çıktık. Orası senin burası benim gezdik bebeğimle. Aceleyle gelip yemeği hazırladım. Ege'min muhallebisi de taamammm...
Giyinip tektat çıktık evden. Sohbet ve güzel yiyecekler eşliğinde saati 23.00 yaptık bile. Eve gel üzerini değiştir, oğlanı emzir, yatır derken saat oldu 00.00.
- e eee yazaydın.
- ee uykum geldiiiii...
İşte böyleee. Bu sabahta size yazamadığım yazının, yazamayış hikâyesiyle sesleniyorum. Sonunda konum bu oldu elim mecbur. Yazılamayan yazı sonunda yazıldı. Biraz garip oldu ama böyle oldu.:)
İyi günler dilerim...
...
Devamı Buradan ...>>

28 Ekim 2008 Salı

OLUR MU ÇOCUKLAR! BİZ HEP EVDEYİZ.


40 yıl düşünsem bir gün bizim de kapatılacağımız aklımın ucuna gelmezdi. Sevdiğim bir kaç müziği indirebilmek için siteler arası sörf yaparken, bir kaçının kapatıldığına şahit olmuştum da, anıların, sevinçlerin, kederin, belki küçücük bir mutluluğun paylaşıldığı, kendimize yeni dostlar edinip, onların da hayatlarına dokunabildiğimiz, fikir edindiğimiz, tecrübelerimizi tazelediğimiz, bence çok masum olan paylaşım alanımızın yasaklanacağını hiç düşünmemiştim. Düşünmemiştik...
Kapatıldığımızı öğrenince birden bir korku aldı beni. Eyvah dedim. Bir yerlerde birilerine dokundurduklarımızdan olmasın sakın! Yoksa muhalefetçiler yazımı okuyup çok mu alındılar, karşı çıktılar da, bana dava mı açtılar.:) İnanın aklıma geldi bunlar. Gülmek serbest o gece rüyamda mahpus damına bile düştüm.)) Bütün blogların benim yüzümden kapatılmış olacağını düşünerek uyursan öyle olur işte.:)
Sonra öğrendim ki şifreli kanaldaki maçları bir şekilde yayınlayan AKILLILAR! Yüzünden olmuş bütün olanlar. Onun için oyuncağı alınmış çocuklara dönmüşüz hepimiz. Kimimizin en yakın arkadaşı, eşi, dostu, kimimizin huzurlu yuvasını almışlar kim bilir. Yaşın yanında kuruyu da yaktılar her zamanki gibi. Aradaki çürükleri ayıklamak yerine, bütün meyveleri heba ettiler...
Ama olsun ben bu sorunun çok yakında hallolacağını düşünüyorum. Hiç bir şey bu kadar kolay olmamalı. Olmayacakta. Göreceksiniz yakında oradan gir, buradan çık derdi olmadan yine girebileceğiz evlerimize. Serbestçe gezinip, misafir kabul edebileceğiz. Konuklarımızı ağırlayıp, gece yarısı hoş sohbetlere iştirak edebileceğiz. Umuyorum ve diliyorum...
Evleri ev yapan, huzur katan içindeki kişilermiş ya bizde o güne kadar evlerimizi terk etmeden bekleyeceğiz. Yasaksız, engelsiz bir araya gelebilmek ümidiyle. Hepinize sevgiler...

