.

"Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur."Kemal ATATÜRK .
AHU'dan mektuplar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
AHU'dan mektuplar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Eylül 2010 Perşembe

GÖRDÜĞÜNÜ ÖRT, DUYDUĞUNU SÖYLEME

Kutsal kitaplarda: "ağzımızdan çıkan her sözün bekçisi olmamız ve kişilere yönelik söylediğimiz söz ve isnatlar sonucu çıkan sonuçların vebalinin boynumuzda olduğu" anlatılıyor . Yanılabilme payımızı gözardı etmeden; "Ben söyledim oldu" duyarsızlığında olup gözümüzün görmediği, kulağımızın duymadığı bir şeyi görmüşüz-duymuşuz gibi ima etmemeliyiz yani. Kuran'ın, "ölmüş kardeşinin çiğ etini yemek" olarak nitelendirdiği bu tür davranışların batağında debelenenlerin de ençok din bezirganlığı yapanlar olduğunu görüp imanımızda eksilmeler ve şaşkınlıklar yaşamamalıyız.

Suyu bağlamak, rüzgara düğüm atmak ne kadar olanaksızsa, doğrunun doğruluğunu inkar etmek de olanaksızdır Allah katında.
"Gördüğünü ört
Duyduğunu söyleme" sözlerini;
"gördüğünü ifşa et,
duyduğunu yayınlaya"
dönüştüren anlayış, batıl kalmaya müstehak bir davranıştır birgün mutlaka HAK çıkar ortaya.
Kuran'da, "Allah'a güzel amellerinizle ödünç verin" (müzemmil suresi,20)buyruluyor. "Allah'ın ne ihtiyacı olur ki ona ödünç veresiniz" diye düşünebilirsiniz.Her kapısına gelenin hak olduğunu bilenlerden olursak, birgün ona göre amel işler ve selametle çıkarız bu bataklıktan belki de.
Hepinize sevgilerimle.

Resim:Victor Bregeda
Devamı Buradan ...>>

15 Nisan 2010 Perşembe

3 HARF

Aşk nedir? Bir iç kıpırtısı dersek, kimine göre... Bir başkası içinse ulaşamama duygusu... Yangın yeri... Zamanın durduğu sadece kalbin attığı an, mide gıdıklanması, el terlemesi, yanındayken bile özlem duyuran, hayatın varlığının o olmadan yitmesi, aldatma duygusu, öğretmek, öğrenmek, hayranlık, hoşlanmak, karmaşa, melankoliklik, şizofreni, paranoya, ütopyalarımız, sigaraya başlama nedeni, reddedilme, salt onun varlığı, varlık felsefesi, Leyla mecnun hikayesi, sarılmak, el ele gezmek, aynı anda aynı şeyleri yapmak istemek, göz ışıltısı, mutlu olmak, acı çekmek, kıskanmak, ölesiye kendini yok saymak, sevgiden sonra gelen, sevgiye dönüşen, platoniklik. Nerden ele aldığınıza bağlı onu. 3 harfli AŞK-ı tanımlarken hangi çerçeveden baktığınıza biraz da. En sahicisi her zaman kişinin kendi yaşadığıdır.

