.

"Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur."Kemal ATATÜRK .
EFSANELER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
EFSANELER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Mart 2010 Çarşamba

SEN O'sun


“Neyi arıyorsan sen
O'sun"
der Mevlana...

Zulmün peşindeysen zâlimsin, aşkı arıyorsan âşık...Elinden tuttuğumuz her sevgili,
bizi sü­rükleyip, kendi iç dünyamızın derinliklerinde bir keşif gezisine çıkarır.
Her ilişki, benliğimizde bir kazıdır aslın­da, her sevda ruhumuzun bir başka yüzü...
Her aşkta kendimizi ararız; o yüzden bulduklarımız, benzerlerimizdir.Resimlerini yan yana koyun sevdiklerini­zin ve dikkatle bakın yüzlerine, onların suretlerinden kendi yüzünüz bakacaktır size...

Aşk denilen kaleydoskopun buzlucamına gözünüzü dayadığınızda, bin bir camın rengarenk ışıklar saçarak döndüğünü ve her seferinde bambaşka şekiller ördüğü­nü görürsünüz. Her camda,farklı bir ren­giniz vardır; her şekilde sizden bir parça..
Aşklarınız hülâsanızdır.Sevdiğiniz her adam, beğendiğiniz her kadın, farklı ruh hallerinizi ele verir; arada bir çevirdiniz mi kaleydoskopu, cam par­çalar yer
değiştirip yeni şekiller alır; hepsi siz...Sevgilinizin gözlerindeki dolunay,
sizde­ki ışığın yansımasıdır aslında; dilindeki si­zin ilhamınız, tenindeki sizin ısınız...

Yoksa hâlâ bir sevdiceğiniz, o
henüz kendinizi bulamadığınızdandır...

Aşk, narsizmdir.

Kendimiziz her aşkta arayıp
durduğu­muz, peşinde olduğumuz

Bir omza sığınmanın şefkatinde de,bir göğsü dişlemenin şehvetinde de kendimize açılan
kapılar var.

Sevda, çevrildikçe içimizin farklı ışıkları­nı yakan eğlenceli bir kaleydoskop gibi
başımızı döndürüyor.

Ve biz, hep baharı takip ederek dünyayı gezen bir gezgin gibi içimizdeki eski baharları arıyoruz.

Narcissus'u bilirsiniz:

Öyle heybetli ve güzelmiş ki,bakmaya doyamazmış kendine... Gün boyu kara gözlerini, incecik burnunu, dar kalçalarını,kıvırcık saçlarını seyredermiş hayran hayran... Bir gün ır­mak kenarında gezinirken, sudaki yansımasına ilişmiş gözü... uzanıp, iyice bak­mak istemiş. Tam gördüğünde kendini, dengesini kaybedip düşüvermiş ırmağa, kapılıp gitmiş suya...

Yeryüzünün en güzel insanının öldüğü­nü duyan Tanrı, unutulmaması için O'nu her bahar
açan güzel kokulu bir çiçeğe dönüştürmüş.Narcissus, nergis olmuş.

"Kıssadan hisse, benden size tavsiye,ta­ze bir nergis verin bugün sevgilinize...
Sonra da, nerede baharsa mevsim, ro­tasını oraya çevirip içindeki eski baharla­ra koşan bir gezgin gibi "Bahar getirdim sana" deyin, baharın elinizde olduğunu
unutmadan...Onun gözlerindeki ırmağa baktığınızda kendinizi göreceksiniz; dikkat edin de hayran olup düşmeyin! Düşüp bahar kokulu bir çiçeğe dönüşmeyin..."

Can DÜNDAR.
Resim:Clauda theberge

Devamı Buradan ...>>

20 Kasım 2009 Cuma

AĞAÇ BABA, SAPANCI ve SAPANCA GÖLÜ efsanesi.

Bir gün, Adapazarı'nın güneyindeki Erenler tepesinde oturan, gözünü dünyaya kapamış, gönlünü aşk ve sevgiyle doldurmuş erenlerden bir eren olan AĞAÇ BABA diye bir zat yaşarmış. Bu ihtiyar bahar gelince ormandaki çalı-çırpıyı toplar, yeni yeni fidanlar yetiştirir, ağaç büyütürmüş. Bir gün dağdan kasabaya inmiş. Selam vermiş, selamını almamışlar, konuk olmak istemiş, kimse "buyur" etmemiş, hangi kapıyı çaldıysa yüzüne kapanmış, bu fakir, fakat gönlü zengin adama bir bardak içecek su bile veren olmamış. Derviş gönlü bu, bir kırıldı mı onarılmaz, onarılsa da faydası olmaz. Akşama değin yorgun-argın, aç-susuz kasabayı terk ederken, ötelerde küçük bir kulübeden sızan mum ışığına doğru yönelmiş, “bir de bu kapıyı çalayım, belki bir gönül yoldaşı bulurum “diye düşünmüş. Bu, kasaba halkına sapan yaparak geçimini sağlayan fakir bir SAPANCInın iş yeriymiş orası.

Kapıyı çalmış… Az sonra sapancı güler yüzle konuğuna açmış kapıyı:
“Buyurun, hoş geldin, safa geldin. Ocaktan tencereyi şimdi indirdim. Bir konuk göndermesi için Tanrı'ya niyaz ediyordum,” demiş. Ağaç Baba memnun, başköşeye oturmuş. Sapancı sofrayı kurmuş, nesi var, nesi yoksa dervişin önüne getirmiş. Yemekten sonra, içi talaş dolu yatağını sermiş, konuğunu yatırmış. Sabah, erkenden kalkmışlar. Derviş, sapancıdan izin istemiş, sapancı da onu karşıdaki tepelere kadar uğurlamış. Dönüşünde bir de ne görsün? Kasabanın yerinde koca bir göl var. Ne ev-bark kalmış, ne tarla-saban. Koca göl, hepsini bir anda yutuvermiş. Kendisinden başka hayatta kimsecikler yok. Dervişin ahı tutmuş zahir diye düşünülmüş, kırılan bir gönül, bir kasabaya mal olmuş yani. O günden sonra, işte bu koca göle SAPANCA adı verilmiş.
Adapazarı'nın Erenler Tepesi, aynı zamanda Ağaç Baba'nın yattığı yerdir.. Ağaç Baba'nın diktiği fidanları koparan, ya da yetiştirdiği ağaçları kesenlerin elleri kurur, bu yüzden kimse ormanlara el süremezmiş.
Ölürken, Ağaç Baba;
“Benden sonra, çocuklarınızın mutlu, topraklarınızın verimli olmasını istiyorsanız ağaçlarıma dokunmayın. Benim hayır duamı almak, dünya ve ahiretinizi mamur etmek istiyorsanız ağaç dikin...”diye Sapanca halkına vasiyet etmiş.

Not: Sualtı arkeologlarından Ali İlker Tepeköy Ekim 2008 de ekibiyle sualtı dalışları neticesi Sapanca gölü dibinde 3X4 metre boyutlarında düzgün kesilmiş yerel taşlarla inşa edilmiş bir kilise kalıntısı olduğunu tespit etmiştir. Bu kalıntının sular altında kalan kasabanın kilisesi olmadığını kim söyleyebilir?

Resim:sapancam.blogcu.com'dan alıntı.

Devamı Buradan ...>>

26 Temmuz 2009 Pazar

ZEUS, HERA, IO














Geçmiş zamanlarda Yeryüzünde ölümlüler ve ölümsüzler diye sınıflandırılmış insanlar yaşardı. O zamanlar tek tanrı değil yer ve göğün ve herşeyin yönetiminden sorumlu çok tanrılar vardı. Aynı şimdiki devlet yönetimindekiler gibi yukardan aşağı bir hiyerarşi, emir komuta zinciri sürüüüp giderdi…
ZEUS’tu, Tanrıların başı, HERA da onun karındaşı... Hera, Afrodit’ten bile güzel bir kız, dağlarda korkusuzca yaşardı sütannesinin adı Markis. Bir kış günü otururken ıssızda soğuktan üşüdü birden,. İşte o dağlarda o an, omzuna titreyen bir GUGUK kuşu kondu. Hera, acıyıp kuşa başını ak göğsüne yatırıp avuttu. Oysa bu guguk kuşu yüce Zeus’du… Her kılığa girebilirdi O..
Zeus ne yapıp edip evlenmeye ikna etti Hera’yı sonunda. Düğünlerine yer ve gökteki tanrıların hepsi hazırlandı. Perilerin hepsi düğüne hediyeleriyle geldi. Gelmeyen tembelliğinden bir tek Khelone kalmıştı geriye. Hera, içerledi, buna çok. Onu kaplumbağaya çevirdi, hantallığının cezasıydı bu. Gel zaman git zaman