Devamı Buradan ...>>

22 Ekim 2008 Çarşamba

ONLAR DAHA ÇOCUK



14 yaşında bir kız çocuğu düşünün. Neler yapar o kız, neler düşünür...
Yeni adım atmıştır ergenliğe. Çocukluktan çıkıp, yeni bir döneme adım atmanın şaşkınlığı içindedir bir kere. Vücudunda meydana gelen değişikliklerden dolayı adı -genç kız-dır ama aslında bal gibi çocuktur o. Yakantop oynamak ister, saklambaç, evcilik oynamak ister.
Yeni yeni makyaj yapmaya heveslenir, parmaklarına ojeler sürmek ister. Gizli gizli bile olsa dikkat çekmeye çalışır. Güzel giyinip, güzel görünmek başlıca isteklerinin başında gelir. Yüzünde çıkan sivilcelere isyan eder. Kusurlarını daha bir görmeye, farketmeye başlar. İlk aşk heyecanındadır belki. Kalbi güm güm atar. Gençlik başında dumandır. Kavak yelleri eser başında. Bir adıda Leyladır. Aklı bir karış havadadır çünkü. Hayat tozpembenin de ötesinde gezip, tozmak, heyecanlanmaktır onun için. Derslerini çalışır canı isterse, canı ister uyur, canı ister saatlerce telefonda konuşur. Herşeyi ister o kız, hala çocuktur çünkü her ne kadar büyümeye başladıysada...
Bu arada hiç düşünmediği şeyler de vardır tabii. Mesela ev temizliği, çamaşır, ütü... Akşama yapılacak yemek hakkında bir fikri yoktur. Gömlek nasıl ütülenir bilmez. Pantalonlardaki çift dikiş kabusunu görmez. Düğme nasıl dikilir haberi yoktur. Belki İpliği iğneden bile geçiremez. Dünyadan bir haberdir...
Çamaşırın üzerindeki yağ lekesi nasıl çıkarılır görmemiştir hiç yada bakmamıştır, umursamamıştır, nasıl olsa yapan biri vardır. O çocuktur hala. Onu ilgilendirmez ki bunlar.
Kadınlık aklının ucundan geçmez. Bir ev nasıl çekip çevrilir, bir bebeğe nasıl bakılır, hele bir eş nasıl mutlu edilir bilemez. Birde bu eş onun babası yaşındaysa.... Annem gibi olurum der geçer. Annesidir onun tek modeli ama annesinin neler yaşadığını, nasıl zorlandığını henüz tahmin edemez. 14 yaşındadır o nasıl bilsin, çocukluğunu, gençliğinin ilk yıllarını doya doya yaşaması varken nasıl yapsın ve asıl önemlisi neden yapmak, öğrenmek zorunda kalsın?...
Evlilik yaşının 14 yaşına indireleceğini duyunca yazmaya karar verdim bu yazıyı. İçimde kocaman bir öfkeyle. Kimilerine söverek ayrıca...
Sonra kendi 14 yaşımı düşündüm. Ürperdim. Çünkü bende 14 yaşındayken çocuktum. Bende evde yapılanlardan bihaberdim, bende saçımla oynar, saatlerce ayna karşısında zaman geçirirdim. Bende Leylaydım evet. Sonra o yaşta, şimdiki sorumluluklarımı aldığımı düşündüm. Komik bile geldi. Kendimi o günkü düşüncelerimle bir ev hanımı olarak gördüm, güldüm, kızdım, korktum...
Sonuç olarak kızgdım işte. Nasıl bir hastalıklı düşünce onaylayabilir, isteyebilir bunu, kimlerin eline kaldık Allahım. Bari çocuklarımızı rahat bırakın. El sürmeyin, bulaşmayın. Bırakın da okusunlar, doktor, mühendis, öğretmen olsunlar. Nasıl olsa tanışacaklar bir gün o sorumluluklarla. Kocaların için saçlarını süpürge edecekler er yada geç. Bırakın da kendi paralarını kazansınlar. En önemlisi çocukluklarını yaşasınlar. Çalışıp, didinen bir kadın olana kadar, çocuk gibi çocuk, genç kız gibi genç kız olsunlar. Onlar evlenmeyi isteyene kadar, gelin olduklarını artık rüyalarında görmeye başlayana kadar yapmayın, zorlamayın, onları rahat bırakın....
.
Devamı Buradan ...>>

15 Ekim 2008 Çarşamba

YOKSULLUK/POVERTY


Çok soğuk bir yılbaşı gecesiydi. Herkes evine koştururken, sıcacık yemeklerine, huzurlu yuvalarına gitmek için acele ederken, o buz gibi mermer bir basamakta kibritlerini alacak birinin gelmesini umuyordu. Bir çorba parası kadar parası olsa hemen koşturacaktı büyükannesinin yanına...
Karşıdan karşıya geçerken arabaların üzerine üzerine gelmesinden korkarak koşunca, terlikleri de fırlamıştı ayağından. Onları geri almak için dönünce de onları alıp kaçan çocuklar görmüştü ne yazık. Çok soğuktu, parmaklarının ucunu hissetmiyordu. Kibritlerinden birini yaktı..

