.

"Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur."Kemal ATATÜRK .
ELA'dan mektup etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ELA'dan mektup etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Ekim 2009 Perşembe

AÇILIM -MAÇILIM

Aslında bugün size başka bir yazı hazırlamıştım. Ufacık aralarda, dar zamanlarımda ama keyifle hazırlamıştım yine de. Komikti çünkü. Yazarken yüzümde kocaman bir tebessümle yazmıştım. Belki hep beraber gülecektik. Ama ne yapalım, bir dahaki sefere artık...
Dün akşamdan beri kendimi yine başka hallere soktum ve buraya içimi dökebilirim belki diye yeni bir şeyler yazmak istedim. Sabaha güzel başlamıştım. Yorgun ama neşeliydim. Her gün yaptıklarımızı yaptık ve akşamı ettik. Yemeğimizi hazırlarken arka fonda televizyonda haberler vardı. Ahhh o haberler.!!! Bütün gün kaçırılan çocuklar, annesi, babası öldürülen ve katillerini arayan insanlar, ne yazık ki katillerin bulunmasına bile deliler gibi sevinen insanların haberlerini yüreğim dayanmadığı için izleyemeyen ben, haberleri es geçemedim dün akşam.
Yine ağlayan anneler vardı. Ağlayan gaziler,

feryat eden gözü yaşlı insanlar...
Bir yandan da bir yerlerde sevinen, kutlamalar yapan, davullarla zurnalarla sanki bir şeyler başarmışta, olmayanı oldurmuşçasına, inatla gülen gözler...
Olduğum yerde kalakaldım. Duymak istemedim, onların yerine kendimi koymak istemedim bile ama başaramadım. Bir baba:
"- Oğlumun cenazesinde ağlamadım, vatan sağ olsun dedim ama bugün ağladım işte" diyordu. İçinin yangınını kendi içimde hissettim. Diğer tarafta bir anne:
"-Keşke benim oğlumda onlardan olsaydı, hiç değilse şimdi yanıma gelirdi, bende mezar taşına sarılmazdım, şimdi yavrumu kucaklardım" diye ağıt yakıyordu. Bütün televizyon kanalları o yersiz, alakasız kutlamaları günlerdir, saatlerce gösterince insanların o kapanmayacak yaraları yeniden kanamıştı tabii. Dibine kadar da haklılardı. Bitene kadar izledim...
Artık ben de oğlum gibi sadece reklamları ve baby tv'yi izlemek istiyorum.
Bence olmadı bu. Bu "açılım" beni hiiiçç açmadı. Yıllardır ağlayan analara, eşlere, babalara, kardeşlere haksızlık oldu bu.
Olmadı!!!
Dün geceden beri, ağlayan şehit anneleriyim ben. Gözyaşını içine akıtan babalarım, isyan eden, artık güvenmeyen, yalnız, ortada kalakalmış eşlerim. Çok üzüldüm çook. Sadece izliyor olmak, bu kadar da olmaz diyebilmek sadece, daha çok büyütüyor içimdeki karmaşayı. Bir türlü içime sindiremiyorum işte.
Bu zamana kadar yaşanan bu gereksiz savaşın bir yerlerde, bir şekilde bitirilmesini, hepimiz istesek de bu böyle olmamalıydı. Yaşanan o kutlamalar nispet yapar gibi gözümüze sokula sokula her dakika gösterilmemeliydi. Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmamalıydık...
Daha çok şey yazmak istiyorum aslında. Yine de kararında ve tadında! Bırakmak istiyorum. Günaha girmek istemiyorum.!
Daha güzel günlere birlik ve beraberlik içinde ilerleyebilmek dileğiyle diyorum ve bitiriyorum.


Resim:sayhadergi.com'dan alıntı.

Devamı Buradan ...>>

7 Ekim 2009 Çarşamba

ELA’dan BLOG DOSTLARINA MEKTUP:

17 yaşında, bizimkiler boşanmaya karar verdiğinde çalışmaya başladım ben. Biraz mecburi oldu ama böylece er ya da geç bir yerlerden başlanılacak olan o "hayata atılma" devresi kendiliğinden gerçekleşmiş oldu. Okulda öğrendiklerimin büyük bir kısmının hiç bir işe yaramadığını, hatta zaman zaman çalışmak için öğrendiklerimin çoğunu unutmam gerektiğini ilerleyen senelerde öğrendim. Hayat, okul kadar kolay olsaydı keşke...
İlk işim bir giyim mağazasında tezgâhtarlıktı. Aman Allah’ım tam bir facia. Bütün gün özenle dizdiğin rafları sadece bir kişinin, evet tek bir kişinin altına üstüne getirmesi ve onları tekrar dağıtılmak üzere toplamak zorunda olmak benim açımdan tatsız hatta acı bir tecrübe oldu:)

Bütün gün ayakta durmaktan zonk zonk zonklayan ayaklarım içinde tabii. Sanırım 10 gün dayanabildim. Allah bu işi yapmak zorunda olanlara sabırlar ihsan eylesin diyerek, eş dost vasıtasıyla bir şirkette bulduğum sekreterlik işine başladımmm. Önceden sekreterlik deyince aklıma ilk gelen Hülya Avşar'dı.:)) Neden mi? Çünkü onun bir filmi vardı ve patronu çok iyi bir adamdı. Seyredenler hatırlar belki adam elinden gelen her türlü yardımı yaptı işe ihtiyacı olan güzel mi güzel sekreterine. Hem de hiç asılmadan. Hıh hayatın tamda bu yerinde ben filmlerin baya bi atmasyon olduğunu da yaşayarak öğrendim:) Ne yalan ama... Gıcık mı gıcık, iki asker emeklisi patronum vardı. Kendileri gerçeğin dışında, hala ordudaydılar. Bende askerlik yapan ilk kız çocuğu olarak şafak saymaktaydım:)) Neyse, kendi kendimi aşarak inanılmaz bir sabır örneği gösterdim ve 5–6 ay kadar dayandım kendilerine. İşten ayrıldığım gün çektiğim ohhhhhh'u siz düşünün. Kuş gibiydim. :)
Yine bir yerlerden başladım. Kursa gidip bilgisayar kullanmayı öğrendim. Göstermiş olduğum üstün başarımın sonucu olarak ;) aynı dershanenin muhasebe bölümünden iş teklifi alınca düşünmeden zıpladım. Klavyemi geliştirdim, hatta bir iki derse girip hocalık bile yaptım :) Uzatmayım daha bir sürü iş. Çalıştım da çalıştım. Çoğu insandan çok çok az, çoğundan da çok fazla. İçlerinde en çok şarkıları sevdim. Hala da seviyorum şarkı söylemeyi:) Şu aralar en çok ninni söylüyorum:)
Ne olursa olsun şimdi çok daha iyi anlıyorum ki, severek yapmadığım işlerden bile çok fazla şey öğrenmişim ben. En azından neleri isteyip, neleri istemediğimi anlatmışlar bana. Sabrımı pekiştirmişler, insanlara nasıl davranmam gerektiğini göstermişler. Hepsi amaca ilerlerken önümden gelip geçen araçlarmış. Yüklendikleri görevleri yapmış meğerse gıcık patronlar, haldur huldur raf kurcalayan kadınlar:) Sağ olsunlar...
Şimdilerdeyse, dünyanın en zor ama enn güzel işini yapmaktayım. Oğlum ve ben birbirimize çalışıyoruz 18 aydır. Yeri geliyor öğretmenlik yapıyoruz, bazen patronluk, bazen ressam oluyoruz bazen aşçı. Aklınıza ne gelirse.:) Ama maaş falan veren yok o ayrı:)) Şimdiye kadar en çok sevdiğim iş bu oldu benim. Bundan sonra işten ayrılmak gibi bir lüksüm olmadığını bile bile hem de...
Amma velâkin yeni bir şeyler üretmenin vakti de geldi. Kafamda şu an düşünme aşamasında olan projelerim de var. Sizlerle daha sonra daha ayrıntılı paylaşabilirim. Destek ve fikirlerinizi bekleyebilirim. Bir ip ucu vermemi isterseniz içimde sakladığım kocaman Derya Baykal'ı artık dışarı çıkarmak, eskilerden yeniler yaratmak, yenileri özelleştirmek düşüncesindeyim.:) Çookk çalışmam lazımm çookkkk :) Hadi bakalım. Allah hepimizin işini gücünü rast getirsin. Kucak dolusu sevgiler...
Ela...