Zeus’la evlilikleri mutlu mesut sürerken, Zeus’un gözüne bir güzel kız ilişti o dem, işte o zaman aklı başından gitmişti. Hera’ ya görünmeden gökyüzünden yere uçmuştu.
O sıralar Finikeli kral yarı Tanrı İnakos’un kulağında bir ses :
“At kızını evinden yurdundan dışarı
Gitsin Tanrı’lara kurbanlık koyun gibi
Dolaşsın Dünyanın dört bir yanını
Yoksa Zeus yok edecek senin bütün soyunu” diyordu. IO; İnakos’un biricik kızı, emir Tanrılardan geliyordu belli ki, bilmiyordu ki ne yapıp ne etmeli? Bir gün derin uykularından uyandı güzel kızı IO, “babacığım bir rüya gördüm “dedi. Kulağıma bir ses;
“Ey mutsuz genç kız, niçin yalnızsın?
Erkeklerin en yücesi özlerken seni
Kalk çabuk baba evinden ayrıl
Çayırlıkta yüce Zeus görsün seni!”diye fısıldıyordu dedi.
IO kırlarda sesin sahibini aramaya çıkmışken, Zeus göründü zeytin ağacının ardından. Zeus onu daha önce görüp sevmişken, IO ise habersizdi bütün bu olanlardan. Kaçmak ne mümkün? Yüce Zeus kavramıştı IO’nun belinden. Bu arada göklerden aşağıya bir baktı Tanrıça Hera, kocası yeryüzünde bir kızla oynaşıyordu. Tam eteklerini toplamışken Zeus fark edip Hera’yı IO yu korumak için son nefesiyle üfledi üstüne kara bulutları.

O arada IO baktı ki eli ayağı değişmiş, ak bir beyaz öküze dönüşmüştü bedeni. Duman dağıldığında Hera etrafta herhangi bir kadın göremeyince, bir an için rahatlasa da, dikkatini çekti saf saf bakan öküzün gözleri. IO’yu bir zeytin ağacına bağladı Hera, başına da 100 gözlü Argos’u dikti bekçi. Koca Zeus hiç boş durur mu? Çoban kılığına sokup Hermes’i, Argos’a kavalıyla ninniler çaldırıp masallar anlattırdı. Gözlerinin yarısı açık yarısı uyurken açıkgözleriyle öküzü gözlüyordu Argos.Az zaman sonra dayanamayıp birden derin uykulara daldı. Hermes o an onu oracıkta öldürdü. Olanlara şaşıran Hera keder ve üzüntüyle, sevgili kuşu tavusun kuyruklarına Argos’un 100 gözünü serpti. Öfkesi ikiye katlanmışken Hera, öküzü serbest bırakıp kendisine bir AT SİNEĞİ musallat etti. Sinekten kaçayım derken IO ne karnını doyurabildi, ne uyuyabildi. Bütün ege kıyılarında koşup (İyonya’da),deli gibi BOĞAZİÇİ'ni (ÖKÜZ GEÇİDİNİ)geçip Kafkasya’ya ulaştı. O koşarken ayaklarının altından toprak kopuyor adalar oluşuyor, boğazdan (Bos-horus)geçerken iki kıta birbirinden ayrılıyordu.

Kafkas dağlarında zincirlenmiş Prometheus’la karşılaştı IO, merak edip sordu, “neden zincirlisin, neden ciğerlerini kartallar yiyor “diye. Prometheus baktı ki konuşan bir inek, dedi ki;” Belli ki Tanrıların gazabına uğramışsın sen, başından neler geçti, önce anlat sen!”Anlattı bir bir IO, başından geçenleri, gözyaşlarını bile kendi silemedi. İnsanlara ateşi armağan ettiği için cezalandırılan Prometheus, geleceği görenlerden kendisi… Zavallıyı avutmak istedi ve olacakları bir bir beyaz öküze anlattı.

“Mısır’da Nil nehri kıyısına varacaksın” dedi,
“Orada Zeus verecek sana insan kılığını geri,
Epophos adlı karnındaki oğlu doğuracaksın,
Şunu bil ki bu çocuk senin soyundan,
Yiğit cesaretli biri olacak O
Ve kurtaracak buradan beni.”

Resimler Alıntı:Pieter lastman ve homepage.mac.com'dan
Mitolojiden masallaştıran: Dilek yani Tontini

Devamı Buradan ...>>

14 Temmuz 2009 Salı

MEDUSA, ATHENA, POSEİDON


Dünya kuruldu kurulalı GÜZELler hep kıskanılmış. Türlü hile, entrika ve dolaplarla oyunlara getirilmiş. Güzeller güzelliklerinin kendilerinden olmadığını bilememişler “güvenme güzelliğine bir sivilce yeter” sözünü o zaman duymadıklarından, kâinatın hâkimi gibi gezinip sudaki akislerine bakıp bakıp böbürlenmişler. Hani eskiler der ya;” tahrik ve teşvik eden suçu işleyen kadar suçlu diye!”Yalnız güzellik mi kıskanılan, çatlatır insanoğlunu haset ve fesattan TEVAZU dışında her erdem. Bu Hikâye de böyle bir şey işte:
Çağlar öncesi eski Yunanda Olympos Tanrıları büyük bir şehir kurmak istemişler:
Toplamışlar jüriyi “şehre bir kral lazım önce “demişler.

Nasıl etmeli, yarışma düzenlemeli:
“kim verirse bu şehre en güzel insanlığa yararlı hediyeyi, o başa geçirilmeli yüce KRAL işte O seçilmeli." Yüce Jüpiter başparmağını kaldırmış göğe sonra indirmiş toprağa ve başlatmış yarışmayı, türlü hünerler sergilemiş nice kahramanlar. Oylamalar devam ederken Tanrıların başı yüce Zeus’un kardeşi “denizler, depremler, atlar tanrısı” Poseidon atlamış meydana.3 başlı mızrağını yere vurduğunda yarılmış yer, yağız bir beyaz AT çıkmış ortaya.
İşte demiş Yüce Poseidon “Bu gördüğünüz evcil bir attır; insanı istediği yere yorulmadan götürür. Savaşlarda en yakın dostu ve arkadaşı olur insanın, üstünde taşıdığını kahramanlık makamına kavuşturur.”Atın şaha kalkıp kişnemesiyle; Gözler fal taşı gibi açılıp ak büyü ile büyülenmiş yüzler. Bütün jüri ayağa kalkmış heyecanla…
Zeus’un kızı çılgın bakire Athena; kalkan ve baykuşu ile çıkmış alana, alaylı küçük bir gülümseme dudaklarında, saplamış mızrağını hışımla toprağa. Meraklı yüzler topraktan büyüyen filize döndürmüş gözlerini, filiz büyüyüp ağaç olup meyve verene kadar gizleyememişler hayretlerini. Athena’nın gür sesiyle bozulmuş sessizlik. İşte demiş:
” İnsanlığa en yararlı kutsal ağaç BU! ZEYTİN ağacıdır adı. Ondan yiyip şifa bulacaksınız, yağını yakıp aydınlanacaksınız.” Jüriden bir alkıştır kopmuş, oy çoğunluğuyla o an Athena’yı şehrin sahibi seçivermişler. Bu şehrin adını da şu an bildiğimiz ATHİNA koymuşlar.
Bir kadına hatta Zeus’un kızı, öz yeğenine yenilmeyi kabul edemeyen koca Poseidon işte o zaman hırs ve gücüne yenik düşüp, 3 uçlu yabasını fırlatmış denizlere, gömmüş ATLANTİS’i suların en dibine.
Athena’nın Athina’daki tapınaklarının birinde, biri MEDUSA diğerleri Euryale ve Stheno adında 3 kız kardeş yaşarmış. Medusa o kadar güzelmiş ki, Tanrılar bile zaman zaman onun peşinden koşturur, tanrıçalar bile sadece onun güzelliğini kıskanırmış. Tanrıça Athena ( Zeus’un en çok sevdiği kızı) da onun güzelliğinden rahatsız, için için bu güzele diş bilermiş. Medusa ise söylentilerden habersiz, her zaman tapınakta ve duasında ibadetindeymiş sessizce. Dillerden dillere anlatılan bu güzellik Poseidon’un da kulağına gelmiş bir gün. Kendini dünyanın hâkimi sanan Athena’ya yenilgisini hazmedemeyen Poseidon bir gün mabede gelip Medusa’yı görmesiyle yüreğine bir aşk düşmüş, sanki büyülenmiş. Gel zaman git zaman bu güzellikten öyle başı dönmüş ki bir gece vakti zorla MEDUSA’ya sahip çıkmış işte.
Çok geçmeden duyulmuş tüm olanlar, taa Athena’nın kulağına kadar gelmiş dedikodular.