Birdenbire sanki bir ocağın önündeymiş gibi içi ısındı. Üzerinde bir kürk manto, ayaklarında halis yünden çoraplar varmış gibi ısındığını hissetti. Derken kibrit söndü. Acı kaldığı yerden devam ediyordu parmakları donuyordu. Bir tane daha yaktı. Rüzgar söndürmesin diye duvara dönünce birden o duvarın açıldığını sandı. İçeride muhteşem yemeklerle dolu bir masa vardı, yanan bir şömine, hatta şamdanlarda yanan mumlar bile vardı. Herşey tam da istediği gibiydi. Yine söndü kibrit. Düşünmeden bir tane daha yaktı. Bu sefer bir yaz akşamı büyük bir ağacın altında yıldızları seyrederken gördü kendini, gece olmasına rağmen hava sıcaktı. Altındaki toprak gündüz güneş ışığını içine çekmişti. Yıldızlara baktı. Kayan bir yıldız görüp ' işte yine birisi öldü' dedi büyükannesi öyle öğretmişti çünkü. İşte büyükannesi de geliyordu, karşısında tıpkı bir melek gibi ona bakıyordu. Geldi, onu kucakladı ve göklere uçurdu...
Ertesi sabah yoldan geçenler küçük kızın, mermer basamakta donmuş bedenini buldular. O bütün Yoksulluğuna rağmen hayalleriyle, gülümseyerek ölmüştü. Hiç kimse yaşadıklarını, hayallerini, ölmeden önce gördüklerini bilemeyecekti...
Hepimiz hatırlarız kibritçi kızın o sonu kötü biten masalını. Kısaca anlattım size.Yoksulluk deyince aklıma ilk gelen yine çocuklar oldu. Oysa en az çocukların umurundadır hayat. Eline tutuşturduğunuz küçücük bir parayla mutlu olan tek varlıktır onlar. Paranın hükmünü bilmezler. Bazen parayla bir bebekle oynadıkları gibi oynarlar hatta. Ama yinede en çok onları etkiler yoksulluk. Büyüdükçe anlarlar bir dondurma almanın bile ne kadar zor olduğunu. Bazıları evlerine 3-5 kuruş götürebilmek için küçücük yaşta çalışır. O minik bedenleriyle kocaman yoksulluğa inat bir kibritle, bir mendille meydan okurlar...
Şöyle bir durup düşündüğümüzde, bu yoksulluk dünyasında biz neredeyiz acaba. Biz kimiz, hangi roldeyiz. Terlikleri alıp kaçanlardan mıyız, onun kibritlerinden bir tane olsun almayıp, görmemezlikten gelen, önünden gelip geçen insanlardan mıyız, yoksa o kibritlerden bir tane daha olsun çakan, mum tutan,sönmeyecek bir ateş yakanlardan mıyız?
Yoksa bizde mi bir kibritçi kızız?...
...
Devamı Buradan ...>>

7 Ekim 2008 Salı

SONBAHAR


İşte geldi Sonbahar. O yakıcı, kavurucu sıcakların ardından limonata tadı veren güzel Sonbahar...
Kimileri çok dertlidir ondan yana, kimileri âşıktır ona. Kimilerinin sebebi bilinmeyen her türlü halinin sorumlusudur. Kimilerinin kendini bulduğu tek mevsimdir. Ama ne olursa olsun hüzünlüdür. Nelere kadirdir bu kısacık mevsim. Geldi mi insanlar bunalıma girer, eser, gürler, gereksiz alınır, sebepsiz yorulur, hatta bazılarının saçları bile dökülür sonbahar yüzünden. Bulutlar gökyüzüne değil, içlerine çöker sanki hiç çaktırmadan, usulca...
Sararmış yapraklar .

sokaklarda rüzgârla savrulurken, arkasından gelecek kara kışın derdine düşer insanlar. Belki de bundandır hissettirdiği hüzün. Kış babanın gümbür gümbür geleceği korkutur, yıldırır insanları şimdiden. Hele o ayazda yakacak odunu, başını sokacak bir çatısı olmayanları.
Ben oldum olası sevmişimdir bu mevsimi. Evet dertlenirim biraz ister istemez ama yağmur çiselerken dışarıda, elimde çayım dışarı izlemeye bayılırım mesela. Fırtınalar koparken, rüzgâr balkondaki çiçeklerimi uçurup topraklarını savursa da ben evimde huzurluyumdur. Tabii evi barkı olmayanlar için yardım da dilerim ama nasıl yaşadıysam ilkbaharı, yazı Sonbaharı da öyle yaşarım. Bir başkadır sarı sonbahar bende. Habercidir o. Hem elçiye zeval olur mu hiç? Alıştırır insanı, tamam der artık hazırlan, yaz bitti. Birkaç ay üşüyeceksiniz. Hemen duyar çıkarırız kışlıkları sandıktan. Düşünsenize ya haber veren olmasaydı. O civciv sıcaklarından sonra bir anda kışa alışabilir miydik?
Aslında dışarıdaki mevsimden çok içimizdeki mevsim karadır. Aklımızın bir yerlerine yerleşmiştir ya sonbahar sarı diye, gri diye bizim yapraklarımız daha bahar gelmeden dökülür bile. Bu güzelim tatlı serinliği yaşamak yerine, içimizi sarartır taaaa o adı güzel Yaz gelene kadar güneş doğmaz bedenlerimize. Ne kadar yazık...
Sevelim biz sonbaharı boş verin siz. Yağmur yağarken sevgiliyle aynı şemsiye altında yürümenin keyfine varalım, sıcak evimizin kıymetini anlayalım işte daha ne. Yapraklarını hazan rüzgârlarına bırakan ağaçları daha bi çok sevelim ki yenileri gelene kadar üşümesinler. Ne renk olursa olsun sonbaharın rengi biz onu yeşil, mavi görelim. Görelim ki küsmesin Sonbahar yine gelsin. Bir sonrakini de görmek için dualar edelim. Son baharımız değil ki bu altı üstü yine bir SONBAHAR.
....
Devamı Buradan ...>>