Diğerlerinin hissettikleri ona göre aşk değildir ki. “ Canım onun da yaşadığı bir şey mi?” diyerek başlanır cümleye arkasından da alengirli bir hikaye patlatılır. Bu hikayenin kahramanları da anlatan kişinin ya kendisidir ya da en yakın çevresinde aşk hikayesi en ünlü olan kişidir. Gariptir ki, kişiler bu konuda her zaman fikir sahibi olmaya bayılır benim gibi, herkes böyledir çünkü. Dilimizde 3 harfle başımızdan savarcasına bir anda söyleniveren, bu söylemi kısa kendisi derin kelime aslında dünyanın dönüşüdür. Arının polen taşıyıp bal yapmasıdır, kangurunun yavrusunu kesesinde korumasıdır, baykuşun gecenin karanlığına inat hu çekmesidir. Lavların püskürmesi, berfin-in karı delip güneşi bulması, ayçiçeklerinin yüzlerini güneşe çevirmesi, ilkbahardır, kıştır, yazdır, sonbahardır. Var oluşumuzun her anıdır belki de, nefesimizin içindedir.Atomun küçücük boyuyla binlerce kişiyi öldürebilmesidir. Mevlana’nın Şems’ine “ayağına diken batsa da çıkarmadan gel” demesidir, tahammülsüzlüktür yokluğuna. Adamaktır kendini artık olmamaktır olarak. Yunus Emre’nin dergahına eğri odun götürememesidir. Belki de hepsidir. Yaşadığımız an, aslında size de garip gelmiyor mu zaman zaman: Neden buradayız ve ne yapmak için? Bir tutturmuşuz dünya telaşı diye bir şeye, aşkla geçen her güzel olay biraz daha uzak düşmüyor mu bize? Hangimiz farkındayız aslında her anımızın aşkla dolu olduğunun ve binlerce güzellikle çevriliyken etrafımız, hala bir kusur bulmak için mutsuzluğu seçtiğimizin. Bunu söylerken türümün bana mirası olarak mutlu olmak yerine, kötüyü gördüğümdendir ki aslında bu anlattıklarımın hepsi kendimedir. Aşkı tekrar hatırlayabilmek dileğiyle, aşkla kalalım…
Sevgilerimle AHU.

Resim:İmages com.dan

Devamı Buradan ...>>

8 Nisan 2010 Perşembe

MİNİK ELLERİM

Küçüktüm... Hayat etrafımda gördüklerim ve hayallerimden ibaretti. Küçük dünyamda hem yalnızdım hem de o kadar kalabalıktım ki… İlkokul çağlarımda olduğumu hatırlıyorum. O zamanlar annemin çalışıyor olmasını, nedenini bilmesem de kabullenmiştim. Evin içinde koridor ve salona açılan eski kapı stüdyom, görkemli büyük salonumuzsa; kimi zaman öğretmen olduğum bir sınıf, kimi zamansa konser verdiğim sahne oluveriyordu. Ne garip ki etrafım hep insanlarla doluydu yalnızlığıma rağmen. Bu oyunu oynamam, sanırım ilerde bir çok güçlükle yalnız başımayken bile mücadele etmemi sağladı. Elimde kitabım, ayağımda annemin topuklu ayakkabıları, öğretmencilik oynuyordum genellikle. Derste öğrencilerime, okuduğum bölümden sorular soruyordum, yanıtı yine ben veriyordum kendimce. Çocukluk işte...


Cılız ayaklarımı öğretmenimin o sevimli tombul ayaklarına benzetiyordum, eteğimi onun giydiği gibi dizimin altında giyiyordum. Ne de çok sevmişim öğretmenimi demek ki!
Şimdilerde bir öğretmen olarak o çocukların bana ne gözle baktıklarını anlamam hiç de zor olmadı. Bununla ilgili küçük bir anımı sizlerle paylaşmak istedim şimdi.
Geçenlerde yatılı bir okulda nöbet görevime yeni başlayacaktım. Okulun içine girdiğimde etrafımı bir sürü sevimli çocuk kapladı. Hareket edemiyordum adeta. Soru üstüne soru soruyordu her biri. Nerden geldiğimi, ne öğretmeni olduğumu, evli olup olmadığıma kadar hakkımdaki her şeyi bilmek istiyorlardı. Hiç birinin ailesi yanlarında yoktu. Bir hüzün kapladı içimi. Kendi küçüklüğüm geldi aklıma. Onlar için öyle büyüktüm ki, farklı belki. Benim için minik elleriyle etüt saatlerinde gizlice bir şeyler yaptıklarını sezdim. Ses çıkarmadım. Acaba benim öğretmenim de mi böyle yapıyordu diye içimden de geçirmedim değil hani. Yemek sonrası her biri henüz 11 yaşında bile olmayan bu miniklerin odalarına davet edildim. Işıklar kapalı. Muzip gülüşler altında her bir yatakhanede muhteşem bir karşılama töreniyle karşılandım. Konfetiler hazırlanmış, kalpler yerlerde, bir ranzadan diğerine uzanan kağıttan kurdelalar. Kendimi göklerde hissettim. Bir çocuk öğretmenini hayatının neresine oturtur? En tepesine demek ki öğrendim.
İlkokul öğretmenime duyduğum anlatılamaz hayranlığı, bir başka temiz yüreğin bana hissetmesi, o çoooook eskilerde unuttuğum küçük kız çocuğunu bana tekrar hatırlattı. Şimdilerde o oyunu sıkça oynar oldum. Çoğu zaman yalnız olmama(hissetmeme) rağmen aslında o kadar kalabalığım ki... Benim bu dünyada hiç kimsenin sahip olamayacağı kadar minik ellerim var… Çünkü ben bir öğretmenim!
Sevgilerimle Ahu.