Resim:alexandrakitly.com'dan alıntı

Devamı Buradan ...>>

3 Eylül 2009 Perşembe

YİNE ÇOCUK OLABİLSEM


Geçen gün yeni tanıştığım biri bana bakıp, “aaaa siz 30 yaşında mısınız? Üstelik birde bebeğiniz var, hiç göstermiyorsunuz doğrusu!” demez mi. Sevincimi görmenizi isterdim. Eminim ağzım kulaklarıma kadar yayılmıştır. :) Karşı tarafın durumu biraz abarttığını içten içe bilsem de, 32 diş sırıtışıma engel olamadım :). Demek ki yaş ilerledikçe böyle oluyor dedim içimden, içinde bulunduğum şapşiliğin farkına vararak.:) Haa ne oldu şimdi yaşını göstermiyorsun da ne oluyor yani dimi. :) Başın göğe mi erdi? Yüzün göstermiyor belki ama ya için. Önemli olan içindeki sen değil misin?...
Yıllar önce, bir lise talebesiyken bu durumun tam tersine sevinirdim oysaki. Yaşımdan büyük gözükebilmek için uğraşır dururdum. O zamanlar

akranlarımdan uzun olan boyumun daha da uzun olmasını isterdim deli gibi, bunun içindir ki, topuklu ayakkabılara kayardı gözlerim sürekli. Annemin makyaj malzemeleriyle arkadaşlığım da aynı nedenden başlamıştır. Daha olgun (muş) gibi olabilmek için: ) 18 yaşından büyük(müş) havası verebilmek için debelenip duran bir kız çocuğu düşünün işte.
Ahhh ahh! o zamanlar böyle büyüyeceğimi bilseydim bunlara kafa yorar mıydım hiç? Hangimiz yorardık ya da?
Ben küçükken büyüyeceğimi bilseydim eğer;
Ortamımın, küçük yaşların, ergenliğin tadını daha bir çıkarırdım yayıla yayıla ohhhh!!! Okula giderken nefret ederek giydiğim formamı daha bir severek giyerdim mesela. Saçlarımı iki yandan örebilmenin tadını çıkarır, kanaat notundan sıfır alacağımı bile bile tırnaklarımı uzatmaya çalışmazdım. Eteğimin belini kıvrım kıvrım kıvırmaz illa baklavalı çorap giyecem diye tutturmazdım. Sigaraya asla başlamazdım. Daha çok âşık olurdum. Daha az üzülürdüm, daha fazla çalışır ama sokaklarda daha çok fink atardım :) Akşam babam kızmadan evde olabilmek adına muhabbetin en güzel yerinde kalkıp eve gitmezdim. Daha fazla kitap okur daha az kopya çekerdim. Acıklı şeylere daha az ağlar, komikliklere daha fazla gülerdim.
Ne de olsa bir gün büyüycem dimi, ve bunların hiç birini bu zamanda, bu akılla yapamıycam.
Bilseydim ahh bilseydim :)
Ne garip. Şimdi orta yaşlara doğru geçip giderken zaman, yolun yarısına beş yıl kalmışken yani, geçmişte gelmeyecekmiş gibi görünen o günleri yaşamaktayım aslında. Ne çok şey yaşadım ne olmazları oldurup, olurlardan vazgeçtim herkes gibi. Yaz yaz bitmez. Ee tamam da büyüdükte ne oldu yani.? Ne değişti çocukluktan bu yana. Yine gelecek endişesi, yine hayaller, umutlar. O zamanlar 16 olan yaş hanesi şimdi 30 oldu işte birde bu var.. Sonra 40 sonra 50- 60. Değişen bir şey yok ki.
“Bir an önce büyüsem”in yerini “ yine çocuk olabilsem, o günlere yine dönebilsem”in almasının dışında tabii.
Sevgiler…
Ela

Devamı Buradan ...>>

25 Temmuz 2009 Cumartesi

BİR GARİP HALLER içinde HALİM


Sürekli bir şeylere yetişme telaşındayım şu aralar. Hani kurulu bir robot olsa ancak benim kadar saate bakar herhalde. Sabah kahvaltısı, ardından uyku saati. Öğlen yemeği veee akşamüstü gezintisi. Deniz zamanı hoopp akşam yemeği. Banyo ve nihayet uyku merasimi. Her günüm birbirinin aynı. Ha bundan şikâyetçi miyim? (Hayır değilim. Bu hal benim her yaz yaşadığım o hal işte bilenler bilir:) Şu temmuz-ağustos ayında nedir beni bu kadar kasan Yarabbiiii?))
Uzun zamandır yazı yazmayı bırakın, bir kitap kapağı bile açamadım. Haberleri izlemeyeli belki 1 ay olmuştur mesela. Hoş, çok şey kaçırdığımı da düşünmüyorum. Zaten her izlediğimde karabasanlar çöküyo üzerime. Gazete derseniz, akşamüstleri gittiğim çay bahçesinde, sıcaktan bayılmak üzere değilsem eğer bir iki sayfa okuyabiliyorum ancak.

Bilerek magazin haberlerini okuyorum ki eğlence olsun. ;)
Bazen çok kasıyor bu koşuşturma beni, bazen de kafamı kurcalayan o ayrıntılara vakit bulamadığım için seviniyorum.
Ara sıra şu anda olduğum gibi yalnız kalmak istiyorum, yalnızken de kalabalıkları özlüyorum. Gündüz koşturmacasından sonra akşam ayaklarımı uzatıp çayımı yudumlarkeeeen bu seferde uyuttuğum oğlumu özlüyorum iyi mi?) Etrafta onu arıyor gözlerim, göremeyince hemen duygusallaşıyorum.
Sizce yavaş yavaş kafayı mı yiyorum:)
Asıl olarak bütün bu anlattıklarımı her sene yaşıyor olmak düşündürür oldu beni şu aralar. Acaba neden diyorum?
Yaşadığım yeri mi sevmiyorum?
Hep aynı şeyleri yapmaktan mı sıkılıyorum?
Özellikle bu zamanlarda sevgisiz kaldığımdan mı deliriyorum?
Sıcaktan mı bunalıyorum?
Her tarafta uçuşan o korkunç kakalaklardan mı tırsıyorum? :)
Yan komşuya dadanan kocaman farenin ziyaretinden mi korkuyorum?. :
Kendime durduk yere sorun mu yaratıyorum?
Karşımdakinden çok şey mi bekliyorum?
Yoksa bana rahat mı batıyo?:))
En fenası da bunların hepsi birden mi oluyo. :))
Valla bende bilmiyorum. Düşün dur işin yoksa.
Bir daha ki yazımda, eğer bulabilirsem doğru şıkkı sizinle de paylaşırım.
İşte böyle dostlar. Halim, bir garip haller içinde haldir. :) Ammaaaa her şeye rağmen şükretmeyi de unutmuyorum. Sağlıkla geçirdiğim her gün için, oğlum, kocam ve sevdiklerim için hep şükrediyorum o ayrı konu.
Şimdilik benden bu kadar. Hepinize sevgiler, saygılar. Sıcaklarda dikkat edin kendinize...
Ela...

Resim, alıntı: therosesutah.blogspot.com'dan

Devamı Buradan ...>>

30 Haziran 2009 Salı

GELİNLER ve KAYNANALAR


Yüzyıllardır süre gelen Gelin-Kaynana savaşlarından az da olsa nasibini almayan yoktur. Hala bekâr olanlar ve hep böyle kalmak isteyenler hariç tabii:) Ben kendi adıma çok rahat konuşabilirim ki Kaynana kelimesini bile soğuk, yabancı bulurum sonradan kazandığım Annem için. Sanırım bu konuda sayılı şanslı insanlardanım. Çok şükür. Çevremde birebir tanık olduğum ama bana çok uzak bu çekişmeler acaba hangi taraftan kaynaklanır. Hep merak etmişimdir. Tabii ki gelinlere sorsanız kayınvalidelerden, kayınvalidelere sorsanız gelinlerden:)
Karşıma geçmiş anne!!!siyle kavgalarını hararetli hararetli anlatan arkadaşlarım da oldu, gelinini yanımda çekiştiren, canı sıkılan annelerde. Dinledim. Şaşırdım. Anlattıkları şeyler,


hani deriz ya incir çekirdeğini doldurmaz cinstendi. Ama onlar farkında bile değiller işte. Acaba böyle gelmiş böyle gitsin mi diyorlar. Hani geleneği bozmamak için mi? :) Ne bileyim anneler oğullarını mı kıskanıyor acaba gelinlerden, ya da gelinler annelerin o erişilmez tahtlarına asla gelemeyecekleri için mi içerliyorlar? Bunu yaşayarak öğrenmediğim için ne kadar da mutluyum bilemezsiniz.
Her gün gittiğimiz ve artık müdavimi olduğumuz o güzel çay bahçesine, geçen yıl size bahsettiğim kayınvalidenin gelinini arkadaşlarına çekiştirmesi olayı var ya hani, belki okuyanınız vardır. .
İşte geçen gün yine aynı insanlar yine aynı yerde aynı muhabbeti yapıyorlardı. Yuhh dedim. Üzerinden geçen koskoca bir yılda değişen hiç bir şey olmamış meğer. İçten içe üzüldüm. "Karşılıklı anlayışla çözülemeyecek sorun yoktur" deriz ya unuttuğumuz o "anlayış" duygusunu sanırım yine o güzel, fedakâr, düşünceli anneler hatırlatacak bizlere ona karar verdim ben :)...Aşağıdaki hikaye de bu olayın üzerine geldi cuk diye oturdu ama:))
Sevgiler.
ELa...