29 Eylül 2008 Pazartesi

YUVARLAK YEŞİL NANELİ ŞEKER



Bayram deyince aklıma ilk gelen şey şekerdir. Ne var bunda, tabii şeker gelir demeyin. Bu başka şeker. Bu yuvarlak, yeşil, naneli şeker. Bu nefes boruma kapak olan şeker.
En fazla 7 yaşındaydım. Çocukluğumda bayramlar yaz aylarına geldiğinden mütevellit, ailecek İzmir'deydik. Kalabalıktı o zaman bayramlar, güzeldi, eğlenceliydi. Harran gürren, bi telaştır geçer giderdi. Tadına doyulmaz dediğimiz cinsten yani...
Yine bir bayram sabahı, güzel anneannemin o şirin evinin balkonundaydım. Şekerliğin içindeki bütün yuvarlak, yeşil, naneli şekerleri seçip cebime doldurmuştum. Kardeşimden saklamak içinde, elimi cebimin üzerine kapatıyordum; görüp anneme söylemesin diye. Neyse bayram dolayısyla elime geçen, sınırsız şeker yeme özgürlüğünün tadını çıkarıyordum işte siz düşünün..
Birden emiş gücüme hakim olamadığımı hatırlıyorum.
2000walt çekiş gücü olan elektirkli süpürge gibi bir anda sömürdüm şekeri. İçime çekmemle boğazıma kaçması bir oldu tabii....

Nefes almaya çalışıyorum. Çekiyorum çekiyorummmmm hava yok. Öylece kalakaldım. O can havliyle anneme koşturdum. Sonradan anlatılana göre bembeyazmışım. Nasıl bir hal aldıysam artık annem beni görür görmez anladı ve başladı sırtıma vurmaya gümm gümm gümmmm...
Yok takılmıştı . Ne ileri, ne geri.... Ben o panikle etrafıma bakınırken ve annem beni tartaklarken:) odaya bir dev girdi . Devamında ağzımın içine giren bir parmak hatırlıyorum. Küçük dilimi aşıp bademciklerime doğru ilerliyordu :) O parmakların sahibi dayımdı. 1.80lik boyu bana ne kadar uzun gelirdi o zaman Allahım. Dünyanın en uzunu zannederdim dayımı ve günden sonra en uzun parmaklı adamı:)...
Neyse Boğazımda gezinen o parmak çekti aldı şekeri nefes borumdan. Ohhh o huzur, nefes alabilmenin verdiği dayanılmaz hafiflik anlatılmaz tabii...
Canım dayıcımm iyiki oradaydın ve iyiki parmakların o kadar uzundu:))
O günden sonra takdir edersiniz ki şekere her elimi uzattığımda arkamdan bir ses ' çabukk kır o şekeri, öyle ye'...
Annem o günden sonra olaya el attı tabii.:) Şu an 29 yaşındayım ve hala şekerleri emerek değil kırıp, çiğneyerek yiyorum. İşte benim aklıma gelen bir bayram anısı:)
Bu arada herkese bayram gibi bayramlar diliyorum. Şekerlerinizi kırıp, öyle yiyin diyorum;) Kalabalıkla geçsin bayramlarınız. Kuru kalabalık değil ama. Sevdiklerinizle olsun ki bayram olsun.
Sevgiyle...
..
Devamı Buradan ...>>