Resim:Aleksey Brikov

Devamı Buradan ...>>

2 Şubat 2010 Salı

TAKILDIM

Nasıl bir aşksa Mevlana ve Şems’i böylesine birbirine bağlayan, Yılmaz Erdoğan’ın Taksim Trio’nun bir etkinliğinde okuduğu nasıl bir şiirse kalbinizin orta yeri kanıyor, boğazınıza bir yumruk oturuveriyor dinlerken. Öyle bir aşk ki 800 küsur senedir her yeni doğan’ın yüreğine kazılı. Ki yüreklerimiz kirlendikçe uzak düşeriz özümüzdeki dövmemizden. Temizdir O oysa, aşktır bize “farz” edilen. Sarhoşluğumuz biz eskidikçe yön değiştirir. Yerini hırs alır, kin, kibir, aymazlık, çıkarcılık… Ucu bucağı olmayan bu kirlilik silsilesinde hepimiz birer ipin peşine düşeriz işte.
Doğru yol o kadar uzakta kalmıştır ki, sarhoşluğumuzdan ne fark ederiz uzaklığını, ne de gösteren birisi olursa inanırız… Çok özledim, içimde bir boşluk, dolmayı bekleyen. Sanki kalbimiz sökülmüş, yerinde sadece oyalanıcı bir kaç huy yadigâr kalan.

Ben âşık olmayı özledim aslında. İlk gün verdiğim söze/ aşka ihanet etmenin hüznü içimde. İşte bu şiiri her dinlediğimde yaram kanıyor, tazeleniyor. Kendime engel olamıyorum tekrar açıyorum tekrar, tekrar, tekrar… Bıkmadan. Ne güzel anlatmış yârini, ona ne temiz bir aşk duymuş. Bu günlerde müptelasıyım. Kimseye söyleyemiyorum ama ağlamak istiyorum her dinlediğimde. Dilini bilmediğim bir memlekette yer arıyor gibiyim. Kime sorsam, tarif etsem varacağım yerden habersiz, susuyorlar. Alay ediyorlar telaffuzumla. Paylaşmayı çok özledim, biliyor musunuz? Birilerinin beni anlamasına, aşkın tarifini duymaya ne kadar hasretim anlatılmaz.
Hasretliklerimiz en büyük öğreticilerimiz aslında. Ben bu özlemle aşkı hatırladım ve sınırlarımca susmam gerektiğini. Sağır birilerine bağırmamın bir anlamı olmadığını anladım; aşkın aslında ne kadar kıymetli bir hazine olduğunu ve bunu sadece hak edenlerin yaşaması gerektiğini yaşantılarımla. Bu şiiri burada(Van/Tursallı) da geçirdiğim buhranlı zamanlarımdan birinde yazmıştım. Umarım beğenirsiniz…
Anlatılmaz ki anlatasın, düşman gibi yürürler üstüne
Kinlerini kazanmaktan başka neye yarar çaban?
Onlar için içi boş sözler sarfettiğindir gerçek
Uğraşma boşuna yorma kendini.
Anlamazlar ki saygıyı, ahlakı, aşkı.
Dünyanın temeline oturtulmuş bir hurafedir bildikleri.
Senin fikirlerin paha etmez ki!
Yargılamak yapabildiklerinin en iyisidir çünkü.
Dinlemezler kalıp cümlelerin yoksa,
Sorgulamaz, düşünmezken sen kime, neyi anlatıyorsun?
SUS! sadece kendinle uğraş!
Kimseyi değiştirmeye kalkma.
Anlamıyorsa kapa yüreğini,
Açma kimseye en kıymetlini...