Aşçılığıyla ün yapmış yaşlı bir kadın, akşam yemeğine gelecek olan oğlu ve gelini için yine mutfağına kapanmış, yemekler hazırlıyordu. Aynı akşam yine yemeğe eski bir dostunu da davet etti, beklenen misafirler gelip sofraya oturduklarında çok şaşırtıcı bir durumla karşılaştılar. Yaşlı kadının o gece yaptıkları yemekler değme oburların bile iştahını kapatacak kadar berbattı. Tatlılar un kokuyor, patatesler yanmış, köfteler ise neredeyse hiç pişmemişti. Oğlu, yeni gelini ve aile dostları, kadıncağıza durumu belli etmemek için ellerinden ne geldiyse yaptılar ve nihayet yemek bitti. Yeni evli çift annelerinin ellerini öperek vedalaştılar ve evden ayrıldılar. Aile dostları ise biraz daha kaldıktan sonra gitmeyi düşünüyordu. Oğlu ve gelini gittikten sonra yaşlı kadına dönerek 'Senin harika bir aşçı olduğunu adım gibi biliyorum, bana söyler misin bu geceki yemekler neden o kadar kötüydü? Bence ya hastasın ya da bir sorunun var.' dedi. Yaşlı kadın gülümseyerek Cevap verdi:

"Hayır hiçbir şeyim yok, kasten yaptım. Bu yemekten sonra oğlum asla ikide
bir annesinin yemeklerini hatırlatıp karısının kalbini kıramayacak."
demiş.

Devamı Buradan ...>>

19 Haziran 2009 Cuma

KIRILMAYACAK DOSTLAR KOLEKSİYONUM


Son yazımın üzerinden baya bir zaman geçti biliyorum. Ne zaman yazdım ben bile hatırlamıyorum ki şimdi size söyleyim:)
Malum yaz sıcakları bastırdı. Sıcağı hiç mi hiç sevmeyen oğluşum bu durumdan oldukça şikâyetçi olduğundan ve üzerine 7. ve 8. dişlerimizin aynı anda çıkmaya çalışmasından dolayı yorumlarınıza cevap yazacak zamanı bile bulamadım.
Öncelikle "Hiç Kırılmayacak Vazo" yazıma yaptığınız güzel, içten yorumlarınıza çok teşekkür ediyorum. Çoğunuzun bam teline dokunduğumun farkındayım aslında. Bazıları kendinde bir şeyler buldu kimileri de uzun uzun iç çekti belki. Ne diyebilirim ki; hepinize hayatınızı paylaşacağınız, anlayıp, anlaşılacağınız güzel dostluklar diliyorum.
Yazıda bahsi geçen dostum okuduğu yazının önce bir yerlerden alıntı olduğunu sanmış. :) "ne kadarda benim hikâyeme benziyor" dediğini ve ardından kendisine yazılmış bir yazıyı okuduğunu anladığında hıçkıra hıçkıra ağladığını yazmış bana. Öyle güzel ve duygusal bir cevap yollamış ki,

içimde ona beslediğim sevginin tamda karşılığını, onun da beslediğini anlamış oldum ve çok sevindim. Aslında biliyordum ama tekrar duymak hoşuma gitti.:) Buradan kendisini kocaman öpüyorum...
Dostluk deyince bir dostuma daha yazmadan geçemiycem ama. Yazmazsam ayıp olur, günah olur...
Öyle ki kendisi şimdi bulunduğum yerde, durumda olmama çok yardımcı olmuş, dertlerimi, evini, ekmeğini, suyunu benimle her koşulda paylaşmış bir can dosttur. Öyle şeyler yaşadık ki beraber anlatsam enginlere sığmaz taşar.:) Koskoca 15 yıl. Hangi birini anlatayım, hangi birini yazayım.
Hayatımın o unutulmaz Ankara döneminde sürekli yanımdaydı o. O ve sevgili ailesi. Hepsini ayrı ayrı selamlıyorum, seviyorum, özlüyorum.
İş çıkışları beraber müzik dinlemeye, yemek yemeğe, alışverişe, kuaföre, her yere beraber gittik onunla. Yapılması gereken herhangi bir şeyde önce o arandı telefonla. Gidilmemesi gereken yollardan da döndürdüğü oldu beni. Hayat bizi beraber olgunlaştırdı aslında. Çocukluktan ergenliğe, hatta şimdilerde orta yaşlara doğru beraber adım attık ve atacağız canım arkadaşımla.
Özellikle benim için vermem gereken "çok önemli bir karar" vardı ki, herkes karşı çıkarken, ya da bilip bilmeden yargılarken, o bana "yap" dedi "git ve ne yapmak istiyorsan yap"...
Şimdi düşünüyorum belki onun verdiği cesaret olmasa gidip sevdiğim adamı göremezdim bile. İçinde bulunduğum o inanılmaz karmaşıklıktan çıkmama öyle yardımcı oldu ki. Çok iyi anladı beni. Yaşadıklarımı hissetti. O da âşıktı çünkü. :) Ona sorsanız belki şimdi pişmandır "git" dediği için. Çünkü biricik arkadaşı o adamla tanışıp hayatına başka bir yön verdi ve Ankara’dan ayrıldı. Hiç bir şey aynı olmadı o gittikten sonra ama kalpleri hep yan yana durdu, yan yana attı. Dostluk bu değil midir zaten? O mutlu olunca mutlu olmak yani.
Dostum; benim kendime verdiğim en iyi hediyelerden biri oldun sen. Hiç kırılmayacak eşya koleksiyonumun eşsiz parçalarından. Çookk uzun zaman iki ruhta yaşayan bir vücut olduk seninle. Birbirimizin kıymetini kaybetmeden bilenlerden...
Ne mutlu bize. Umarım en yakın zamanda istediğin o özel insanı bulup sende anne olursun. Bunu çok istediğini biliyorum çünkü. Ve ben o zamanda, bu zamana kadar olduğu gibi yanında olucam sana söz. (Engin tecrübelerimden mahrum bırakmayacağım seni:)
Sana buradan çok teşekkür ediyorum. Dostluk yolumuzun üzerindeki çalıyı, çırpıyı, otları, dikenleri hep temizlediğin için. Temizlememe de yardımcı olduğun için ve yardımların için. Her zaman yanımda olduğunu hissettirdiğin için. Şimdi çok yakında kavuşacağımız zamanı bekliyorum. Bu ayın sonu....Seninle yine, farkında olmadan uzayıp giden ve okunan sabah ezanıyla, korkarak, yerimizden sıçrayarak:) kendimize geldiğimiz o uzun sohbetlerimize yenilerini eklemek için bekliyorum.
Ve son olarak dostum sana Mevlana’nın en beğendiğim sözlerini yazmak istiyorum. Ne olursa olsun kimsenin seni üzmesine izin verme. Kendinin değerini, kıymetini bil canım benim. Benimkini bildiğin gibi....Seni seviyorum canım arkadaşım.

Bak, bil ki domuzların önüne inciler serilmez,
Mücevherden sarraflar anlar ancak, başkası bilmez.
Ne fark eder ki kör insan için, elmas da bir cam da,
Sana bakan bir kör ise, sakın kendini camdan sanma...