Bu durumu kendisi için aşağılayıcı bulan Athena, Medusa’yı gorgon yaparak cezalandırmış. Onu çok çirkinleştirip, o güzelim saçlarını yılana dönüştürmüş, artık yüzüne bakanlar taş kesilmekteymiş. Öfkesi geçmeyen ölümsüz Athena iş birliği yaparak bu sefer Medusa’nın başını kestirmiş üvey kardeşi Perseus’a. Başı kesildiği anda Medusa’nın Poseidon’dan olma çocukları Pegasus ve Chrysar gövdesinden fırlamış dışarıya. Medusa’dan sıçrayan kandamlaları Libya çöllerine düşüp birer yılana dönüşmüş.
Perseus, Medusa’nın kesik başını alıp gitmiş. Athena ise Medusa’nın derisini yüzüp Aegis’in markası yapmış. İki damla kanını da kral Erichthonius’a armağan edip, bu iki damla kandan birini öldürücü zehir, diğerini ise tüm hastalıklara deva panzehir yapmış.
Bugüne kadar Medusa anlatılmış güzelliği ve bakışıyla taş etmesiyle,
Athena; anlatılmış cesareti bakireliği ve kahramanlığıyla…
Poseidon ise; Tanrıların tanrısı denizler ve depremler tanrılığıyla…
Ben de anlatmak istedim size onları en güncel hırs öfke ve var olan kıskançlıklarıyla.

Hatalarım var ise affola.

Devamı Buradan ...>>

19 Nisan 2009 Pazar

BİR KUŞUN ACI YAKARIŞLARI



"Pepu.........
Keku..................
Kamgeral.........
Mıgerd................
Kamçişt...........
Mıçişt..........
Kamşut................
Mişut............
Axaxax"...............

Yukarıdaki sözleri birkaç kez hızlı hızlı tekrarladığınızda kuş sesi çıktığını göreceksiniz. Munzur dağı eteklerine gideniniz varsa, Hatta bu kuşu tanıyanınız bile olabilecek aranızda aslında.
Kuşdili bilenler bilir diyor ki: Ah baba kim öldürdü? Ben öldürdüm. Kim yıkayıp gömdü? Ben gömdüm.Ah.ah.ah….

Cemreler toprağa düştükten sonra BAHAR geliverir dağlara, ovalara, kırlara ve ardından yüreklere. Önce kardelenler, nergisler, süsenler kaldırır bükülmüş boyunlarını gökyüzüne, ardından laleler, nergisler, papatyalar, kır karanfilleri, gelincikler, yabangülleri. İç gıdıklayan kokularını etrafa yayarken, renk renk ışıklarını sulara aksettiriverirler. Ağaçlar kuru dallarını uzatır gerinir yeşerirler birden.

Baharın gelmesiyle birlikte kuşlar daha bir neşeli öter, daha bir neşeli uçar gökyüzünde. Dereler daha bir sevinçle akar, yeni doğan kuzuların atlayıp zıplamalarıyla güzelleşir yaylalar, daha bir coşkuyla eser rüzgâr.
Her bahar nasırlı ellerin toprağa attığı tohumlar, yeniden yeşerme sürecine dönüşünce, doğa yeniden dirilir. Bir serin şebnem, güneşin de etkisiyle kendini yeniden doğurur. Derin uykusundan uyanır doğa. Umutsuzluğu ortadan kaldırarak aydınlığını, güneşe yönelen gülüşlerini saçar evrene.
Kenger; karların erimesiyle yetişen en önemli bitkilerden biridir Anadolu’da. Bir taraftan soyulup yenilir, yemeği yapılır, diğer yandan sakızı toplanır. Kenger sakızıyla da meşhur bir bitkidir, üzerine türküler bile yakılmıştır. Kengeri, önemli yapan bence tüm bunlardan da öte acıklı efsanesidir.
Munzur dağı eteklerinde cemrelerin düşmesini bekleyen, fakir evlerinde mutlu mesut yaşayan bir aile varmış. Bir Oğlan bir kız çocuklarını masallar, şefkat sevgi ve şarkılarla büyütüyorlarmış. Ancak kışın soğuk ayazından etkilenen anacıkları ateşlenmiş ve ne olduğunu bilemeden aile, güzel anaları bahara varmadan kapamış gözlerini. Çocuklar küçük, babanın gözleri yaşlı. Köyde yalnız kısır bir kadın yaşarmış “al bu kadını, çocuklarına ana, sana eş olur” demiş köyün yaşlıları. Baba evlenmiş te üvey anneleri kısır olduğu ve de çocuğu olmadığı için çocukları hiç sevmez, düşmanca davranırmış. Fırsat buldukça kötülük eder, elinden gelen her zulmü yapmaktan geri durmazmış.
Hele babaları evden çıkınca vay haline çocukların, onlara türlü türlü eziyetler eder rahat yüzü göstermezmiş. Çocukları gece gündüz çalıştırıp, döver ve kimseye anlatmamaları için de korkuturmuş. Zavallı çocuklar bütün bu kötülüklere rağmen yine de babaları üvey annelerinin yaptıklarına inanmaz diye çaresiz her eziyete katlanarak yaşamlarını sürdürme çabası gösterirlermiş...
Günlerden bir gün; Babalarının evde olmadığı bir bahar günü, üvey anneleri iki kardeşe torba, bıçak ve kazma vererek, dağa kenger toplamaya göndermiş. İki kardeş sabah erkenden evden ayrılarak kenger toplamak için dağın yolunu tutmuşlar. Abi bir bir topladığı kengerleri kardeşinin sırtında taşıdığı torbaya koyarmış ve böylece de hava kararmaya başlayıncaya kadar kenger toplamışlar. Artık köye dönmek üzereyken abi, kız kardeşinin sırtında taşıdığı torbanın dolup dolmadığını anlamak için torbayı yere indirip bakmış ki ne görsün, torbada bir tek kenger yok. Bu duruma şaşıran iki kardeş, ’Sabahtan beri topladığımız kengerleri gizli gizli yedin değil mi?” Biz şimdi eve nasıl döneriz? üvey annemiz bizi öldürür!.. ’ deyip çıkışmış kardeşine.

Kardeşi ise ’Hayır ağam, bana yemem için verdiğin bir tek kengerin dışında yemin olsun ki yemedim!’ demiş. Ancak abisini bir türlü inandıramamış. “ağam eğer hala bana inanmıyorsan istersen karnımı aç da bak!” demiş. Abisi almış bıçağı karnını yarmış bakmış ki kendisinin verdiği bir kengerin dışında midesi bomboş kardeşinin, meğerse kengerleri o yememiş!... Kardeşi doğru söylemiş. Kardeşinin karnını dikmeye çalışmışsa da kardeşi oracıkta ölmüş.

Gidip torbaya tekrar bakmış ki torbanın dibi delik ve sabahtan bu yana topladıkları kengerlerin döküldüğünü anlamış. Meğer üvey anneleri onlara (akşam kötülük etsin diye) dibi delik torbayı vermiş.

Kardeşine inanmamakla hata yapıp onun ölümüne sebep olan abi, bu acı ve vicdan azabıyla neye uğradığını şaşırmış ve orada bulunan pınarın suyuyla kardeşini yıkayıp ağlaya ağlaya gömüvermiş. Gömütün yeri belli olsun diye de başucuna bir fidan dikmiş.

Eve döndüğünde kardeşini soran babasına. “O biraz yoruldu oduncularla gelecek” demiş. Oduncular gelmiş, çocuk gelmemiş.
“— Nahırla gelecek demiş.”
Nahır da gelmiş, ama çocuk yine yok.
“— Davarla gelecek”
Davar da gelmiş çocuk hala ortalarda yok.
Genç oğlan bir yandan baba korkusu, diğer yandan vicdan azabıyla kıvrılmış, yanmış, tutuşmuş parça parça olmuş yüreciği.