Resim: Selçuk Kızıldağ'dan alıntı.

Devamı Buradan ...>>

2 Ocak 2010 Cumartesi

İNSAN OLMAK


Bir yola çıktım hiç bilmediğim. Tanıdık gelen tek şey yüreğimdi. Bir de hatırlamayı istediğim anılarım bavulumda. Hayat öyle başarılı bir öğretmenmiş ki, anlayamadığınız birçok şeyi size yaşatarak; o bilmediğiniz yolu taşıyla, toprağıyla, çamuruyla, yol kenarındaki satıcı amcasıyla, üçkâğıtçı dilencisiyle, öğretiyormuş. Birçok kişinin hayatında diğerlerininkine benzemeyen olaylar yaşansa da öğretilerimizin aynı olduğu ortaya çıkıyor. Bu yazımdan yaklaşık 3 ay önceki düşüncelerimle, yaşantılarımdan elde ettiklerim arasında o kadar çok fark var ki. Yazdığım olayları birebir yaşamasanız da tanıdık bir taraf bulacağınızı düşünüyorum.
Hepsi içimizden birini temsil ediyor aslında.


Nefes alışımız, yorgunluğumuz, olaylara verdiğimiz tepkiler, kahkahalarımız o kadar yakın ki birbirine; çünkü biz insanız… Yaşam koşulları ne denli değişirse değişsin güzele hayranız, zaman zaman dengesizliklerimiz, ilginç tavırlarımız, hareketli bir müzik eşliğinde oynayasımız vardır. Birbirimize karşı bu kadar kin neden o zaman, bu denli benziyorken? Bir ırk bir diğerinle, baba oğulla, anne kızıyla, komşu komşusuyla, karısı kocasıyla neden bu kadar çatışmalı? Bizi diğerlerinden farklı kılan nedir, bütün duygularımız aynıyken?

Artık çoğunuz benim bir öğretmen olduğumu ve köyde görev yaptığımı biliyor. Size burada tecrübe edindiğim ve hayatlarımızın tam göbeğinde olan ama konuşmaktan çekindiğimiz bir konuyu dile getirmek istedim. Bulunduğum okulda öğretmen eksikliği yüzünden birçok derse girme imkânı buldum. Din kültürü dersi de bunlardan bir tanesi. Bu dersi alırken hem çok sevindim hem de birçok kuşkum oldu. Daha sonra derslere devam ettikçe ve tabii buradaki yaşam koşullarını tanımaya başladıkça bu dersin buradaki öğrencilerim için çok güzel bir vesile olduğunu anladım. Aile yapısı olarak kadın ve kızların kardeşten bile sayılmadığı ataerkil(baskın) bir köy burası. Çocuklar da doğdukları bölgenin şartlarına göre yetiştiriliyor. Bunu değiştirmeye kalkmak birçok kişi için, öğretmenler dâhil, hayalperestlikti. Ama bütün şu sahip olduğumuz teknolojik ve bilimsel gelişmeler de aslında birer hayal değil miydi? Bu düşünceyle yola çıkarak kimseye aldırış etmedim alaylarına bile.
Öğrencilere elimden geldiğince konular elverdikçe, insan olmanın güzelliklerini ve sorumluluklarını anlatmaya çalıştım. Bir öğrenci anlasa bile bir şeyler değişecekti burada. Ve bu yörede kişilerin hayatlarının bir parçası olan anormal yaşantıları konu olarak seçtim ve öğrencilerime ödev olarak verdim. Bu konulardan bir tanesi de kadın-erkek eşitliğiydi. Teraziyi dengede tutmam gerekiyordu... Amacım buradaki özellikle erkek öğrencilere kadınların ve kızların da insan olduğunu kızlara ise kendilerinin ne kadar değerli olduğunu öğretmekti. Birçoğunun dersteki katılımı bana umut vermekte. Öğrencilerimin ödevlerini okurken aralarından birininki dikkatimi çekti ve bunu sizlerle paylaşmak istedim. Yazılanlar ne kadar dehşet verici olsa da bulunduğu ortamı sorguluyor olması hoşuma gitti. Umarım beğenirsiniz...(Cümleleri olduğu gibi yazacağım, orijinal haliyle)