15 Eylül 2008 Pazartesi

KAKTÜSÜM ÇİÇEK AÇTI















3 yıl önce denize nazır, ailecek çok sevdiğimiz balkonumuzu çiçeklendirmeye heveslendim. Çocukluğumda annemin evimizin bir köşesinde yetiştirdiği o mis kokulu çiçekleri hep özlemiştim. Özellikle o mum çiçeğinin kokusunu hiç unutmam kapıyı açınca yüzüme vururdu, huzur verirdi bana.
Ha bugün, ha yarın derken bir bahçe çiçekçisine girip, derdimi anlattım. 'Ben balkonumun açan çiçeklerle dolu olmasını, hepsinin rengârenk çiçek açmasını istiyorum' dedim. Bir kaç saksı çiçek seçtik beraber. 'Abla' dedi sonra çiçekçi 'bak bunu al. Çiçeği açınca gelip bana teşekkür edeceksin, şaşıracaksın' elinde küçücük bir saksıda garip bir kaktüs duruyordu.
Bir adama baktım bir de kaktüse bu mu dedim içimden 'hadi be, bu açsa ne olur ki.' ..
Neyse çok sıcaktı ve yorulmuştum. Hayır demedim adamcağıza. Diğerleriyle beraber aldım getirdim eve. Büyük bir şevkle saksılarını, topraklarını değiştirdim hepsinin. Ama kaktüsün saksısı ve toprağı yeterli geldi gözüme. Güneş sever demişti adam o yüzden onu en çok güneş gören yere koydum. 1–2 ay geçti hepsi çiçeklerini açtı. Kimisi yerini beğenmedi değiştirdim. Suladım, onlara bakmayı çok sevdim, özellikle çiçekli olanları. Sevdiklerim de daha bir fazla büyüdü farkındaydım, sevgili Kaktüs hariç tabii. Sadece büyüdü o, ne taraftan geliyorsa güneşi o tarafa doğru büyüyordu. Pek fazla su da istemiyordu. Onun suyu güneşti...
3 yıl geçti gitti. Bu baharda topraklarını değiştirmek için işe kalkışınca elim ona gidiverdi. 'Ben bunu atacağım' dedim anneme. Boşu boşuna saksıyı işgal ediyordu. 'Görüntüsü de bi acayip'... Annem 'atma ben onun bir saksını değiştireyim' dedi. İtiraz etmedim. Neyse güzel! Çiçeklerimin arasında yerini aldı yine kaktüs. Diğerleri boy attı, çiçekleri o biçim... Nasıl mutlu oldum ama kaktüste hala tık yoktu işte. Ona öyle alışmıştım artık.
Geçen gün elimde su şişesi sularken çiçeklerimi gözüm kaktüsün saksısındaki kelebeğe ilişti aaaaaa dedim 'ne güzel kelebek'. Elimi attım hemen uçmadan görmek için. Aman tanrımmmm o da neee. Bu nasıl bir güzellik, Allahın bir mucizesi. Kelebek desem değil, denizyıldızı desem hiç değil.
'Kaktüsüm çiçek açtıııııı anneee bakkkkkkk.' Kendime gelmem 5 dakikayı buldu. Çocuklar gibi sevindim. Hemen çiçekçinin söylediği geldi aklıma 'abla çiçeğini görünce bana teşekkür edeceksin demişti şaşıracaksın'...
Hemde ne şaşırdım. O güzelliği görüp te şaşırmamak mümkün müydü? Baktım hatta bakmalara doyamadım, kıyamadım. Hemen resimledim, sizinle de paylaşmak istedim.
Veee hiç ummazdım ama onun sayesinde kendime bir hayat dersi bile çıkardım. Görünüşte hoşumuza gitmeyenler, inanılmaz güzellikleri de saklayabilir içlerinde dedim hemen . İnsanları güzel çirkin diye ayırt etmem asla ama hiçbir şeyi, hiçbir varlığı güzel çirkin demeden sevmek gerektiğini hatırladım sayesinde, o güzel kaktüs nasıl da ders verdi ama. Keşke açmadan görebilseydim içindeki güzelliğini. Onu daha önceden sevseydim daha önce açar mıydı sizce?
Bu arada bu yazımı aramıza yeni katılan ATA’ ya armağan etmek istiyorum. Umarım onunda içinde hep güzellikler açsın. Her mevsim.
Sevgiyle.
....
Devamı Buradan ...>>