*ELA*

Devamı Buradan ...>>

4 Haziran 2009 Perşembe

HİÇ KIRILMAYACAK VAZO


Geçen gün en yakın dostlarımdan birini aradım. Telefonu açar açmaz beni aramaya utandığını söyledi.
“-Hayırdır!” dedim.
“—Doğum gününde arayamadım, özür dilerim.” dedi.
Gülüp geçtim. Belki başka biri olsa hafiften içerleyebilirdim ama onun bendeki sonsuz kredisinden kesildi gitti hesabı. Kapandı.
Biz neler yaşadık şöyle bir düşündüm sonra...
Soğuk bir kış günü okuldan çıkıp, her gün toplandığımız lojmanımızın kafeteryasında kimsecikler yoktu o gün. Bende toparlanıp eve gideyim diye düşünürken bir arkadaşın telaşlı koşturmacasına takıldı gözüm. Yanına gittim. "hayırdır n'oluyo". Duyduklarıma inanamadım önce. "Olmaz canım bir yanlışlık vardır". Karlara bata çıka koştururken elimden fırlayıp giden kitap ve defterlerime bakmadım bile. İçimden "Allah’ım nolur gerçek olmasın" diye diye buz tutmuş kaldırımlarda koştum.
Evlerinin önüne yaklaştığımda kalabalığı fark ettim. Evet, olağan dışı bir şey vardı. Arkadaşımı aradı gözlerim. Sonra hemen seçtim kalabalığın arasından. Çok sakindi. "Ohhh" içim rahatlamıştı birazcık." Allaha şükür" dedim. Demek ki uydurma bir haberdi. Sonuçta babası ölen bir insan o kadar sakin olamazdı.
Yanına yaklaştım. Yüzüne baktım. Belki kendisi hatırlamıyordur çünkü bir rüyada gibiydi. Geldi, boynuma sarıldı. Annesine baktım. Yüzü sapsarıydı. Görünüşte iyiydi ama içi yaralıydı sanki. Evlerine girmelerine izin verilmiyordu. İçeride neler olmuştu hiç bir fikrim yoktu. Dudaklarımdan zorla çıkarabildiğim tek kelime "N'oldu?"...
Nasıl patladığı tarafımızdan hala bilinmeyen silahtan çıkan kurşun önce duvara oradan da kalbine saplanmıştı babacığının. Zorlukla anlatıyordu ve ben bir o kadar zorlukla dinliyordum. Sarıldım ne diyebilirdim ki "ağla ağla güzelim, açıl" demekten başka. Sonra o ağlamaya başladı. Annesi, ağbisi ve biz onları çok seven bir sürü insan.
O gece her zaman neşeyle cıvıldadığımız, şakalaştığımız, dertleştiğimiz odam bu sefer efkâr yuvamız olmuştu. Ne desem anlamsız olacağını bildiğimden genelde sustum. Uyumak istesek de nafile. Sabahladık o gece. Güç toplamaya, kendimize gelmeye çalıştık.
Olayın üzerinde 1 ay kadar bir zaman geçtikten sonra ister istemez İstanbul'a taşınacaklarını duyduğumda ikinci bir şok yaşadım tabii o da. O zamana kadar hayatı, dostluğu, aşklarını paylaştığım dostum benden uzaklara gidecekti. Peki ben ne yapacaktım?...
Gittiler. Belki bir değişiklik olur da kalırlar desem de, hayallerimi suya düşürüp gittiler.
Bu duruma da alıştık. Maalesef mecburen alıştık. Ama ayrılmadık. Rengârenk mektup kâğıtlarına, zarflarına dökmeye başladık içimizi. Her hafta hiç şaşmadan aldım ve yazıp, yolladım. Tam 2 yıl boyunca hem de. Okurken onun yeni hayatına biraz olsun alışmış olması bile çocuk gibi sevindiriyordu beni. Mutlulukları, sevinci, neşesi benim de sevincimdi. Ne de olsa o benim ikinci BENimdi.
Sonra yine bir gün canım arkadaşımın anneciğini de uğurladığını öğrendim. İnanabiliyor musunuz? Haberim bile olmadı. :(( Beraber çıktıkları bir tatilde rahatsızlanan canımm teyzemmm iki gün içinde hakkın rahmetine kavuşmuştu. Bu sefer ondan ayrı ağladım, ona sarılamadım, gidemedim ama yanındaydım.
Canım benimmm öyle güçlü, öyle dik durdu ki hayata karşı. Birdenbire ağbisi ve yaşlı anneanne ve dedesinden başka kimsesi kalmayan o kız asla pes etmedi. Sonraaaa, âşık oldu. Evlendi. Bir ara görüşemesek de benim kalbim hep onun yanındaydı ve biliyorum ki onunki de benim. Biz yine bulduk birbirimizi tabii ki. İlk günki gibi heyecanla devam ettik dostluğumuza. Ediyoruz da. Bu sefer mektupların yerini msn görüşmeleri ve mailler aldı tabii. Eee, dile kolay mektupların üzerinden geçen zaman hemen hemen 15 yıl...
Hamile olduğunu bana büyük bir sevinçle söyledikten tam 2 hafta sonra bende ona aynı güzel haberi verdim. Şimdi o kız o güzel, güçlü, sevimli kız, benim dostum; aynı ben gibi anne. Daha bir anlar olduk artık birbirimizi. Dostluğumuz boyut atladı bir nevii. Artık hayalimiz yavrularımızın da AYNI BİZİM GİBİ dost olmaları...
Dostum nasıl kızarım sana. Bizim dostluğumuz kırılmasından korktuğumuz bir çin vazosu değil, ne kadar atarsak atalım kırılmayacak bir eşya gibi. Her ne olursa olsun hep yanındayım ve biliyorum ki sen de benim. Kırılmam, küsmem, vazgeçmem ;)
Seni Çok Seviyorum...

Devamı Buradan ...>>

25 Mayıs 2009 Pazartesi

LOST-5. SEZONdan izlenimlerim.


Son bir haftadır her bölümünü heyecanla beklediğim Lost dizisinin 5. sezonunu izlemekteydim. Her boş anımı onu izleyerek geçirdiğimden ne zamandır yazamadım. Malum, başladın mı bitirmezsen olmaz. Çekirdek gibi bişey:) İzleyenler bana hak verirler belki kafam allak bullak oldu. 3 yıl önceye dön hooop 3 yıl sonraya. Sonra yine başa vee sona. Sonunda neler çıkacak, nasıl toparlanacak, meraktan deli oluyorum.:)
Bu dizi bana hayal gücünün nerelere varabileceğini de gösterdi aslında. Hani bizim abuk dizilerin senaryolarını bir haftada yazabilirim belki ama böyle bir senaryoyu nasıl yazıyorlar düşünmeden edemiyorum. Her bölümün bitişinde; "ee yuhhh" demekten de alamıyorum kendimi. 50 sene düşünsem aklıma gelmez yahu!.

Bana ve benim gibi hayal gücü fukaralarına kalsaydı, uçak düştükten sonra bir takım olaylar yaşanır yıllar sonra hepsi bir şekilde sevdiklerine kavuşurlardı. Dayanamayız biz mutlu son olmazsa boşuna izledik sayarız ya ondan. Efenim şöyle;
Kate ve Sawyer evlenir, Jack düğünü basardı. :)))) Hatta aynı düğünde Cleire ve Charlie de evlenirdi.Gırgıriye de hep öyle olur ya:)))) Sonracııma baya bi tombul olan Hugo arkadaşı, bir zayıflama kliniğine gönderirdik orda aynı kendi gibi birine âşık ettiriverirdik. Oh şişko ama mutlu:) Sayid de ıııııı nolsun hıh polis olsun, hatta Emniyet Müdürü. Locke tabiî ki iyileşsin kafasına saç ektirsin ve tabii ki Ben ölsün,kahrolsun...İşte ne biliyim onların dönüş sahneleri, öldü zannettikleri yakınlarına kavuşan anne babaların ağlama sahneleri:))ohhh malzeme çok. Acıklı çekeridim ama. Salya, sümük ağlatırdım izleyenleri.:))
Al sana dizi... Bu mudur yani.? eeeee benim adım hıdır, elimden gelen budur ;)
Güzelim diziden soğuttuysam affola:)
Ne yapalım benim de hayal gücüm böyle geniş olabilseydi neler yazardım ama nerdeee? Tam tersi sonuna kadar gerçekçilerdenim. Bana saçma gelen, akla mantığa uygun olmayanları kolay kolay kabul etmem. Vampirli , mampirli, uzaylı, muzaylı filmleri izlemem, izlesem de zevk almam. Hayaletlere güler geçerim, hele hele hayalet avcılarınaysa şaşarım:)). Yaşanmış hikâyeleri, romanları okumayı seveeer, abartılı olanları okurken "hadiii len" demeden yapamam. Huy işte. Bilmem kaç yılında uzayda geçen savaşların yaşandığı her şey bana komik, uzak gelir. Vızır vızır uçuşan uzay gemilerine boş boş bakar, bir gün olur acabayı ? Aklımdan geçirmem bile.
Bunun yanında bir "hayalperest"e aşığım onu da söylemeden geçemiycem. Bazı duyguları, kafası, mantığı "fantastik" çalışan biri.:) İşte illa tamamlanacak ya iş. Bende yok onda var. Onda yok bende var.
Sonsuz denge işte:)))
Hepinize kocaman sevgiler.
*ELa*

Devamı Buradan ...>>

10 Mayıs 2009 Pazar

70 ÇOCUĞUN ve NİCE 70 ANNESİZ ÇOCUĞUN İÇ YANGINI VAR İÇİMİZDE BUGÜN


Benim annem güzel annem, beni al kollarına kucağında okşa beni ninniler söyle banaaaa....
Çocukluğumuzda annelerimize söylediğimiz, hepimizin ezbere bildiği bu şarkıyı şimdi çocuklarımızın bize söyleme vakti geldi demek. O kadar büyüdük mü biz şimdi? Ne zaman büyüdük, sevdik, evlendik de, ANNE olduk biz...
Anne olduk ve anladık ki bir gün değil, hergün Anneler günü aslında. Yavrusu yanında olan, annesi hayatta olan, yanında, yakınında olan herkesin mutlu günü bugün. Annelerini kaybetmiş olanlarınsa hüzün günü...
Benimde bugünüm hüzünlü. Üzgünüm, kızgınım, çaresizim. Ateş düştüğü yeri yakar derler ya. Bu sefer düştüğü yeri değil, beni, sizi, herkesi yaktı. Yaklaşık 1 haftadır Mardin'in Bilge köyünü saran yangın benimde içimi yaktı. Annelerim yanımda ama yine de tam olarak mutlu değilim işte. Orada annesiz kalan 70 çocuğu düşünüyorum çünkü. Yaşadıklarını, kabuslarını, korkularını bire bir yaşıyorum onlarla. İzler izlemez başıma giren o keskin ağrı, o iç yangını, yürek acısı hala geçmedi...
Evet bugün anneler günü. Elleri öpülesi, kucaklara sarılası, canları sevilesi annelerimizin günü. Ne kadar kutlayabilirsek kutlayalım bakalım. Bir yanımız buruk, eksik, yaralı...
Annelerimin, bütün annlerin anneler gününü kutluyorum. Evlatlarının yanında olup, bu günü hediyelerini alıp hep beraber huzurla geçirenlerin de, bir hiç uğruna geride bir sürü mahzun yavru bırakıp toprak altına girenlerin de...
Devamı Buradan ...>>