“KADIN VE ERKEK EŞİTLİĞİ
Kadın ve erkek eşitliği bütün insanlar yani kadın ve erkek için önemlidir. Bizim köyde kadınlar hep arka plandadır kadınlar buradaki erkekler için önemsizdir burada yaşayan bütün kadınlar kocalarından dayak yemiştir. Kadın hak burada hiçe sayıyorlar. Bu köyde bir kız baskıdan sürekli çalışmakta ve sevdiği biriyle evlenmek isterse babası istemediği zaman kaçarlar ve köyde onlar için söylemedikleri söz bırakmazlar.
Oysa peygamber efendimiz demiştir ki “kadınların ve erkeklerin birbirlerine karşı hak ve sorumlulukları vardır” diye buyurmuştur ama bunlar buradakiler için önemsizdir kızların yani bazıları para karşılığında satarlar. Burada kadınlar ve genç kızlar hiç boş durmazlar.
Niye diye soruyorsanız? Çünkü kızların benim yaşımdan itibaren çeyizi hazırlanır ve ben bundan nefret ediyorum. Buradaki bütün erkekler bir sürü oğulları olsun isterler hiç kız çocuğunu sevmezler. Çünkü hep erkek çocuk isterler bir keresinde annem bana dediki. Sen bir gün evlenip gideceksin oysa erkek kardeşin burada kalacak dedi. Ve benim çok ağırıma gitti bazı erkekler bodruma, istanbula gidip paralarını kazanıp gelirler ve kadınlar ya bir parça elbiseler getirirler yada hiçbir şey getirmezler. Kadınlar çocuk –yapmadıkları- zaman döverler, azarlarlar. Kadın eşitliği diye bir şey yok bu köylerde.”
Özlem D.(12)

Yaşadığımız yer ister İzmir ister Van olsun. Burada yaşanılan olayların birçoğunu farklı şekiller de yaşamıyor muyuz? Yaratılanların en mükemmeli olarak hepimizin aslında birimiz olduğunu ne zaman öğreneceğiz? Ya da hayatın önümüze getirdiği her yaşantının bunu öğretmeye çalıştığını ne zaman fark edeceğiz? İnsan olduğumuzu unutmamak dileğiyle…
Sevgilerimle,AHU.

Resim:abandonimage.blog'dan alıntı.

Devamı Buradan ...>>

15 Aralık 2009 Salı

KALBİMDEKİ DERİN BIÇAK SIZISI


Yazarlarımızdan; Ahu Van'ın Tursallısında öğretmenlik yapıyordu.O bir askerdi zaten bizim için, onun da kocası Ali askere gitti şuanda Samsun'da.
Yazarlarımızdan; "istiridyeden inciye" yani Sedef'in oğlu Kemal askere gitti, şuanda Ankara/Polatlı'da.
Yazarlarımızdan; Ela'nın kocası Efe askere gitti, şuanda Denizli'den Söke'ye transfer oldu.
Ben Tontini yani Dilek de oğlunu askere teslim etti biliyorsunuz!Kader birliği yapmış 4 yazarın bundan böyle Ayrılık,Hasret ve vuslat konusunda yazacakları yazılardan umarım sıkılmazsınız inşaallah! Sevgilerimle.

AHU'dan ALİ'sine;
Vedalar vardır; sadece gözler konuşur. İçinde hüzün, kahroluş ve çaresizlik… O kadar dolulardır ki başka bir şey sığmaz içlerine. Kelimeler açıklayıcı değildir artık. Bir sessizliktir ki kahrettirir insanı. Saatler dakika olur, dakikalar saniye; saniyeler… Bitmesin istersin, o an “Gitme!”demek istersin. Çaresizce susarsın. Bir yumruktur boğazında hapseden kelimelerini. Sıkı sıkı sarılırsın ruhuna girercesine. Titrer bedenin donarsın, yanarsın vedasının acısıyla.