Kardeşine inanmamakla hata yapıp onun ölümüne sebep olan abi, bu acı ve vicdan azabıyla Allah’a yalvarmaya, dua etmeye başlamış. ’Allah’ım beni pepuk kuşu yap bu dağlara sal ki dünya döndükçe dağlardan dağlara kardeşim diye seslenip durayım!...“

Efsane bu ya o gece delikanlının dileği kabul olup, pepuk kuşu oluvermiş ve gidip kardeşinin başucundaki ağaca konup o hep kardeşi için seslenip durmuş. Ve işte o gün bu gündür bu genç pepuk kuşu olarak dağlarda oradan oraya dolaşarak, kardeşini öldürdüğü için herkese kendini ihbar eder dururmuş Ax-kekko, ki küşt, ki suçtü,çalger min çalgır ax,ax,ax.
İşte kardeşinin ölümüne sebep olan pepuk kuşunun acıklı ötüşü …
Sevgilerimle.

Devamı Buradan ...>>

30 Mart 2009 Pazartesi

ÇIRAĞAN SARAYI ve DERYANIN DALGASI


Çerağan Safaları nedeniyle adı (mum gibi yanan, parıldayan)olan Çerağan yalısının gizemli hikâyesini bilenleriniz var mı bilmiyoruz ama topladığımız söylenceleri sizlere aktarmadan edemedik. İlk defa kasır ve köşklerin bölümleri 4. Murat’ın kızı Kaya sultan adına 1719 da yapılmış. Daha sonra 1834 de eski kasır ve köşkler yıkılmış, yerine yenisi yapılmış.
Daha önceleri 1613 yılında şimdiki Çırağan sarayının bulunduğu yerde Beşiktaş Mevlevihanesi bulunmaktaymış. Sarayın inşaatı başlayınca Mevlevi tekkesi istimlâk edilmiş, yüz senedir devam eden tuhaflıklar ve uğursuzluklar işte bu istimlâkle başlamış. Zira Mevlevihanenin mezarlığının nakledilmesi unutulmuş 12 Mevlevi dedesinin mezarı sarayın bodrumunda kala kalmış.
1839 da 2.Mahmut sarayın bitimini görmeden son nefesini vermiş.
Sultan Abdülaziz Eylül 1871 de yapılan resmi açılış töreninde

ayağı tökezleyip düşme tehlikesi geçirmesini hayra yormayarak resmi açılış gerçekleşememiş.
Sultan Aziz 5 sene sonra tahtından indirilip Feriye saraylarına götürülmüş ama birkaç gün sonra öldürülmüş.
Yerine geçen yeğeni 5. Murat tahtından 93 gün sonra indirilip, Çırağan’a kapatılmış. 1878 Mayısında Sultan Murat’ı yeniden tahta çıkarmak isteyen gazeteci Ali Süavi Çırağan’a girmesinden birkaç dakika sonra kafası sopayla kırılarak öldürülmüş.
5. Murat Çırağan’da 28 yıl hapis yaşayıp 1904 de saraydan cenazesi çıkmış.
1908 de 2.Meşrutiyet ilanıyla Çırağan Meclis-i Mebusan binası olmuş, 19 Ocak 1910 gecesi çıkan yangınla saray yanıp sadece dış duvarları kalmış.70 yıl enkaz halinde öylece kalakalan Çırağan'ı düzinelerle işadamı otel yahut müzeye dönüştürmeye kalksa da hiçbiri becerememiş. Eskiyi bilenler,”12 Mevlevi dedesinin mezarları bodrumda durduğu sürece, değil inşaat yapmak enkaza çivi bile çakamazsınız” demişler. 1980 yılı sonlarında uluslararası bir konsorsiyumla enkazın üstüne otel yapılması konusunda anlaşmaya varıldığında mezarlar hala bodrumdayken inşaat başlamış, ama peş peşe çıkan yangınlarla, şirketlerin bazısı krize girmiş. Restorasyonun parasını sağlayan BCCI bankası da iflas etmiş.
İflaslar sonrası ihale el değiştirip, mübarek 12 Mevlevi DERYA’ sının mezarı 1986 Temmuz ayında tüneldeki Galata Mevlevihanesine nakledilince artık engeller yani dalgalar durulmuş ve inşaat kazasız belasız tamamlanabilmiştir. Bunlar bizim duyduklarımız, ya duymadıklarımız? Kulaktan kulağa aktarılmamış olanlar…….Onları da duyanlar söylesin.
İşte Mevlevi Dedelerinin ve muhteşem Çırağan Sarayının 300 yıllık gizemli hikâyesi.

Devamı Buradan ...>>

17 Mart 2009 Salı

ABDAL MUSA ile KAYGUSUZ ABDAL


Antalya’nın Elmalı ilçesinde, Abdal Musa diye bilinen bir evliya varmış zamanın birinde…

Hak arayan, nereden gelip nereye gittiğini bilmek isteyen gelirmiş mübareğin kapısının eşiğine..Ham olanlar pişer, pişenler olurmuş yanı başında bir şekilde.Bir gün Alara beyinin oğlu Gaybi düşmüş bir geyiğin peşine geyik kaçmış o kovalamış okunu atmış yaralamış.Geyik kaçmış seke seke yaralı… Avcı kovalamış dağ tepe görmüş bir kulübe dalmış içeri. İçeride oturur bir ihtiyar ay yüzlü. Gaybi;
”Avımı kaybettim “demiş, “kolunun altı oklu, “
“Görsen tanır mısın okunu” sorusunu sormuş ihtiyar,
“Tanırım “demiş Gaybi. ? Göstermiş ay yüzlü kendi koltuk altını,
Avcı: Ne görsün? İhtiyarın göğsünde kendi oku saplı.
Tövbeler getirip

öpmüş ihtiyarın elini eteğini; olmak istemiş o muhterem zatın talibi.Gaybi'nin Kaygusuz abdal olmuş bu ikinci doğuşundaki adı. Gel zaman git zaman pişmiş talip, canlar uyandırmak için görevlendirilmiş, yanına 40 derviş alıp yazılmış Mısır’a gitme fermanı.Kendi seçmek istemiş dervişleri,bakmış eline yüzüne önce, görememiş özlerini..Dönmüş gelmiş yine pirinin eteğine demiş;
“Sen kimler uygunsa onları ver yanıma… Ben benlik getirdim yine kendim seçerim sandım her birini, bilemedim imanlarının eksik, birlik bilincinden mahrum daha ham olduklarını.”

Neyse seçilmiş kırk kişi biri kırk kırkı bir olarak çıkmışlar yola zemheri ayı. Söğüt ağacından elma toplayıp yemişler, sahile ulaşıp yapmışlar sallarını. Mısır kıyılarına az kala Kaygısız Abdal demiş:
“Bu diyarın padişahının sağ gözü görmez, sizin de sağ gözlerinizi bağlamalı.”Sevmiş halk bizimkileri, ulaşmış bir gün Sultana bu kırk dervişin haberleri. Sultan:
”Neden bağlıysınız gözlerinizi “diye kükremiş. Bizim dervişler demiş:
“Efendimiz; sizin gözünüz bağlıyken icabetmez bizimkilerin açık olması” Ama
“İzin veriniz “demiş dervişler “dilerseniz biz okuyalım size bir dua, açsın gözünüzü Hikmet-i hüda.”sonunda açmış gözlerini Mısır’ın sultanı.
“Dileyin benden ne dilersiniz?” sözüne: bir öküz derisi kaplayacak yer istemiş bizim dervişler arzu etmişler orada yurtlanmayı.
Gel zaman git zaman Padişah davet etmiş saraya Kaygusuz Abdal dervişleriyle memleketin SOFTAlarını, un serptirmiş beyaza bulatmış sarayın merdivenlerini. Softalar saraya ite kaka girmişler bir birlerini. Bir kişinin ayak izine basarak çıkmış Kaygusuz’un yol kardeşleri kırkı bir kişi gibi. SOFTAlar masalarda upuzun kaşıklarla döke saça yiyememişler bile yemeklerini. Bizim dervişler ne dökmüşler yerlere tek bir hoşaf damlasını, ne de bir pirinç tanesini. Uzun kaşıklarla karşılarındaki dostlarına yedirmişler, bu arada da tatlı tatlı etmişler muhabbetlerini.Tek bir kişi gibi,gülbenk çekip ayrılırken saraydan, Padişah izlemiş hayranlıkla kendilerini. Niyaz alıp çıkan birinci dervişe sormuş;”
“Bu ne düzen bu ne intizam hayran oldum her birinize acaba sizin başınız kimdir ki?”
“Arkamdaki haşmetmeap “demiş her biri. Sonunda En sonuncu dervişe gelmiş sıra: O da tevazu ile demiş;
“BAŞIMIZDIR EN BAŞIMIZDAKİ…”

Devamı Buradan ...>>

11 Mart 2009 Çarşamba

PHİLEMON ile BAUKİS/IHLAMUR ve ÇINAR AĞACININ efsanesi



Sevenler ölmez derler, aşk yok olmaz.
Diledi mi iki sevgili ayrılmamayı
Gök dürülür, gün bükülür yer yarılır.
Başarır iki âşık dimdik el ele kalmayı.