6 Mayıs 2009 Çarşamba

OĞLUMA İLK MEKTUBUM


Canım Oğluma;
06.05.2008 saat:10:00
Ameliyat masasına ilk defa yatacak olmama rağmen hiç korkmuyordum o gün. Aylardır merak ettiğim yüzünü görecek olmanın mutluluğu, heyecanı yanında "korku" o kadar hafif kalıyordu ki.Hatta gün hıdrellez günüydü ve kulağımın arkasında kırmızı bir gülle girdim ameliyathaneye. Güle oynaya.
O buz gibi masada bana verilen ilacın etkisiyle bir sis bulutu belirdi önce gözlerimde. Sonra başımı hoşça döndüren bir şarhoşluk, çakırkeyif dediklerinden. Bilmediğim o yerlere giderken sadece " Allahım n'olur herşey yolunda gitsin" diyebildim ve duamın geri kalanı sanırım yarım kaldı. Kendimde olmadığım 1 saati aşkın süre içerisinde bana olanları, sonradan izlesem de hiç bir zaman umurumda olmadı. Tek derdim bir an önce kendime gelip seni emzirebilmekti. Yatağıma alınışımı bile çok iyi hatırlıyorum. 1...2...3... kaldır.
Odanın içindeki konuşmalar her ne kadar boğuk gelse de bana, babanın sesini diğerlerinden ayırıyordum. Saçımı ve yüzümü okşayıp bana korkmuş ama biraz rahatlamış bir ses tonuyla "karıcım, hadi uyan bak oğlumuzun karnı acıktı" diye sesleniyordu.
O sırada sen öyle güçlü ağlıyordun ki. Önce kulaklarıma inanamadım. Bir rüyada gibiydim. Seni bir an önce doyurabilmek için, aneztezinin etkisini öyle çabuk attım ki üzerimden doktorlar, hemşireler çok şaşırdılar bu işe. Sessizden konuşuyorduk zaten. Sen "anne acıktım, artık doyur beni" diyordun, bense "tamam canım, biraz daha sabret. Özür dilerim" diye cevap veriyordum. En küçük bir acı hissetmiyordum desem bana inanır mısın bilmiyorum. Sana odaklanmıştım çünkü yattığım yerden o güzel, kırmızı, tombiş yüzüne bakarken karnımda bilmem kaç dikiş varmış kimin umurunda?
Ve sonunda sırtımı yastığıma yaslayacak hale geldim. Seni kucağıma aldım. O kadar sıcaktın ve o kadar güzel bir bebektin ki. Ağladım, öptüm, kokladım seni. Ve nihayet kutsal görevimi, bekleyip, özlediğimi de yerine getirebilmiştim...
işte benim güzel meleğim seni kollarıma aldığım o günün üzerinden tam 1 yıl geçti. Çok şükür diyorum öncelikle. Seninle geçen her güne, 1 ay gibi geçip gidiveren 1 yıla ÇOK ŞÜKÜR.
Nasıl anlatabilirim ki geçirdiğimiz 1 yılı. Bunu anlatabilecek kelime var mı sanıyorsun? Yok. Her anı öyle değerli ki, öyle özel ve güzel ki. Bu 1 yıl sen bizi hiç üzmedin oğlum. Hiç sıkıntıya sokmadın. Hatta öyle güzellikler kattın ki hayatımıza, herşeyin üstesinden daha bir gelir olduk sayende. Seve seve, güle oynaya göğüsledik sorunlarımızı. Sağol bebeğim sağol canımm oğlum.
Senin ilklerin bizim de ilkimiz oldu. Bundan sonra da olacak. O ilkleri sevdik biz, alıştık. Yazdık, kaydettik, yaşayıp gördük, öğrendik...
16.06.2008- ilk rezene çayını içtin
17.07.2008- başını sağa-sola çevirmeye başladın,
25.08.2008- İlk defa hastalandın. Ateşin 38'lere kadar çıktı,
11.10.2008- Şeftaliyle tanıştın. (Çok sevdin),
14.10.2008- ilk armut-(bayıldın),
07.12.2008- ilk dişe merhaba,
06.01.2009- aaa ilk 5. diş geldi,
27.01.2209- İlk defa vapura bindin,
27.03.2009- Emeklemeye başladın.
Bunlar geçen senemizin küçük ayrıntıları bebeğim. O kadar çok ki. O kadar ilk ve o kadar masum ki. Sevginle dolu kalbimde hepsini saklıyorum merak etme hepsini sana yazacağım. Zaten şu anda yazmak istediklerimin çok azını yazabiliyorum sana. Bunu bilmeni isterim. Öyle yoğun ki duygularım, kafamın içinde sevinçle uçuşup duran cümleleri toparlayıp, yazmakta zorlanıyorum bebeğim.
Ne diyebilirim ki "iyi ki doğdun" dan başka. Mutluluğumu nasıl kelimelere dökebilirim ki "iyi ki varsın" demekten başka. Ve seni nasıl sevdiğimi sadece "seni çok seviyorum" diyerek nasıl anlatabilirim ki?
Umarım bize yaşattığın mutluluğun birazını bile olsa sana yaşatma fırsatı bulabiliriz oğluşum. Umarım seninle hayatımız her sene daha güzel olur. Umut dolu, sevgi dolu olur.
Canım oğlum benim; iyi ki senin annenim. iyi ki biz bir aileyiz. Bütün sevdiklerimizle...
Sana sarılıp kokunu içime çektiğim, sesini duyabildiğim, geceleri seni uyurken bile özlediğim, varlığını taa içimin en derininde hissedebildiğim 365 günümüze binlerce ŞÜKÜR diyorum.
Allah seni her türlü kötülükten korusun, erenler her yerde, her zaman yardımcın olsun meleğim, Egemmm.
YANAĞI PEMBEM, DUDAĞI KİRAZIM, GÖZÜ OKYANUSUM,
iYİ Kİ DOĞDUN...
*ELa*

Devamı Buradan ...>>

27 Nisan 2009 Pazartesi

AYRINTIDA GİZLENEN ÖZ


Detaylarla boğuşurken "Öz" ü unutuveririz çoğu zaman. Ahhhh bizi biziiiiii:)
İşe giderken bir türlü sevemediğimiz patronumuzla yine karşı karşıya geleceğimizi düşünürüz mesela. Bir ayağımız ileri giderken diğeri geriye gider. Aslında olayın Öz'ü "çalışmak" değil midir? Öyle ya da böyle ihtiyacı karşılamak, ufku genişletmek, hayatı sürdürebilmek için çalışmak...
Hayata "ah ah vah vah vah!" eder dururuz da Hayatın ÖZ'ü "yaşamak'ı” atlayıveririz. Farkına varabilirsek günün birinde ne ala:) Varamazsak öyle boşa çırpınır dururuz hayat denizinde. Kolluk yok, simit yok, yakınlarda duba da yok:))
Bir de "İnsan" var tabii. Onun "Öz" ünü, içini, derinini görene kadar ohooooo neleri vehmetmeyiz ki.
Tek çözüm "Öz"ü gösterecek, gözlükler mi dersiniz? :)
Önümüzde olup bitenleri görmek yerine

inciğini mıncığını didikler, etrafında deli tavuk gibi dolaşırız Öz'ün...
Ne kadar yakın ama ne kadar uzak;)
Fazla uzatmak istemem örnekler o kadar çok ki. Onun yerine yazıya ilginç bir şekilde uyan küçük, güzel bir hikâyeyi yazmak istedim ;)
Detaylarla uğraşırken "ÖZ"ü unutmamanız veya bir an önce bulmamız dileğiyle.
Sevgiler, saygılar...
*ELa*
Juan, motosikleti ile Meksika sınırına gelir. Arkasındaki iki büyük çantayı gören sınır polisi
şüphelenir ve içinde ne olduğunu sorar.

Juan:” -Yalnızca kum,” diye yanıt verince,

polis: “- Aç bakalım çantaları,” der.