Ellerinin ellerine son kez değmesi acıtır içini. Bir iç çekersin, artık sırtını dönmüştür gidecek olan. Son kez arkasına bakar O da. Gözlerin kaybolana kadar takipçisi, yüreğin gittiği yere kadar onunla. Gittiği an, içinde kalmış ne varsa dışarı atarsın. Ağlarsın. Ellerin ceplerinde yalnız kalır. Yanında yürüyormuşçasına bakarsın ki yerinde koca bir boşluk bırakmış giden. İçin bomboş kalır. Issızlık çöker avuçlarına. Etraf karanlıklaşır sabahın köründe. Yarım kalan sözler aklından geçer, tekrar eder durursun.“Keşke”lerin bırakmaz peşini. Şehir suskun, yollar küsmüş gibi uzun… Geçmek bilmez zaman; saniyeler dakika, dakikalar saat, saatler… Allak bullak olmuş bir kalptir geride kalan. Yarım kalmış anılar gizlidir içinde. Yaşanmayı bekleyen hayaller kurmaya başlarsın, çaresizce…
Şuan o çaresiz hayallerin içinde bir yüreğim var ki; acısı tarifsiz. Deliliğe vurmuş, aylak zamanların eşiğinde debelenmiş durumdayım. Yarım kalmış bedenim, ruhum. Eşimi, hayat arkadaşımı ayrı ayrı şehirlerdeyken bile askere yolculamak gerçekten çok zormuş. O yokken güneşin her doğuşu vuslata yaklaşmanın heyecanıyken, batışı da yalnızlığımın yanı başımdaki nöbetçiliği olacak. Bilmiyorum ki nasıl alışacağım yokluğuna. Beni kim koruyacak, kim teselli edecek yersiz üzülmelerimde? Kime şımaracağım, yoktan yere kime küseceğim? Tutturamadığım yemeklerimi kime zorla yedireceğim?
Sanırım kalbimdeki derin bıçak sızısı o güzellll kavuşma anına kadar, saplandığı ilk anki gibi taze kalacak... Bize ait bütün güzel anları içimdeki sandığa koyacağım ki toz tutmasınlar yalnızlığımla, yalnızlığımda. Söz veriyorum, geldiğinde her şeyi yerli yerine yerleştireceğim; kahkahalarımızı yine başucumuza, mutfak masamıza derin sohbetlerimizi… Takvimde üzerini karaladığım her gün için bir tebessüm, yuvamıza dair bir hayal daha ekleyeceğim sayfaya. Güçlü duracağım en zayıf zamanlarımda; bir söğüt kadar kırılganken bile, dediği gibi yaşlı bir çınar gibi sağlam, Nisan’da badem ağacı gibi hayat dolu...
Sevgilerimle ***AHU***

Devamı Buradan ...>>

28 Ekim 2009 Çarşamba

KINA KOKULU ÇOCUKLARIM

Mutluluk nedir?
Çok parası olan mutlu mudur ya da sevdiklerinle birlikte yaşayan mı? Mutluluk kimine göre paradır, kimine göre vicdan. Kimisi yalnızlıktan hoşlanır, kalabalıktan bazısı. Ailesinden kopamayanlar da vardır aramızda, başkalarını ailesi yerine koyan da. Ben yüzlerce çocuğu yüreğimde büyütmeyi seçtim kendime. Nasıl mı?
Küçük parmakları vardı hepsinin. Elimi sıkı sıkı tutarlarken sanki gitmemden korkuyorlardı. Soğuk kurutmuştu yanaklarını. Saçları kıvırcık, düz; taranmış ya da karışık… Ama kokuları; taze kına kokusundan farksızdı. Başka nasıl tarif edilebilir, bilinmez. Boyları üst baldırıma kadar gelen bu çocukları görebilseniz keşke! Kollarıyla biri bacağıma sarılırken bir diğeri merdivene çıkmış beni öpmeye çalışıyordu.