Efsane bu ya…
Zamanın birinde yaşarmış iki ihtiyarcık Bergama’da
Gelmişler ihtiyarlık yaşına mutlu mesut yaşaya yaşaya
Sıkılmış Zeus’la Hermes bir gün inmişler ovaya
Kıyafetlerini değiştirip girmişler insan kılığına.
Çalmışlar kapılarını evlerin bir bir açılır belki olur ya!
Heyhat köyde çalınıp da açılan bir tek kapı olmamış
Zeus:”bu ne yabanilik, bu ne insanlık dışı davranış” demiş.
“Ölsek acımızdan meğer bir damla su verenimiz olmazmış”
Hermes’le çıkmışlar bir dağın tepesine, görmüşler
Fakir mi fakir eğri büğrü dökülen bir kulübe.
Onlar çalmadan açılmış içli içli gıcırdayan kapı
Güvercinler uçmuş, tavuk kedi koyun köpek
Hep birlikte Yaşarmış içerde besbelli.

Dört gülen göz tebessümle karşılayıp
Buyur etmişler misafirlerini içeri.
Ellerine sular dökülmüş, peşkirler tutulmuş
Yemekler önlerine gelmiş.
Şarap testisini getirmiş Philemon neden sonra
İçilmiş şaraplar ama boşalmamış testisi.
İki sevgili birbirine göz etmiş;
Baukis demiş:” bunlar basbayağı Tanrı”
Eyvah demiş karısına “sakın bir hata yapmamalı.”
Tanrı’lar karı-kocayı tepeye çıkarmış bir zaman sonra,
Bakmışlar ki köydeki tüm komşuların evleri sular altında.
Zeus görünce korktuklarını iki yaşlı aşığın,
Demiş ki: “dileyin benden ne dilersiniz, onu söyleyin”
İkisi bir ağızdan getirmişler dileklerini dile
Demişler:“ayırma bizi birbirimizden bir gün olsa bile,
Birlikte yaşayalım, hatta aynı anda birlikte ölelim bile”

Ihlamur ve çınar iç içe, Zeus o gün vermiş emrini:
Tek gövdeli ağaca dönüşüvermiş iki sevgili..
Bergama’ya düşerse yolunuz bir gün, hele mevsim de baharsa,
Ihlamur kokusuna yürüyün yavaşça
Şifa saçan Philemon’u göreceksiniz
Büyük aşkı Baukis’le yan yana...
Benden de âşıklara selam olsun,
Yazdığım efsanede hata varsa affola…

Devamı Buradan ...>>

27 Şubat 2009 Cuma

TİLKİ HÖYÜK KÖYÜ kurucusunun hikayesi


Saf ve temiz Anadolu köylümüzün İnsana ve insanın dilinden söylenen söze inancının çok güzel bir örneği olan bu hikayeyi okuduğumuzda bizi çok duygulandırmıştı. Sizlerle de paylaşmak istedik.Bu gün bile, güzel vatanımızda bir aldatan varsa; sözlere inanıp, görünüşte aldanan milyonlarca insan var.Ama gerçek şu ki; kendini akıllı sanıp aldattığını sanan mı daha aptal, yoksa insan görünene inanıp temiz yürekle inanan mı?Görelim bakalım Mevlam neyler; neylerse güzel eyler...

Tilki Höyük köyü, Kangal’ın batısında ve ilçeye 45–50 km. uzaklıkta bulunan küçük fakat şirin bir köydür. Bu köyün alt yamacında yine kendisi gibi küçük, fakat ilkbahar ayları taşkınlıklar yapan bir derecik akar.
Efsaneye göre zamanında bu köye ilk yerleşen adam, üç kızı ve karısıyla yalnız başına yaşar ve çiftçilikle geçinirmiş. Tarladan döndüğü bir ilkbahar günü kızlarıyla karısını, derenin kenarında ağlaşırken görmüş. Dövüne dövüne ağlayan karısına ve kızlarına ağlamalarının sebebini sormuş. Büyük kız hıçkırarak anlatmaya başlamış.

“—Ben kocaya varırsam, çocuğum olursa, yürümeye başlarsa, sizi görmeye gelirsem; çocuğum da bu çayın kenarına gelir de düşer boğulursa… Vah benim başım, talihsiz başım…”
Diğerleri de bir ağızdan ona katılmışlar:
“- Değil mi ya?
Ah bizim talihsiz kız, kaderi kara yazılan yavrumuz… Ah!...”
Birbirlerinin boynuna sarılıp ağıtlar söyleyerek ağlamışlar.
Olan bitenleri sabırla izleyen baba, onlara sormuş:
“- Bitti mi?”
“- Bitti…” Diye cevap vermişler.
Babaları:
“- Tuuu… Allah belanızı versin… Aha ben gidiyorum, sizlerden aptalını buluncaya kadar köye dönmeyeceğim…” Demiş.
Bir turşu küpünün alt tarafını kırarak, üstü ile yola çıkmış. Nihayet bir köye varmış. Altı olmayan, iki tarafı açık küpü havaya dikip bağırmaya başlamış:
“- Antika satıyorum… Antika satıyorum…
“Kadının biri önünü kesip sormuş:
“- Bu ne antikası?”
“- Adam, bak”,demiş.
Küpü havaya dikip kadına göstermiş:
“- Bak, şunu dikip içine bakınca gökyüzünü, geceleri de yıldızları görürsün…”
Kadın, kocasının sakladığı on altını verip küpü almış. Az sonra kadının kocası çıka gelmiş. Kadın, kocasını sevinçle karşılayıp, on altına satın aldığı küpü gösterip:
“- Bak demiş, bütün altınlarımızı verip bunu aldım. Antika bu… Antika bu… Bunu dikip yukarıya baktın mı gündüz gökyüzünü, gece yıldızları görürsün…”
Kocası, kadının elinden küpü kaptığı gibi yere çarpmış; saçına yapışıp kafasını yukarıya kaldırmış:
“- Bak bakalım gökyüzünü görüyor musun?”
“- Görülmeye görülüyor ya küpün göstermesi başkaydı, diye söylenmiş.”
Kocası atına atladığı gibi altınları alan adamın peşine düşmüş. Epey sonra yetişmiş.
“- Selam ey yolcu… Buradan elinde on altın bulunan bir adam geçti mi?”
“- Aha şimdi önümden geçti, demiş; adam kurnazca. Fakat siz ona yetişemezsiniz ki…”
“- Niye? Diye, kızmış altının sahibi”.
“- O yayan, siz atlısınız da ondan…”
“- Amma da yaptın, at daha çabuk gider ya…”
“-Gider gitmesine ya, o iki ayaklı olduğundan hemen çabucak “Bir, iki… bir iki…” der, gider. Senin atın dört ayaklı, “Biiir. İkiii… üççç… dörttt…” diye gidecek ki yetişmesine imkân yok.”
“- Doğru, demiş adam; at sende kalsın, dönüşte alırım”.
Atından inen adam gösterilen tarafa koşmaya başlamış. Beriki yönünü değiştirerek bir başka köye gitmiş.
“—Tavuk alıyorum… Pahalı tavuklar alıyorum, diye bağırmış.
Yine önüne bir kadın çıkmış
“-Bende kırk tavuk, bir horoz var… Alır mısın?” Demiş.
Kadının evine varıp pazarlığı yapmışlar. Kadın kırk tavuğu yakalayıp denk etmiş, adama vermiş. Fakat bütün çabalara rağmen horozu yakalayamamış.
Adam:
“-Canım, demiş; niye kendini boş yere yoruyorsun. Ben şimdi tavukları alıp gidiyorum. Eğer bunların bedelini getirirsem horozu verirsin, yok getiremezsem, horoz senin olsun.”
Kadın:
“-Hay Allah senden razı olsun; deminden beri boş yere yoruldum durdum,” demiş.
Adam tavukları alıp gitmiş. Biraz sonra tavukları satan kadının kocası gelmiş. Karısı, koşarak karşılamış.
“-Gözün aydın, demiş; tavukları bir pahalı sattım ki…”
Adam memnun olmuş.
“-Ver bakalım paraları, “demiş.
“- Para alamadım ki!...”
“- Niye?...”
“Horozu vermedim. Parayı getirmezse horoz bizim. Yok tavukların bedelini getirirse horoz onundur. Ben enayi miyim? O, parayı tıpış tıpış getirecek…”
“-Allah’ın sersemi diye bağırmış kocası hiddetle… Horoz eskiden de bizim değil miydi?”
“- Aboooo! Doğru ya…” demiş, kadın boynunu büküp.
Onlar çekişe dursun, tavukları alan adam kendi karısıyla kızlarından daha aptalların bulunduğu sevinci içinde köyüne dönmüş.