Juan çantaları açar, polis didik didik kontrol etmesine rağmen kumdan başka bir şey bulamaz çantada! Bununla yetinmeyen polis, gece yarısına kadar kumu her tür tahlilden geçirtir ancak saf kumdan başka bir şey yoktur! Polis, çantalarını Juan'a geri verir ve sınırdan geçmesine izin verir. Ertesi gün Juan Motosikletinin arkasında iki büyük çantayla tekrar sınırda belirir. Polis Juan'ı gene durdurur, didik didik arar, bir şey bulamaz ve Juan'ı serbest bırakmak zorunda kalır.
Bu olay, polis emekli olana dek yıllarca devam eder! Bir gün emekli polis Meksika'da bir barda otururken Juan'ın içeri girdiğini görür ve derhal yakasına yapışır;

“-Senin yıllardır birşeyler kaçırdığından eminim. Çıldıracağım. Geceleri uyku uyuyamıyordum senin yüzünden. Lütfen anlat bana ne kaçırdığını. Aramızda kalacağına emin olabilirsin. “
Juan gülümseyerek yanıtlar:
“-Motosiklet”

Devamı Buradan ...>>

21 Nisan 2009 Salı

RÜYALARIN GAZABI MI, NE?


Son zamanlarda hep RÜYAlardan gidiyorum ama, uzun zamandır yazmak istediğim ünlü mü ünlüüüüü, dillere pelesenk olmuş gelin rüyalarımı yazmadan tamamlamak istemedim bu seriyi:))
Evlilik hayalleriyle yanıp tutuşanlardan olmadım hiç bir zaman. Olacaksa olur, hayırlısı deyip geçiştirirdim sualleri. Ama nedense rüyalarım da en az 50 en fazla 150 kere giydim o gelinliği:)
Yaş biraz biraz kemale erip, çevreden evde mi kalacak bu kız acaba söylentileri yayılmaya başlayınca:) bilinç altıma işlediğini düşündüğüm o rüyalarda bir gariplik olduğunu ben dahil anlattığım herkes anladı.:)
Evet bir acayiplik vardı doğru.

Hiç bir zaman tam hazırlanamayan müstakbel gelin yani ben ve yüzü hiç bir rüyada görünmeyen müstakbel bir eş.:) O kadar rüyanın birinde görseydim bari ama ne yaptıysam yüzlerini göremedim. Hepsi aynı mıydı yoksa farklı mı orasını bilemiyorum artık.
Sırf yüzü olmayan koca olsa neyse her seferinde bir şeyler ters gidiyor ve ben büyük bir sıkıntıyla uyanıyorum. Birinde gelinliğim kısa bas bas bağırıyorum "kim aldı bu gelinliği" diye kimseden tık yok:) Diğerinde gelinlik tamam ama ayakkabılar "siyah". Düşünebiliyor musunuz gelinliğin altına giyilmiş siyah ayakkabıyı. Son anda ayakkabıcılar geziliyor ve ben düğüne geç kalıyorum. İçlerinde en unutamadığım bir alay dolusu denizci asker. Çekmişler beyaz üniformaları damat ve ben bekleniyoruz. Açık hava her yer bembeyaz çiçeklerle dolu ama benim saçım yapılmamış. Sadece yapılmasa neyse biri gelip yolup gitmiş sanki:) Yine isyanlardayım yine sinirliyim. Uyanıyorum ohhh Allah’ım rüyay- mış:) Denizciler, havacılar , karacılar hepsi geliyo olmuyo olmuyo olmuyo isterse jandarma gelsin ben bir türlü evlenemiyorum işte. :) Kiminde çiçeğim yok, kiminde koca yok, kimindeyse hepsi var ben yokum. İşte böyle abuk rüyalar belki yıllarca belirli aralıklarla göründüler bana.
Eee sonunda bizimde kısmetimizi çıktı evlenmeye karar verdik. Allaaaah!!! acaba görülen bu rüyaların anlatmak istediği bir şey mi var.:)
Rüyalarımdan haberdar olan Tontiniyle başladık hazırlıklara. Veeee gelinlik. Nikâhtan önce bi giyeyim de bakayım dedim. Aman Allah’ım gelinlik üzerime 2 beden büyük gelmez mi. Baya zayıflamıştım ama o kadar da değil yaaaa. Hemen bir terzi bulup biraz ayar çektirdik ve arka fermuar baştan aşağa değişti. Provaya gittiğimiz gün üzerimde patlamasın mı! Tamam dedik rüyalar işte bunu anlatıyordu. Kesin düğünde fermuar patlayacak:)) Hatta Tontini nikâha giderken yanında çengelli iğne bile götürmeyi düşünmüş:)) Fermuar oldukça sağlam hale getirilmesine rağmen, bir zamanlar terzilik yapmış yengeme de üstünden kat kat dikiş geçirttim. Ne olur yenge sağlam dik, gözünü seveyim. :) Allah’ım nolur bir aksilik olmasın...
O gün geldi çattı. Sabah kargalar kahvaltısını yapmadan kuaför salonuna gittik annemle. Neyse saç, baş, makyaj. Hazırlandım bekliyorum. Müstakbel damat yok ama:)Hemen sarılırsın telefona ,
-nerdesin?
-evdeyimm !
-neeeeeeeeeeee:)
Gelin arabamız için şoförlük yapacak olan sevgili arkadaş son anda gelemeyeceğini bildirince o tarafta işler karışmış meğer. Araba kiralanacaktaaa, süsletilecekteeee, ohooooo
Beni aldı bir telaş ve aynı zamanda bir korku. Ahhhh rüyaların gazabı:))
Eve taksiyle gitmem bir yana taksici bana ne dese beğenirsiniz "ne o abla damat kaçtı mı yoksa":)
Ölür müsün öldürür müsün?. "Sana ne kardeşim sen sür". "Bunca yıllık şoförüm ilk defa arabama bir gelin bindi" hehe çok komik..;)
"e, her şeyin bir ilki var işte gözü kör olmayasıca"
Gergin geçen saatlerin ardından en az benim kadar gerilmiş müstakbel eşim geldi. Nikah saati 14:00 geldiği saat 13:50 :))))
Öyle ya da böyle kıyıldı o nikah ama salondan ayrılıp eve döndükten sonra o kadar kısa zamanda bütün rüyalarımı nasılda yaşadığımı anladım, gördüm. Akşam ki yemekte fermuar yırtılmazsa tamam atlattık.
Ve ben evlendiğim günden beri bir daha gelinlik giydiğim bir başka rüya daha görmedim.
Acaba rüyalar mı beni yordu, yoksa ben mi onları hala anlayabilmiş değilim.:)Ha bir de o son anda gelemeyen .....arkadaşı hala saygıyla andığımı da söylemeden geçemiycem;)
Sevgiler..

Devamı Buradan ...>>

15 Nisan 2009 Çarşamba

RÜYADA GÖRÜLEN AKREBİN ANLATTIĞI NEYDİ ACABA


Herkese sonbaharda gelir bunalım bana ilkbaharda geldi. Evet fena geldi hem de.:) Hiçbir şey yapasım, kolumu kaldırasım, sabahları yüzümü bile yıkayasım yok şu günlerde. Uzun zamandır istediğimiz, umduğumuz değişiklikleri yapamadık hayatımızla ilgili ondan galiba. Birde üstüne yaz geliyo, Afrika sıcakları, uykusuz, bol terli geceler. Düşünmek istemiyorum.
Ama biliyorum, ben çok severim İlkbaharı. Gündüz cıvıldayan kuşları, yakmayan ama ısıtan güneşi ve geceleri yüzüme çarpan serin ama üşütmeyen o güzel yeli. Yine seviyorum ya bunalımdayım diye sevmiyor değilim tabii. Canım ilkbaharım benim:) Sen kızma sakın.

Allah’tan gün içinde oğlumla avunup oyun, yemek, banyo derken eğleniyoruz da zaman geçiriyoruz buralarda. Yapacak hiçbir şey, gidecek hiç bir yer yok.
Hadi bugün çıkayım bu bunalımdan diyorum. Laylaylom kalkıyorum. Mutlaka bir şey çıkıyor yine atıyor sigortalarım. Bir kaçak var galiba. Yükselmek lazım, değiştirmek lazım benimkileri:) İnsanların düşüncesizliklerine kızıyorum, bazı konularda çaresiz olmaya kızıyorum, amaaaannnn agresifim anlayacağınız. Yazı bile yazmak istemedim kaç gündür. Ne zaman açsam bilgisayarı orda burada oyalandım bu sefer okuduklarıma kızdım kapattım iyi mi:))
Bu öğleden sonra da oğlumla beraber güzellik uykusuna yattım. Güzelliğimizi bu uykulara borçluyuz biz:) Yatarken de kendi kendime kalkınca yapacaklarımı planladım. Kendime yapacak iş çıkardım ya, birden içim rahatladı. Acaba yapacak bir şey olmadığından mı böyleyim?. Hani bir uğraş olsa. Uyuyayım da bebekler gibi mışıl mışıl güzellikle uyanayım dedim. Rüyamda eşşek kadar simsiyah bir akrep görüp korkuyla uyanınca gitti benim güzellik. Bir korktum ki sormayın:) Hala gözümün önünde. Ayyyyy Allah korusun görmiyeyim inşallah hiçççç:)
Biraz önce de ayy ne yapsam, nasıl vakit geçirsem derken Efe'nin teli çaldı. Teknede bir sorun varmış aşağı indi. Bilgisayarda bana kalınca hadi dedim bari bi yazı yazayım sinirlenmeden:). İşte bunları yazdım vallahi hiç sinirlenmedim. Fonda sevdiğim arkadaşlarımdan biriyle muhabbet var o da iyi geldi:) Evet azcık bunaldım ama bir iki güne kalmaz düzelirim. Çocuklar gibi şen olurum. Sular seller gibi çağlarım, enginlere sığmam taşarım inşallah. Yine hareketli şarkılar dinler, oğluşumla dans ederiz.:)
Hepinize sevgiler

Devamı Buradan ...>>

11 Nisan 2009 Cumartesi

ÇEMKİREN BOĞA


Sevgili Arzucummm beni mimlemiş.:) Sağ olsun. Biraz geç gördüm ama işte fırsat buldum ve cevaplıyorum. ;)

1) Kendinize en uyan Kızılderili adı ne olabilir?