7 Eylül 2008 Pazar

MUHALEFETÇİLER


Her konuda söyleyecek bir sözü olanlar vardır. Bilsin ya da bilmesin mutlaka bir yorum yapabilir kendince. Nasıl da can sıkarlar bilirim. Öyle değil işte kardeşim bi susup dinlesene karşındakini. Neden kabul etmezsin ki?
Hele bu bilmişliği sadece muhalefet olmak için yapanlar vardır ki aman aman. Yaka silktirirler insana. Tuzluya tuzsuz derler, yanlışa doğru, güzele çirkin... Onların doğrularından başka, söylenileni kabul etmezler. Bir annenin bebeğine nasıl bakacağına karışırlar, işini nasıl yaptığına müdahale ederler, her şeyin iyisini onlar bilir, siz kendi kendinize bir şeyler anlatmaya çalışsanız da her bokologtur onlar. Bu konuda ihtisaslarını bile yaparlar hatta. Ortadan ikiye ayırırlar işte sizi. Sabır taşı olsanız çatlatırlar.....
Bir de her şeyi gerçekten bildiklerini zannedenler vardır ki onlar en tehlikelileridir. Kimsenin yaptığını beğenmezler, hep eleştirirler karşısındakinin fikirlerine değerlerine önem vermeden. Güzelini yererler, yemeklerini hazırlayıp getirene eline sağlık demek yerine bunu böyle yapsan daha iyi olur derler, ukaladırlar. Bütün gün çalışıp didinip bir şeyler yapmaya çalışanlara bir güzel söz söylemezler. Ama onlar hep beklerler pohpohlanmayı. Sizi gerip gerip çok gerginsin, sinir küpüsün diye sizi suçlu çıkarırlar, onlar halis muhlis zeytinyağıdır da suyun üstüne bile çıkarlar.
Nasıl zordur böyleleriyle uğraşmak. Derdinizi anlasınlar diye beklersiniz. Bir şeyler anlatıyorsunuz da kime! Dırdırcı olur çıkarsınız oysa bir derdiniz vardır onu anlatmaya çalışırsınız çaresizce. Sonucunda bir şeyin değişmeyeceğini bile bile konuşursunuz ya biraz da dırdırcı olursunuz o zaman ister istemez. Ya bu diyardan gideceğim ya da değiştiremediklerime katlanacağım dersiniz. Zira deveye hendek atlatmak daha kolaydır bilirsiniz.
Bütün pozitif enerjinizi çeker yutarlar bir çırpıda, yapmak istedikleriniz kursağınızda kalır, hayaller bir köşede... Karşınızdaki haklı olur her zaman siz de olmadığınız kalıplara sokulur ortada kalırsınız. En iyisi mi vazgeçersiniz halinizi anlatmaya çalışmaktan hayat denizinde akıntıya bırakıverirsiniz kendinizi. Anlatamazsınız ki "marifet iltifata tabiidir"i...
....
Devamı Buradan ...>>

2 Eylül 2008 Salı

ANNEYİM, ANNESİN, ANNE


"Anne olunca anlarsınız" derdi annem, en küçük bir tartışmamızda. Hep geçerli bir sebebi vardı çocukları için üzülmeye, sevinmeye, gurur duymaya ya da duymamaya. Çünkü o anneydi. "Çocuklarınız olunca göreceksiniz, o zaman anlayacaksınız."
O zamanlar anlamazdık tabii ya da anlayamazdık. Ama bu laf hep kulağımda yer etmişti. Anne olunca anlamak!. Neyi anlayacaktık acaba? Hep düşünürdüm o zamanlar anne olmak neyi farlılaştırabilirdi ki? Kızınca daha mı fazla kızılıyordu ya da üzülünce daha bir içine mi dokunuyordu insanın...
Vee yıllar geçti annesinin kızı büyüdü. Aşkının peşinden,..

bıraktı anacığının o hükümet gibi kucağını da evlendi sevdiğiyle. Zaman su gibi ya, o zamanlar çok uzak gelen ANNELİK bile kapısındaydı artık...
İnsan bebeğini içinde taşıyorken anneliğin tam olarak farkına varamıyormuş ben bunu anladım. Kolaymış meğer onu karnında beslemek, büyütmek. Ne zaman ki kucağına alıyormuşsun Anne oluyormuşsun işte o zaman...
Karnımda oradan oraya hareket eden varlık artık kucağımda. Hala, arada sırada kaRNIMda ki harekelenmeyle o günlerime dönüyorum sanki. Nasıl özlediğimi fark ediyorum hemen. Dokunuyorum karnıma okşamak geliyor içimden ama yanımda kucağımda olmasından o kadar memnunum ki Anne olduğumu onu sarmalayınca daha iyi anlıyorum Bakışlarını üzerimde hissetmeyi, arkamdan ağlamasını, uyanınca beni aramasını seviyorum. Karnımda olduğu günleri de asla unutmayacağımı biliyorum...
Anlıyormuşsun hakikaten. Onun tırnağını keserken minicik etine bir zarar gelip ağlasa, anne 3 gün ağlıyormuş. Küçücük bedeni virüslerle savaşırken, gözüne bir damla uyku girmiyormuş işte. Biraz huysuzlansa Annenin huzuru tümden kaçıyormuş, öksürünce annenin ciğeri acıyormuş, ağladıkça, döktükçe gözyaşlarını o güzel gözlerinden aslında annenin yüreği ağlıyormuş. Emmiyorsa memesini annenin karnı gurulduyormuş ve o mutluysa, gülücükler saçıyorsa etrafa, memnunsa dünyalar annenin oluyormuş.
Evet, anne olunca anlıyormuş insan.
Yavrusundan kötü bir söz duyunca neden çok gücüne gidiyormuş tahmin ediyorum artık. Her ne kadar istemesek de üzmüşüzdür annemizi zamanında, belki bir kırıcı söz, belki yersiz bir hareket. Öyle ya da böyle hak etmediği bir şeylere karışmışızdır mutlaka. Ve bütün anneler ANNE olunca pişman olmuşlardır sonuna kadar buna eminim.
Şimdi Annelerimi daha bir sever oldum, daha bir anlar oldum. Verilen emekleri az çok tahmin eder oldum. Onlara verilen en güzel emanetlerini nasılda şefkatle, sevgiyle büyütüyorlar, kısacık gelen bir ömürde neler bekliyorlar evlatlarından, hisseder oldum. Yeri geldiğinde hem anne hem de baba olabilmek gerektiğini, yeni bir birey, vatana millete hayırlı bir evlat yetiştirecek olmanın ne kadar kutsal, ne kadar güzel, ne kadar zor olduğunu anlar oldum işte...
...
Devamı Buradan ...>>