Ve şimdi o tek ev, 45–50 hanelik şirin bir köy olmuş. Hepsi de birbirinden akıllıymış. Adamın tilki gibi kurnaz oluşu nedeniyle de köyün adı Tilki Höyük olmuş.

Devamı Buradan ...>>

22 Şubat 2009 Pazar

DEFNE AĞACININ EFSANESİ


Güzeller güzeli DAPHNE gözyaşlarıyla yalvarmış;

-"Ey toprak ana, beni ört, beni sakla, beni koru".diye.

Öyle içten yalvarmış ki o an organları ağırlaşıp, odunlaşmış, göğsünü gri bir kabuk kaplamış, kokulu saçları yapraklara, kolları dallara, körpe ayakları kök olup toprağın derinliklerine doğru uzayıp gitmiş. Dünya güzeli bir kızken Daphne: ağaç oluvermiş. Allah murat verici, öyle dilemiş, dileği yerine gelmişşş.

Zeus'un oğlu Işık Tanrısı Apollon:
içinde arzular uyandıran Daphne’yi ırmak kenarında gördüğünde aklı başından gitmiş. Kalbi aşkın sihirli okuyla yanmış yaralanmış, ne yapsın zavallı, yüreğinde duyduğu sancıyı susturamayıp, istemiş bu güzelle konuşmayı. Ne çare; kaçmaya başlamış;Daphne ürkek, Daphne sıkılgan, Daphne nazik bir ceylan misali. Kayaları atlamış, ırmakları geçmiş. O güzel peri önde Apollon arkada aralarındaki mesafe kısaldıkça kısalmış. Apollon’un sıcak nefesini saçlarının arasında duyunca, anlamış elinden kurtulamayacağını ve o zaman Daphne Toprak anaya etmiş duasını. -"Ey toprak ana, beni ört, beni sakla, beni koru".diye. Daphne'nin ağaç oluşunu hayret ve üzüntü içinde seyrederken Apollon, sarılmış Defne’nin gövdesine teessürle, kalbinin sesini bırakmış ağaca dönüşen Daphne’nin bedenine böylece.
Heyecan içinde o ağacı kendine amblem, parlak yapraklarını da başına taç yapmış.

-"Defne, bundan sonra sen, Benim kutsal ağacım olacaksın. O solmayan ve dökülmeyen yaprakların, başımın çelengi ,hastalıkların şifası, zaferlere ulaşanların baş tacı olacak.. Sen güzel bir peri ben de koca bir tanrı iken kavuşamadık ama şarkılarda, şiirlerde yan-yana geçecek isimlerimiz, yürüyecek şanımız” demiş.
Bu tatlı sözler üzerine Defne, Apollon'u saygı ile selamlayıp dallarını yerlere kadar eğmiş ve söz vermiş yaz kış yeşil kalıp insanlara şifa dağıtacağına.

İşte bu öykünün geçtiği yer bugünkü Antakya “Harbiye”dir.Aslında Apollon aşk tanrısı Eros'la alay etmeseydi Eros hiç böyle acımasızca öc almak istermiydi? Saplanmasaydı Apollon'un yüreğine "kişiye tutku ve sonsuz aşk verecek olan altın ok"böyle tutkuyla aşık olabilir miydi? Saplanmasaydı Dafhne'nin yüreğine "kişiyi aşk ve tutkudan tamamen uzaklaştıracak olan ok" böyle deli gibi kaçarmıydı, terkeder miydi kendisini böyle içten seveni?
İşte o zamandan beri şiir yarışmaları ve zaferler Defne dalı ile ödüllendirilir. Daphne'nin gözyaşları ise bugün hala Antakya Harbiye'de şelaleler olup dağ tepe akmaktadır biline…
Şiirselleştiren:Tontini yani Dilek

Devamı Buradan ...>>

13 Şubat 2009 Cuma

ÖRÜMCEĞİN EFSANESİ


Evlerimizin köşelerinde gördüğümüz yürek sızlatan utangaç ve sessiz örümceklerin aslında güzel bir kız olabileceğini hiç düşüneniniz oldu mu?
Kendisine iyice bakarsanız, çirkinliğini göstermemek için, sessiz ve kuytu yerleri seçtiğini görürsünüz.
Temizlik hastası titiz kadınlar onları nedense hiç sevmezler… Kim bilir, belki onlar da, Arakhne’nin işlemiş olduğu bunca nakışı ve örgüyü kıskanmışlardır zamanında, tıpkı Athena gibi… Lidya güzeli zavallı Arakhne zaten talihsizdir; güzel bir kız iken biçimsiz bir böcek olmuştur… Sevgili gönül dostları: ne olur, ona dokunmayın o gergefini işleyerek avunsun dursun, sonsuza kadar…
Zamanın birinde Kolophon’da (İzmir-Menderes-Değirmendere) kumaş boyacısı bir babanın kızı olan, Lidyalı güzel kız Arakhne, gergef işlemede, örgü örmede ve kilim dokumada o kadar çok becerikliydi ki; Bütün güzel Periler dağlardan, ormanlardan ve subaşlarından onu seyretmeye gelirlerdi…

Bir gün periler ona,

“Bu kadar güzel işleri nasıl yapabiliyorsun, yoksa sana bu işleri Athena mı öğretti?”
diye sorarlar… O da: “ Athena da kim oluyormuş, o gitsin başka ölümlü kadınlara öğretsin bildiklerini, dokumacılık hünerlerini… Gördüğünüz gibi, yaptıklarımla zaten ben onu çoktan geçtim …” diye karşılık verir.

Akıl Tanrıçası Athena bütün bu övünmeleri duymuştur. Yaşlı bir kadın kılığına girerek Arakhne’nin yanına gelir. Bastonuna dayanıp, beyazlamış saçlarını göstererek: “Kızım, ihtiyarlık insana yalnız keder ve üzüntü vermez, engin bir deneyim de kazandırır. Öğütlerimi yabana atma! Evet, sen örgüde, nakışta çok ileri gitmiş bir kızsın, kadınların hepsi sana hayran… Ancak Tanrıçalar var senden kat be kat üstün, sakın çok övünerek onları incitme!” diye, uyarıda bulunur.
Arakhne: “Ben gerçekleri söylüyorum, isterse nakışta ve dokumada kimselerin eline su dökemediği; Tanrıça Athena da gelsin! Onunla da yarışırım, ne olacakmış”, diye karşılık verir.
İşte o sırada Athena, yaşlı kadın kılığından sıyrılıp, miğferi ve kalkanıyla gerçek Tanrıça haline döner… Ve öfkeyle Arakhne’yi yarışmaya çağırır. Yarışmanın heyecanı ve yenme arzusu, her ikisine de yorgunluklarını unutturmuştur. Her ikisi de yan yana oturarak nakış nakış gergef işlemeye başlarlar…
Athena gergefine Olympos Dağı’nı ve Tanrıları işler…
Mağrur ve güzel Arakhne de Tanrıların ve Tanrıçaların aşk maceralarını işler…

En başta Zeus’un aşk öykülerini işleyerek sürdürür nakışlarını…
Boğa kılığında Europa’yı kaçırmasını,
Kuğu kılığında Leda’yı,
Kartal kılığında Ganymed’i kaçırmasını işler…
Hades’in Persephone’yi kaçırmasını,
Apollon’un Defneye sarkıntılık etmesini,
Aphrodite’nin Ares ile kocasını aldatmasını işler…
İşlemeler bitince Tanrıça Athena, Arakhne’nin işlerinde hiçbir kusur bulamaz. Çünkü onun nakışları ve işlemeleri kusursuzdur… Athena buna büsbütün kızar ve güzel kızı, ölesiye kıskanır. Arakhne’nin işlemelerini eline alır, buruşturur ve yırtıp atar. Yürekli ve gururlu Lidyalı kız Arakhne, kendisine yapılan bu hakaretten çok etkilenir, üzüntüden kahrolur… Ve kendini asmak ister…
Babası Zeus’un başından doğurduğu gök gözlü Athena, rakibine acıyarak; Onun yazgısını değiştirmek ister... “Sen ölmeyeceksin, yaşayacaksın! Ancak benimle boy ölçüştüğün, yarıştığın için bundan böyle, yaşamını her zaman ağ üstünde asılı olarak geçireceksin” diyerek, Tanrısal bir buyrukla onu örümceğe dönüştürür…