Sinirim tepemde olduğu bir an sevgili eşim tarafından bana takılmış bir Kızılderili adım zaten vardı. Duyunca çok güldüm ve sinir minir kalmadı. Düşündüm de o ana çok uygun bir isimdi. Kendimi tutamayıp gülmeye başlamıştım.
Olay şöyle oldu.
Yer; Tontini’nin mutfak kapısının önü....

Ben şimdi nedenini hatırlayamadığım bir sebepten söyleniyorum kocacığıma;)
Ne bır bır bır söyleniyosun. "Çemkiren boğa" İşte koptuğum an.:)
Ela bır bır bır söylenmekten vazgeçip kikikikiki gülmeye geçer:))))
Kısaca Kızılderili adım "Çemkiren Boğa'dır." Yaşasınnnnnnnnn çok komik:))))


2) Sizinle özdeşleşen, size en yakın hayvan hangisidir? Neden bunu seçtiniz?

Hayvanları çok severim. Ama böceklerden ve sürüngenlerden de bir o kadar korktuğumu söylemeden geçemiycem:)
Sevdiklerimin arasında bir tanesi var ki...
Oğluma ve babasına ya da herhangi bir sevdiğime buluşmadan önce rüyalarımda beni ziyaret ettiler hep. Ne zaman rüyamda görsem onları arkasından sevineceğim bir şey olacağını anlarım. Bir değil iki değil sürü halinde gelirler beni ziyarete. Sıkıntılı günlerimin biteceğini, rüyamda onlarla buluşup, oynaşınca anlarım ben. Burada bir kaç kez aslını da gördüm ve delirdim. Onları çok seviyorum. Benim güzel "Yunus" arkadaşlarım onlar. Diğerleri bozulmasın ama onlarla aramda özel bir bağ var benim.

Sevgiler...

Devamı Buradan ...>>

7 Nisan 2009 Salı

SADIK DOSTLARIM


Resimde gördükleriniz benim güzel, güvercin arkadaşlarım. Onlarla yaklaşık 2 yıl önce tanıştık. Ufak ufak parçaladığım ekmekleri yerken çekindiler ilk başlarda. Kafalarını kaldıra kaldıra etrafı kolaçan ederek yediler yemlerini. Zaman geçtikçe daha bir rahat uçup, konmaya başladılar. Her sabah balkona çıktığım anda uçup geldiler yanıma. Bebeklerin mama saati vardır ya, onların da mama saati vardı artık. Anneleri de bendeniz:)
Gayet içli dışlı olduk kendileriyle. Önceleri bir taneydi, alıştı ya rahata hemen sevgilisini de alıştırdı beraberinde. Balkonu dışkılarıyla fena halde kirletmeleri haricinde bir şikayetim yoktu yavrularımdan. :) Hala da yok.
Artık aileden olduklarını balkon kapısından içeriye girmeye başladıklarında, masada bıraktığımız her türlü yiyeceğe, yanlarında biz olsak bile uçup gelmeye başladıklarında daha iyi anladım. Uçup kafama konacak derece yakınlaştık yani sonunda:)Sonra, hamileliğimin son haftalarında içlerinden biri yok oldu ortalıktan.

Beni aldı bir telaş. Acaba nerde bu, neden gelmiyor derken aklıma gelen kötü şeyleri tahmin edersiniz. Neyse, doğum zamanı geldi çattı. Oğlumla beraber evimizdeydik nihayet. Kendimi yeniden toparlayıp balkona çıkmam belki 2 günümü almıştır. Havanın da çok güzel olduğu o gün hep beraber balkonda otururken pırrrrrr uçup geldi bizimki yine. Sonra bi tane daha ve arkasından bir tane daha. Ağzım açık bakakaldım. Olayı kavramam 2 gün önce aldığım anestezinin de etkisiyle biraz zaman aldı:)))Ayyyy Benim güzelim meğerse aynı ben gibi yumurtlamak için yatmış yuvasına. Kıpırdayamamış onu korumak için olduğu yerden.
"Senin yavrun varda benim yok mu?. Öyle hayran hayran bakmayı bırak ta bize de mama ver lütfen" der gibi baktı yüzüme. Onlar için özel alınan buğdayları yığdım önlerine. Bizimle beraber onlarda aile olmuşlardı ne güzel. İçim nasıl rahatladı, nasıl duygulandım size anlatamam. O artık anneydi. Aramızdaki bağ daha da güçlendi o andan itibaren. İkimizde anneydik ya, daha iyi anlar olduk birbirimizi. Bakışmalar, gülüşmeler, göz göze gelip uzun uzun konuşmalar.
"guguk guk, guguk guk"
"evet canım haklısın çok zor akşamları benimki de uyumuyor. Gazı var.
guguguk, gugugugugukk"
"verdim verdim rezene verdim:)))) şeklinde diyaloglar geçti aramızda tabii.:)
Benim kadar mutlu muydu acaba? Orasını bilemeyeceğim ama en az benim kadar koruyup kolladığını gözlerimle gördüm. Önce yavru gelir yemek yer, anne etrafa bakar. Yaklaşmak isteyen diğer kuşlara "hıııııı dıııtttt" der gibi gagalamaya çalışır hatta kovalar hallerini zevkle gülerek, ağlayarak izledim uzun zaman.
Çok şükür hala yanımdalar ve güvercin ailem gittikçe büyüyor arkadaşlar. Bu sabah yeni bir yavrumuz daha oldu, nur topu gibi maşallah, küçük ama hızlı. Konarken nereye ineceğini tam kestiremeyecek kadar toy daha ama o da büyüyecek. Öyle güzel süzülecek ki Kaş semalarında ona bakarken kuş olasım gelecek. Yakında bir kuş sürüsüyle beraber yaşayacağımızı düşünürsek belki uçarım da:))
En güzeli artık oğlum da farkında onların. Şimdilik adları "cici". Ama sonralarda o da anlayacak. "bak oğlum bu anne kuş, bu baba, bu da bebek kuş" :)))
Herkese kocaman sevgiler...

Devamı Buradan ...>>

2 Nisan 2009 Perşembe

AŞKIN MATEMATİĞİ


Müjdeee Aşkın matematiğini çözmüşler...:)
Oxford Üniversitesi’nde bir görevli ile ekibi,

Bir ilişkinin devam edip etmeyeceğini 15 dakikada bilen, matematiksel bir model geliştirmişler. Bu modelin başarı oranı da oldukça yüksekmiş... Valla adamlara diyecek lafım yok biz daha AŞK’ın ne olduğunu çözememişken, onlar matematiğini bile çözmüşler. Ben en çok, kaç sayfa karalayarak bulmuşlar bu çözümü onu merak ettim doğrusu:) Bu sayfalar toplamı acaba, roman kalınlığında var mıdır? :)

Almışlar 700 çifti üzerlerinde bir çalışma yapmışlar,

çiftlerin yüzde 94’ünün boşanacağını bu modelle önceden tahmin etmişler. Olaya bakar mısınız? Bu model Türkiye’de uygulanacak olsa kimse evlenemez gibime geldi. Kriz, mıriz derken insanlarda evlenecek hal mi kaldı?

Devam edeyim; çiftlerden birbirleriyle 15 dakika süren sohbetler yapmalarını istemişler. Bir odada oturup, para, seks ve akrabalarla ilişkiler gibi tartışma yaratan konulardan birini seçip, o konu hakkında konuşmalarını talep etmişler... Kesin kavga çıkmıştır:)

Araştırmacılar kaydettikleri bu konuşmaları, eşlerin konuşurken sergiledikleri şefkat, mizah, mutluluk, saygısızlık ve saldırganlık oranlarına göre puanlamışlar.

Eşlerin puanlarının bir grafiğe aktarıp, grafikte gözlenen çakışmaların evliliğin başarısını ortaya koyduğunu belirtmişler. En istikrarlı ilişkilerin, evliliği temelde yoldaş olmakla eşdeğer gören çiftlerde gözlendiğini de kaydedip duyurmuşlar...