Kurak iklimin derisi kurumuş çocuklarıydılar sadece. Elleri sem-sert, yaşlarından 10 yaş büyüklerin elleri gibiyse de, yürekleri çok küçüktü daha. Onlar benim güzel Tulgalı’mın onurlu gelecekleriydiler. Şaşkınlığımı gizleyemedim o miniğin elimi sıkıca tuttuğu an. Gözlerim yaşardı. Güneşten gözlerimi alamadım. Işık ışıktı gözleri bana bakarken. Sonra bir diğeri geldi, sonra bir diğeri. Git gide çoğaldılar etrafımda. Hepsi AÇ-tı başlarının okşanmasına. Hiçbir ihtiyaçları yoktu, sevgi hariç. Bir değseniz saçlarına sanki dünyanın bütün şekerlemelerine sahip oluyorlardı. Çoğu ailesinin 10. çocuğu, en küçüğü ve sevgiye en çok ihtiyaç duydukları yaştaydılar. Oysa anneleri sabahın beşinde su taşımaya koyuluyordu. Onları sevmeye sıra geliyor muydu bilmiyorum. Kadın olarak burada doğmak başlı başına bir hikâye… Bu sevgiye aç, utangaç yüreklerin tutunacağı kaç kişi vardı kim bilebilir? Bilemediğimiz birçok hikâye olsa da evlerine götürdükleri bir avuç sevgi size daha da bağlanmalarını sağlıyor. Sizi bir lider ve hatta bir ebeveyn olarak gördüklerini hissedebiliyorsunuz. Sizi dinlerlerken o kadar çıplaklar ki. Hiçbir riya hiçbir yalan yok yüzlerinde yakalayabileceğiniz. En ASİsine bile tebessümle yaklaştığınızda size en içten şekilde yaşamının bütün kapılarını açıyor.
Kış mevsimi sizin kapınızı çalmak üzereyken, burada günden güne kendini hissettiriyor. Ama ben İzmirli biri olarak; artık Van’ın sert ve soğuk kışlarına, onların o sıcak elleriyle katlanabileceğimi biliyorum. Ve aslında küçücük elleriyle ahır temizleyen, 2 yaşındaki kardeşine annelik yapan, koyunlarını otlatmak için okula gelemeyen bu çocuklar için burada nefes almadığım için, çok ama çok mutluyum…

Fotoğraf: www. haccecanblogspot.com'dan alıntı.

Devamı Buradan ...>>

11 Ekim 2009 Pazar

BİR HAYALİN PEŞİNDEN KOŞMAK

Zaman; insanları kendi kuyusunda büyütürken, bir sürü sınava tabi tutarmış. Yaptığımız her eylem, aldığımız her nefes aslında bir imtihan olarak getirilirmiş önümüze. Yağmur kokan toprağa hayıflanmak yerine ciğerimize çekip şükretmek, ülkemin sınırlarının en uç noktasındayken susuzluğumuza acımak yerine, köydeki Ayşe’nin gözlerine dalabilmek ve gülümseyebilmek…
Ayşe o kadar güzel bakıyor ki, Tevrat ya da Samet... İnsana Van Gölü’nün ortasında bütünüyle vücudunun suya daldığını hissettiriyor. Bu kente ilk geldiğimde ellerimde 7 bavul ailemle dışarıda yağmurun altında ıslanarak kalmış olmak dahi, hevesimi kırmama sebep olmadı. En azından içimden bir ses asla bu kentte yaşayamayacağımı, söylemedi. O da içtenlikle onayladı ücra bir köy bile olsa birçok günahsız canda bulabileceğimi İzmir’de sahip olduklarımı.