Devamı Buradan ...>>

16 Aralık 2008 Salı

TİSPE ile PİREMUS ve DUT AĞACI


Zamanın birinde bir küçük ülkede küçük bir kız yaşardı ailesiyle, adı: TİSPE.
Sevdalandı komşularının oğlu PİREMUS'a onun da aşkı ateşli olabildiğince.
Oyunlarında Tispe hep anneydi o zamanlar, Piremus ise hep baba.
Piremus; kıvırcık saçlarını çekerdi Tispe'nin, Tispe çiçer atardı ona karşılığında.
Büyüdüler, ayırmadılar gözlerini birbirlerinden.
Aileleri yasak koydu, ayrılmalarını istediklerinden.
AŞK engel tanırmı hiç, onları birbirinden ayırmak güç.
İki evin arasındaki çatlaktan konuşurlar,
Her gece el ayak çekilince gizlice buluşurlar.
Gel zaman git zaman günlerden bir gün, önce Tispe gider buluşma yerine.
O ağacın altı şahittir buluşmalarına.
Fakat ne görsün Tispe? Bir ASLAN!!!
Ağzı kanlar içinde avını yemekte...
Kaçtı sığındı bir mağaraya biçare.
Tispe eşarbını düşürür mağaraya sığınırken,
Ardından Piremus koşarak gelir aşk yerlerine,
Ne görsün bir ASLAN; ağzı kıpkırmızı kandan,
Sevgilisinin eşarbı aslanın yanı başında,
Piremus'un nasıl yandığını siz düşünün.
Çıkardı kuşağından hançerini Piremus,
Sevgilinin olmadığı cennet anlamsız,
Batırdı hançeri aşktan yanan kalbine
Yığıldı boylu boyunca ağacın dibine.
Neden sonra Tispe çıktı mağarasından bir cesaretle,
Sevgilisinin cansız bedenini gördü gözlerinle
Neden yaşasındı Tispe; Piremus'suz
Batırdı kanlı hançeri acıyan kalbine,
Yığıldı yârinin üstüne zavallı şuursuz.
Bu yüce aşkı ölümsüzleştirdiler,Tanrı'lar
Bu çiftin üstünde duran ağacı aşklarına adadılar.
Piremus'un kanını bu ağacın meyvelerine,
Tispe'nin gözyaşlarını ise yapraklara verdiler.
O günden beri karadut ağacının meyvesinin çıkmayan lekesini,
(Piremusun kan lekesini),
Dut ağacının yaprakları,(Tispenin gözyaşları) temizler…


Bilir misiniz dut ağacının meyvesinin lekesi çıkmaz ama elinize ağacın yaprağını alır ovuşturursanız lekenin gittiğine göreceksiniz.
Bir ağaç efsanesinden Düzenleyen:
Dilek yani Tontini
Devamı Buradan ...>>

13 Kasım 2008 Perşembe

İPEK BÖCEĞİ Dostlarım.


5 Yaşlarındayken Adapazarı’nın Doğançay ilçesinde İpek böceği yetiştiren komşularımız vardı. Benim çocuk gözümde zengin ailelerdi. Elbiseleri yumuşacık, ellerimi okşuyordu çünkü ve evlerinde her zaman baklava ve mısır patlağı bulunabiliyordu. Evlerinin çatı aralarında dut yaprakları üstünde kafalarıyla sonsuzluk işareti yaparak yaprak yiyen bu sevimli böceklerin bakımını gönüllü olarak ben üstlenmiştim. Her gün erkenden kalkıp sanki bensiz yaprak yemezlermiş, benim onlara bir faydam varmış gibi koştururdum o çatı aralığına. Onlara şarkılar söylerdim en ufak sesimle, onların sihirli yaprak kemirme seslerini dinler, nemli bitki-hayvan karışımı havayı ciğerlerime çekerdim. Annem Babam aradığında, beni orada bulacağını bilirdi. Kendilerine tükürükleriyle ev yapmaları ve içine hapsolmaları oldum olası içimi hüzünle doldurmuştu. Zaman zaman bunca yıllık hayatımda kendimi eve hapsettiğim dönemlerde o sevimli böceklerle iletişime geçtiğimi sanmışımdır. Onlara benzetmişimdir kendimi. Hele kozayı delip kelebeğe dönüşmüş oldukları zamanı hatırlamam; eğer inzivaya çekilirsem “onlar gibi bir gün uçabilirim” hayalini de kurdurmuştur bana daima. Onları neden yetiştirdiklerini hiç sormamıştım uzun bir süre. Sonra bir gün babam uygun bir dille bana anlattı hikâyelerini. O bembeyaz yumuşacık evleri kumaş yapmak için üretiyor onlar dedi, sahiplerine kumaş dokuyorlar inandım ve sevindim. Bir gün duydum ki delinmemiş içinden kelebeği çıkmamış kozaları toplayıp kaynar suya atıyorlar. –O zengin komşularımız- için Baba’ma dedim ki” Ben onlarla ömür boyu konuşmayacağım, nasıl yaparlar benim kelebeklerime böyle bir şeyi?”Mısır patlaklarından da, baklavalarından da yemeyeceğim. Nerden bilecektim o zamanlar onların hikâyesini araştırıp blogda yayınlayacağımı? Kaynar suya atma faslını aşağıda da es geçtim dostlarım, sevgilerimle.

İPEK BÖCEĞİ EFSANELERİ

Çin efsanesine göre M.Ö.2600 yılında Çin İmparatorunun eşi sıcak çay içine ipek kozası düşürür ve kozanın çözülmesi sonucu İPEK keşfedilir. İpeğin tanrıçası Hsi-Ling-Shih mitolojik sarı imparatorun karısıdır. İpek böceği yetiştirmeyi ve dokuma tezgâhını keşfettiği de söylenir.
İpeğin Çin dışına çıkışı da ilginç bir hikâyeyle gerçekleşir. M.S.419 yılında Kotan eyaletine gelin giden bir Çin prensesi saçlarının arasına sakladığı ipek böceği ve dut tohumları sayesinde Kotan’da da ipek böceği yetiştirilmeye başlanır.
İpek böceğinin İSTANBUL’A gelişi: M.S.551–552 yıllarına rastlar. Zamanın Hükümdarı Justinyen ipek böceğini İstanbul’a getirebilmek için Çin’e iki papaz gönderir. Din kisvesi altında Çin’de 2 yıl kalan papazlar bastonlarının altına deldikleri deliklere dut ve ipek böceği tohumlarını saklayarak İstanbul’a getirirler. Böylece ipek Çin, Hindistan, Taşkent, Bağdat, Şam ve İstanbul’dan geçen ipek yolunu takiben Avrupa’ya taşınır. Altından daha değerli bir ürün olarak alıcı bulur.
Mucize ipek böceği gelişimini; Dünyanın her yerinde aynı program içinde tamamlar. Tohumdan, gözle görülmeyen böceğe 20–25 gün içinde bir tırtıla dönüşür. Dut yaprağıyla beslenir, sararıp yaprak yemez duruma geldiğinde ağzından su çıkarır ve bu su havayla temas ettiği zaman ipek ipliğine dönüşür.8 gün içinde kafasıyla Z ve S hareketleri yaparak kozasına kendisini hapseder..Uykuya dalar.Toplanıp işlenmezse metamorfoza uğrayarak yürüyen tırtıldan uçan bir kelebeğe dönüşür.
Devamı Buradan ...>>

17 Şubat 2008 Pazar

AYASOFYA EFSANELERİ















IUSTİNİANOS'un rüyası

Doğu Roma ve Osmanlı imparatorluklarının, hem yükseliş hem de çöküş dönemlerine
tanıklık eden, tarihinin en önemli dini eserlerinden biri olan Ayasofya; gerek Bizans gerekse
Türk kaynaklı pek çok efsaneye konu olmuştu. Ancak günümüzdeki Ayasofya'nın, burada
yapılan ilk kilise olduğunu düşünmek bizi yanıltır.
Tarihçi Sokrates'e göre 15 Şubat 360 tarihinde burada inşa edilen ilk kilise bir bazilikaydı ve
eski bir Roma tapınağı üzerine kurulmuştu. M.S. 4O4'te yanan bazilikanın yerine yapılan
ikincisi, İmparator II. Theodosios döneminde 10 Ekim 415 yılında ibadete açıldı. 13 Ocak 532
yılındaki ünlü "Nika İsyanı"nda bütünüyle yanan kilisenin yerine, aynı yıl, İmparator I.
Iustinianos'un (Jüstin-yen) emriyle günümüze kadar ayakta kalan Ayasofya'nın inşası
başlatıldı.......