22 Ağustos 2008 Cuma

SİHİRLİ DEĞNEK


Dünyada her şey olması gerektiği gibi oluyor diyoruz. Peki, ama her şey olması gerektiği gibi olunca aynı zamanda adil de oluyor mu? Her yanımızı saran kara bulutların, kötülüklerin, savaşların, bu dünya malı sevdasının bir nedeni var tamam da neden? Neden küçücük bedenler, suçsuz günahsız insanlar ödüyor bir kaç kişinin aralarında anlaşamadıkları neyse onun hesabını. Niçin sevgisiz kalanların yaşattıkları kötülük bütün dünyayı sarıyor ve herkes bunu seyrediyor?..
Bunu hak edenle etmeyenlerin arasındaki farkı, yaşanmışları, olanı biteni biz mi bilmiyoruz acaba. Gerçekten böyle mi olması gerekiyor yani. Herkes bunu mu hak ediyor yoksa? Çevrede olup bitenlere, her şeye duyarsızlar da onlarında mı başına geliyor bunlar? Sessiz sakin yaşayıp gideyim, sevip sevileyim azıcıkta param olsun yeter ki sağlığım yerinde olsun, ne etliye karışayım, ne sütlüye, demek yeterli değil mi? huzurlu yaşamak için acaba? Ne yapmak lazım peki?
Ne kadar derin bir konu değil mi? Belki de hiç sorgulamamak lazım “vardır bunda da bir hayır” deyip düşünmemek lazım bilmiyorum ama elimde değil işte. Her gün televizyonlarda, gazetelerde yitip giden hayatları, kana bulanmış, küçücük masum suratları görünce dayanamayıp içimden bu dünyayı terk etmek, dünya dışında sevgiyle her şeye yeniden başlamak geliyor içimden. Nasıl hayal ama?
Keşke âdemle Havva ‘ya verilen yepyeni bir dünyaya yeniden başlama, başlatma fırsatı tekrar verilse demeden geçemiyorum işte. Kimse bilmese kavga nedir savaş nedir. Yanı başımızda ölen, evlerini terk etmek zorunda bırakılan, tepelerinde bombalar patlayan yavruların geleceği olmak istiyorum. Hayal bu ya istiyorum işte. Neler yapmak geliyor içimden neler. Oysa benim de ellerim en az onların ki kadar küçük. Yetişmek, uzanmak, onları kollayıp korumak isteyen yüreğim kadar olsa ellerim, uzatmaz mıyım hiç. Yepyeni umutlar, güzel bir gelecek, yaşanılası bir dünya kurmaz mıyım onlara. Ama gelin görün ki sadece üzülüyorum, kahroluyorum işte. Dipsiz kuyularda merdivensiz kalmak, denizler ortasında yelkensiz bırakılmak böyle bir şey olsa gerek. Allah’ım ne kadar zor şey çaresiz olmak. Bir çözüm bulamamak bir şeyler yapamamak.
Sihirli bir değnek istiyorum şimdi. Kötülükleri bile iyilikle yok edebilecek. Bir de sihirli lamba 3 dilek dileyebileceğim;
herkes herkesi çıkarsızca sevsin...
Savaşlar bitsin...
Çocuklar ölmesin...
....
Devamı Buradan ...>>

11 Ağustos 2008 Pazartesi

AHMAKLAR ÇABALAR


Bence hayattaki mutluluğumuz düşüncelerimizin yapısıyla birebir doğru orantılıdır. Kafamızın içinde bin bir tilkinin dolaşmasına izin verirsek, bağımlı kalırsak, takılırsak olup olmadık şeylere ne de kaygılı ve mutsuz oluruz düşünsenize. Hepimiz yaparız bunu yaşantımızda en az bir kere bile olsa sonuna kadar cehenneme dönüştürürüz hayatımızı. Daha yapmaya başlamadıklarımız için bile günler öncesinden endişelenmeye başlarız, başladıklarımız içinse bitiremem korkusu sarar içimizi. Oysa kıymetli zaman akıp gider biz kötü düşünürken. Farkına varıp endişeyle geçirdiğimiz günlerimizi özür dileyerek geri isteyebilir miyiz?. ..