Yaşadığımız her saniyenin kendimizce bir anlamı olmasa da aslında bir başkasını ne kadar çok etkileyeceğini düşünmeden nefes alıyoruz.
Şimdilerde farklı bir hevesin eşiğini mekân tuttum. Burada yaşayan birçok öğrencim o kadar yetenekli ve zeki ki… “Neden, biz batı kıyısında yaşayan insanlardan, farklı yaşasınlar?” diyerek hayıflanır oldum. Aşağı Tulgalı Köyü’nün zehir gibi beyinlerine sahip bu temiz yürekli bedenler neden ahırlarını temizlemek için ya da su taşımak için el arabalarıyla, okullarını bırakmak zorunda kalsınlar? Hayalperest bir köy öğretmeniyim çoğu kişiye göre. Ben de henüz düşüncelerimin birer ütopya olup olmadığından şüpheliyim. Ama inanın dünyada şuan sahip olduğumuz her gelişme gerçekleşmesi zor olduğu düşünülen hayaller sayesinde tasarlanmadı mı?
Elleri kınalı Keje’nin memleketine, avuçlarının minik kardeşininkileri sardığını gördüğüm anda bu eşsiz kente “hoş geldiğimi” anladım. Kendi boyu kadar olan çantasını takıp sabahın 7’sinde öğretmenini soran bu çocuklar için burada nefes alacağımı bilmek gerçekten mutluluk verici. Umarım sizlerle bu kirli yüzlü, yeşil gözlü, elleri nasırlı çocukların hikâyelerini paylaşırken okuyacaklarınız sizde de merak uyandırır...
Sevgilerle.AHU

Resim:haccecan.blogspot.com'dan alıntı.

Devamı Buradan ...>>

10 Ekim 2009 Cumartesi

İLK KARŞILAMA

Hayatımın dönüm kararını bir salı gecesi ağzımdan çıkan bir kelimeyle vereceğimi nereden bilecektim? İnsanın Tanrı’sından dilediği şeyleri dimağından süzüp istemesi gerektiğini daha iyi öğreniyorum bu aralar. Pişman mıyım yaşadıklarım adına? Hayır! Yaşamamız gereken şeyleri yaşıyoruz hepimiz. Görmemiz gerekenleri görüyor, yememiz gerekenleri yiyoruz...
İzmir’de hayatımın 25 senesini geçirdikten sonra yiyecek ekmeğimin Türkiye'min diğer ucu olan Van’da olduğunu bilmeden, ısrarla "Van'a gideceğim!" diyerek etrafımdakileri hayıflandırmaktı sadece niyetim. Tayinimin İran sınırında bir köy okuluna çıktığını duyduğumda şaşkınlıkla, karışık “İzmir kumrusu” misali, sevinçle kaygıyı bir anda yaşadım. Tuhaf. İnsan bir yere hem kendini ait, hem de yabancı hissedebiliyormuş.
Ailemin ve sevdiğimin korkunç bir şekilde çöktüklerini görmek gerçekten üzücüydü

fakat içimdeki inatçı çocuk o köye gitmemi haykırıyordu. Veeee her zamanki gibi o inatçının sözünü dinleyecektim. Bavullarımı elbirlik "10 kişi", panik halinde:) toparladık(özellikle anneannem, annemlere veee Ayşe teyzeme çoook teşekkürler yardımları için). Herkesle vedalaşıldı. Artık yola çıkma vakti gelmişti. Saat sabahın 5'i; canım dedeciğimle anneanneciğim olmak üzere bütün aile eşrafı kahvaltıdan sonra arabalara bindi. Tekerleklerin arkasından boşaltılan bir bardak su ve İzmir’imi son kez göreceğimi düşündüren tuhaf bir duyguyla gelişen etrafa hayran hayran bakma isteği...
Her şehrin bir dili vardır kendince. İnsanların yüzlerine bakarsanız okursunuz yabancı kelimelerini gözlerinden. Bunun heyecanıyla Ferit Melen Havalimanı'na yaklaşırken Van Gölü'nün eşsiz güzelliğiyle karşılaştık. Yanımda ailemin olması bana hem güven veriyordu, hem de tuhaf bir ayrılık korkusu. Uçağın kanadı göle değdi değecek derken iniş yaptık. Ayaklarım toprağına değdi ve ben "Merhaba!" dedim içimden... Suskun, sisli ve serindi O da. VAN’ın Beni ilk karşılayışı böyle oldu işte.

AHU

Devamı Buradan ...>>