Tarihçi Prokopios'a göre, Miletoslu Isidoros ve Trallesli Anthemios'un mimarlığını yaptığı
kilisenin inşaatında; yüz ustabaşı, bin usta, on bin işçi çalışmış; Suriye, Mısır, Yunanistan ve
Küçük Asya'dan gelen gemiler dolusu malzemeyle Ayasofya'nın inşaatı 5 yıl 10 ay ve 24
günde bitirilmişti. 27 Aralık 537'deki açılış törenine patrik Menas'la birlikte gelen imparator,
yapının güzelliği karşısında şöyle demekten kendini alamamıştı: "Bana böyle bir kiliseyi
yaptırma şansı verdiği için Tann'ya şükürler olsun."
Ayasofya ile ilgili Bizans efsanelerinden birinde ise, bu ünlü mabedin doğuşu gelecek
kuşaklara şöyle aktarılıyordu:

"Iustinianos Ayasofya'yı yaptırmak için en ünlü mimarları İstanbul'a davet etti, yaptıracağı
kilise için birer taslak çizmelerini istedi. Ancak çizilen hiçbir taslak imparatoru tatmin etmedi.
Bir gece üzgün ve umutsuz uykuya dalan Iustinianos, bir rüya gördü. Ayasofya'nm kurulacağı
arsada beliren nur yüzlü bir ihtiyar, sağına soluna bakınıyor, sonra da her köşede biraz durup
bekliyordu. Nur yüzlü ihtiyarın yanına giden imparator, onun elindeki gümüş levhayı görünce
şaşkınlığa düştü. Levhanın üzerinde çizili olan kilise resmi, onun hayalini kurduğu mabet idi.
Hemen tanrıya dua etmeye başlayan Iustinianos'un yanına gelen garip ihtiyar, elindeki gümüş
levhayı imparatora uzattı ve dedi ki 'Al bu resmi Iustinianos, kiliseni bu örneğe göre yaptır!"
Bizans efsanesi burada bitmez doğal olarak. İmparator, sevinçle tapınağın adını ne koyması
gerektiğini sorunca, "Ayasofya" der nur yüzlü garip ihtiyar ve anında kaybolur. İmparator,
sabahleyin kalkınca mimarını çağırır ve rüyasındaki mabedin resmini tarif ederek çizmelerini
ister.

Efsane denilince sonu mu olurmuş? Mimarını şaşırtmak isteyen Iustinianos, onlardan aldığı
cevap karşısında kendisi şaşkınlığa düşer. Rüyasında gördüğü kilisenin tıpkı çizimini
kendisine uzatan mimar; o gece bir rüya gördüğünü ve rüyasında gördüğü kilisenin resmini,
unutmamak için sabaha kadar çalışıp kâğıda döktüğünü söyler. Ayasofya, işte bu rüyalardaki
kilisedir!
İstanbul'un Türkler tarafından fethinden sonra da pek çok efsaneye konu olmuştu bu yüce
mabet. Evliya Çelebi'nin anlatılarına göre, Hazreti Muhammed'in doğduğu gece İstanbul'da
büyük bir yersarsıntısı olmuş ve Ayasofya'nın kubbesi yıkılmıştı. Bir süre sonra, Buhayra adlı
rahibin aracılık etmesiyle, bir rahipler kurulu Mekke'ye gitmiş, o zaman henüz küçük bir
çocuk olan Hazreti Muhammed'in ağız suyundan alıp, zemzem suyu da katarak Mekke toprağı
ile bir harç yaparak İstanbul'a geri dönmüşlerdi. Yıkılan kubbenin tamiri, işte bu Mekke'den
getirilen harçla mümkün olmuştu.
..
..
Devamı Buradan ...>>

ŞEHR-İ İSTANBUL EFSANELERİ



















HAZRETİ SÜLEYMAN ve ALİNA'nın arzusu


Körler ülkesinin karşısına kurulan kent
Kentin kuruluşu üzerine rivayet muhtelif. En ünlüsü ve bilineni Megaralı göçmenlerin
yolculuğu. Bir de Evliya Çelebi'nin anlattığı var ki, tadına doyum olmuyor...
Efsaneye göre, Koressa'nın oğlu, Yunanistan'ın Megara kentinden genç Byzas, yandaşlarıyla
birlikte, bölgedeki baskılardan kurtulmak, yeni bir kent kurmak ve özgürlüğünü ilan etmek
için yola çıktı. Her şey iyiydi de, kent nerede kurulacaktı? O çağda, bilinmeyenleri bilinir kılan
birisine, Delfoi kentindeki kâhine danıştı genç adam. Delfoi kâhini gideceği yeri tarif etti;......



"Kentini kuracağın yer, körler ülkesinin tam karşısında olacak." Byzas yola çıktı, aradı taradı,
körler ülkesi diye bir yer yoktu. Sonunda, mola verdikleri bir deniz kıyısında, karşı sahile baktı
ve bağırdı: "Bu insanlar kör mü, burası varken orada oturulur mu?". Delfoi kâhinini hatırladı
genç adam; "Körler ülkesinin karşısında kuracaksın kentini." Körler ülkesi, günümüzün
Kadıköy'üdür!
İstanbul'dan çok yıllar önce kurulmuştur "Khalkedonia", yani Kadıköy. Byzas; ordusuyla gelip
soluklanmak için durduğu şimdiki Sarayburnu'nda, manzaranın muhteşem görüntüsünden
adeta büyülenmişti. Khalkedonia'nın neden "Körler Ülkesi" tanımlamasını hak ettiğini
anlamıştı artık. Çünkü, böyle cennet benzeri bir yer dururken, tam karşıda ve korumasız bir
yerde kent kuranlar, ancak kör olabilirlerdi! Ol hikâye böyle. Temelleri Sarayburnu sırtlarında
atılan kente, kurucusunun adı olan Byzas'tan dolayı, "Byzas'ın kenti" anlamında "Byzantion"
dendi...
Rüyasında gördüğü Hazreti Peygamber'e "Şefaat ya Resulallah" diyeceğine, heyecanla
"Seyahat ya Resulallah" dediğini anlatarak, yaşadığı zamana o güzel anlatımıyla tarih düşen
Evliya Çelebi'nin, İstanbul üzerine bir rivayet anlatmaması düşünülebilir mi hiç? Ünlü
"Seyahatname"sinin ilk cildinde şöyle anlatır gezgin Evliya Çelebi;
"Hazreti Süleyman, Peygamber Efendimizin doğumundan 1600 yıl önce Kaftan Kafa bütün
ins-ü cine, vahşi hayvanlara ve kuşlara hükmettiği, yeryüzünün her
dilden anlayan tek sultanı olduğu halde; okyanus denizinde Ferenduz denilen adada padişahlık
eden Saydun'a bir türlü söz geçirememiş. Bu gururlu adam Hz. Süleyman'ın önünde baş
eğmek istemezmiş. Bu hale canı sıkılan Hz. Süleyman, bir gün sayısız askeri ve her cinsten
hayvanlarla Saydun'un üzerine yürüdü, memleketini harap ve ahalisini esir ettikten sonra onu
huzuruna getirtti, ateş saçan kılıcı ile öldürüp adsız, nişansız bıraktı."
Evliya Çelebi'nin hikâyesi uzar da uzar. Özetlersek; Hz. Süleyman Saba Melikesi Belkıs'ın
ölümüyle dul kalınca, Saydun'un dünyalar güzeli kızı Alina ile evlenir. Alina'nın çok özel bir
saray istemesi üzerine, adamlarını dünyanın dört bir yanına gönderip, saray yapılacak eşsiz
güzellikte bir yer bulmalarını emreder. Adamları İstanbul'u söylerler. Hz. Süleyman,
Sarayburnu'nda geçirdiği bir gecenin sabahında kendini dinç ve gençleşmiş hissedince, buraya
büyük bir saray yaptırır, sonra da kıyamete kadar mamur kalsın diye İstanbul için hayır dua
eder. Anlıyor musunuz tüm bozulmalara, yangınlara, depremlere karşın İstanbul'un nasıl
dimdik ayakta kalmasının hikmetini?
..
...
Devamı Buradan ...>>