Düşüncelerimiz neyse hayatımız da odur. Çoğu zaman mutluluğumuzu kafamızdaki endişeler mutsuzluğa çevirir. İşte bu noktada hemen durup mutlu ve huzurlu bir hayat istiyorsak eğer düşüncelerimizi değiştirmeliyiz diye düşünüyorum. Her şeyi akışına, doğasına bırakmalıyız. Zaten dünya üzerinde her şey olması gerektiği gibi olmuyor mu?

Bende zaman zaman düşerim bu gaflete. Olmadık şeyleri dert eder, değmeyecek şeyler için üzülürüm. Ta ki olay yaşanıp bitinceye, aslında düşündüğüm kadar zor olmadığını, boşuna dert ettiğimi anlayana kadar. Her seferinde kızarım kendime. Ama yine hayatla mücadele ederim işte. Direnirim zorlarım kafamı, yüreğimi, bütün bedenimi yorarım boş yere.
Söylenişte kolay ama uygulaması biraz daha emek ister -güzel düşünce-nin. Olumlu düşünüp yaşamanın gücünü ise gerçekten sonuçlarını görünce anlarım.

Sonuç olarak kötü ve olumsuz düşüncelerin kontrolü altına giriyorsak eğer, bu o düşüncelerle meşgul olduğumuz içindir. “Hayatı yaşamanın iki yolu vardır” demiş Albert Einstein “biri hiçbir şeyin mucize olmadığını düşünmek, diğeri; her şeyin bir mucize olduğunu düşünmek”

Bırakalım her şey olması gerektiği gibi olsun. Yargılamayalım, sorgulamayalım. Güzel düşünelim her şey çok güzel olsun. Unutmayalım ki ”felek işler, ahmaklar çabalar”
Güzellikle…
...
Devamı Buradan ...>>

5 Ağustos 2008 Salı

BİLGELİK: UYGULAMAYA KONMUŞ BİLGİDİR


Olgun insan güzel söz söylemesini bilen insan mıdır, yoksa söylediğini yapan insan mıdır?

Her gün her yerde boş vaatler veren insanlarla karşılaşırız hepimiz. Televizyonda insanları göz göre göre kandıran siyasetçiler, bahçelerde çocuklarına tutamayacakları sözler veren anne babalar, karısına seni seviyorum diyen ama bunu hissettirmeyen kocalar, kocalarına hiçbir emek vermeden sürekli karşılık isteyen kadınlar, çalışanlarına kıymet vermeyen patronlar vs…..

Her yerde çok kolay görülebilir bu insanlar. Doğruyu bilmek yeterli değil hiçbir zaman. Doğru bildiğini yapmakta her zaman iyi sonuçlar doğurmayabilir. Ama doğruyu bile bile yanlış yapmak, nasıl davranacağını bildiği halde gereksiz egolar yüzünden tam tersi davranışlarda bulunmak, gereksiz inatlar uğruna kalp kırma, en kötüsü bence.

İyi insan, olgun insan neyin nasıl yapılacağını bilen ve bunu aynen uygulayan insandır diye düşünüyorum. Çoğunuzun da böyle düşündüğünden eminim. Düşünceler icraata geçmedikçe söylenen her şey askıda kalır. Birine seni seviyorum diyorsanız her zaman her yerde her koşulda sevginizi göstermelisiniz, dibine kadar hissettirmelisiniz sevdiğinizi. Çocuğunuza verdiğiniz sözlerin tutulup tutulmaması zaten onun size geri dönüşleriyle belli edecektir kendini -tıpkı hayatın kendisi gibi- Birine gel diyorsanız ne yapsam da gitse diye diye düşünmemelisiniz. Tabi birde arada sırada yapılan HATALAR var ki onlara diyecek lafımız yok. Tabii tekrarlanmadıkça.

“Bilgelik; uygulamaya konmuş bilgidir.” Sözü ne kadarda güzel özetliyor düşüncelerimi. Her yerde her şeyi bildiğini söyleyen insanlardan uygulamalar bekliyoruz. Söylediklerinin aksini yapan değil, sonuna kadar sözünde duran insanlarla muhatap olmak istiyoruz. En azından ben bunu istiyorum. Doğruyu bilen değil doğruları uygulayan insanlarla yaşamak istiyorum.(z) DOĞRU olan da bu değil mi zaten?
Bunu isteyen insanlar adına bir nebze olsun bir şeyler anlatabildiysem ne mutlu bana…
....
Devamı Buradan ...>>