Nasıl ama sonuç çok etkileyici değil mi? Evlilikte taraflara kaldırabileceğinden çok yük yüklememek gerekiyor demek ki. Ben bunu anladım bu sonuçtan. Aslında olay çok basit: İki yoldaş olabilmek. Hayata ayrı pencerelerden baksak bile aynı noktada buluşabilmek.
Evlilik aşkı öldürmüyor işte. Aşkı öldüren biziz bu gayet açık. Çok şey beklediğimiz için, yoldaşlığı unutup evlilikten önceki laylaylomun devam etmesini istediğimiz için ölüyor aşk. Ölmüyor da saklanıyor diyelim. Sonra biz bunun farkına varınca, hatırlayınca ya da öğrenince saklandığı yerden çıkıp gülümsüyor bize...
Matematiği oldum olası anlamayan ve bu yüzden sevemeyen ben nasıl olduysa Aşkın Matematiğini anladım bu araştırma sayesinde:) Umarım size de biraz yardımcı olmuştur.
Kucak dolusu sevgiler...
ELa...

Devamı Buradan ...>>

29 Mart 2009 Pazar

ÜÇ KAHVE, BİRİ ASKIDA


"İtalya’da Venedik’in kenar mahallelerinden birinde, bir Cafe-Bar’da, espressolarımızı içiyorduk. İçeri giren müşterilerden biri barmene, “iki kahve, biri askıda!” dedi; iki kahve parası verdi, bir kahve içip gitti. Barmen de duvar üzerinde asılı duran çiviye bir küçük kâğıt astı. Biraz sonra içeri iki kişi girdi. Onlar da “Üç kahve, biri askıda” dediler; Üç kahve parası verdiler ve iki kahve içtikten sonra gittiler. Barmen “askı”ya yine bir küçük kağıt astı. Bunun gün boyu böyle sürdüğü anlaşılıyordu. Bir süre sonra kahveye, üstü başı biraz eski-püskü, belli ki yoksul bir kişi girdi ve Barmen’e “Askıdan bir kahve!” dedi. Barmen hemen bir kahve hazırladı ve yeni müşterinin önüne koydu. Yoksul kişi, kahvesini içtikten sonra para ödemeden çıktı, gitti. Barmen’se, duvardaki askıya taktığı kâğıtlardan birini kopardı, parçalayıp çöp kutusuna attı. Bu günün sonunda, gözlerimizi yaşartan bir “İtalyan toplumsal terbiyesi” öğrendik: Bir Venedikli için yaşamsal olmasa da, kahve, günlük yaşamda önemli bir yer tutmaktadır. Kahve içecek kadar parası olmayan kişilere yardım edebilecek düzeydeki kişiler,

bir kahve parası daha ödüyorlar. Yardım ettiği kişiyi görmedikleri için bu kişiler de daha mutlu oluyorlar; kimden geldiğini bilmedikleri bu ikramı kabul edenler de daha huzurlu! Yardım eden ile alan arasında, bu cafe-bar’daki garson gibi köprü görevi yapan kişilerinse, güler yüzlü ve sevgi dolu olmaları gerekiyor. İçeri giren yoksul bir kişinin “Bana askıda kahve var mı?” diye sormasına gerek bırakmamak için, askıda kahve olduğunu belirten kâğıt parçalarını kolaylıkla görülebilen bir yere asmaksa, bu olgunun zarif bir bölümü... "

Üzerinde bol bol düşünülmesi gereken bu olay bir hikâye değil...
Çoğunuz daha önce okumuşsunuzdur zaten. Eminim düşünmüşsünüzdür de.

Ben yine de paylaşmak istedim sizlerle. Çünkü okuyunca ilk defa okuyormuşum gibi etkilendim. Etkilenmekten ziyade hemen hayallere dalıverdim. Askıda ekmek, askıda peynir zeytin, askıda yemek istenilen ama alınamayan her şey... Tüylerim diken diken oldu.
Bugün seçim var. Evet, çok şey bekliyoruz devletten, belediyeden, ondan bundan şundan. Hoşumuza gitmeyeni, işimize gelmeyeni ters düz ediveriyoruz kafamızda. Ama bir şeyleri yoluna koymak için, hayatı, dünyayı daha yaşanabilir bir yer yapmak için bizim de bir şeyler yapmamız gerekmiyor mu yani? Hangimizin aklına fırına girip evimize ekmeğimizi alırken "askıda ekmek" demek geliyor? Hiç birimizin. Gelse de yardımın yerine ulaşıp ulaşmayacağı kuşkusu sarıyor içimizi, vazgeçiyoruz. Çünkü yardımların yerine ulaşması konuşunda yaralı bir milletiz biz.
Yardımlarımızı yaparken bile gözüne gözüne sokmuyor muyuz insanların, birbirlerini ezme pahasına toplamıyor muyuz hepsini küçücük bir alana.
Birileri bir yerden başlasa, ah biri başlatsa da biz de arkasından gitsek diyeceğimize başlatsak ya. Kocaman bir karamsarlık çöküyor içinize değil mi? Neden ben başlatamıyorum? Neden, kimden çekiniyorum? Karamsarlık çöküyor içime ve hikâyenin yaşandığı yerde yaşamak istiyorum böyle olunca. Keşkelerden nefret etsem de keşkee işte ya keşke. Zaten var olanı sürdürmek kolay. Var olmayanı "var" etmekse!!!!!!!!!
Sevgiyle kalın.
ELa

Devamı Buradan ...>>

18 Mart 2009 Çarşamba

ARANAN neden HEMEN BULUNMAZ ki?


Aradığımız zaman hemen bulduğumuz bir şey var mıdır acaba? Evet, var diyen varsa hemen yazsın bende öğreneyim.
Neyi ne zaman arasam, ne zaman acil bulmam gereken bir şey olsa yarım saat aramadan bulamam. Neden ki?
Cep telefonum çalar, içinde bebek bezinden tutunda ıslak mendil, biberon, yedek bir hırka ve emziğe kadar tıka basa dolu çantamdan bulana kadar, ohooooo kapanır gider.
Bir düğme dikmem gerekir, iğne, ipliği hemen bulabilene aşk olsun. E küçücük iğne kocaman evde hemen nasıl bulunur dimi :)
Evden çıkarken anahtarımı koyduğum yerde bulursam şaşırırım. Bir evrak için eskiden çekilip bir kenara atılmış vesikalık fotoğraflarsa yenileri çekilip yerine kullanıldıktan sonra bulunmaz mı? : ) Sonuç: Evde biriken bir sürü fotoğraf. Bazen buzdolabında aradığım sebzeyi bile hemen bulamam.

Hepsi çıkar torbaların en sonunda işte aranan torba. Ve nedense hep en sonda:)
Aaa bide aşk var. Ara ki bulasın. İstediğin zaman asla bulamazsın. Ta ki o seni arayıp bulana kadar : )
Sonsuz örnekleri olan bulunamayanlara, dün aloe vera da eklendi benim listeme. Hani şu yüze, göze iyi gelen mucize bitki aloe vera. Dün çıktığımız yarım ada yürüyüşü boyunca gözlerim şaşı oldu bakınmaktan. Bir arkadaşımdan duymuştum oralarda bir yerlerde çok vardı onlardan. Ama nerde? Yok işte. Bitki bilimci olsam bu kadar arardım galiba. Sonunda buldum diye koşa koşa yanına gittiğim kocaman kaktüsü görünce de vazgeçtim aramaktan. Hemen bulsam kurban kesecem zaten o derece yani :)
Belki bir mevsimi vardır ya da köküne kibrit suyu dökmüş olabilirler deyip boş verdim. Yürü yürü ayaklarım şişti. Ama olsun dedim. Bari bu sayede biraz yürüyüş yapmış oldum. O yorgunluğumun üstüne evimizin önündeki yokuş tuz, biber oldu yani. Bir soluklanayım diye duruncaaaa: gözüm komşunun kocaman küpüne ilişti. İçinde altın olsa ahh ahh nerdeeee? Bir sürü ayrı telden çiçek. Tam ortalarında bir şey var ama kaktüs mü yine? Hemen attım elimi. Valla billa aloe vera. :) İçeride oturan komşuya seslendik.
-Aloe vera mı bu?
—evet.
-Abowwww. O kadar saaat boşuna mı yürüdüm boşuna mı kaktüslerle haşır neşir oldum ben hıı?
-hihihi (ne diyo bu ya? Deli mi ne?)
Aradığım GÖZÜMÜN ÖNÜNDEYMİŞ meğer. Her gün en az bir kere geçtiğim, baktığım ama göremediğim yerdeymiş. Bundan sonra bir şey ararken önce gözümün önüne bakmaya karar verdim. İğne mi arıyorum önce gözümün önü. Aloe vera mı arıyorum önce komşunun saksısı :)))
Son olarak arayıp bulamadıklarıma şunu da eklemeden geçemiycem, bütün gün doğru dürüst bir şey izletmeyen zart diye araya giren reklam kuşağınııı oğlum arızaya bağlayınca nedense tek kanalda bile bulamıyorum.(Reklamlara meraklı benim ufaklık ya) Neden yaaa Acaba bu bulunamayanların bana bir kastı mı var? :))
Her aradığınızı hemencik bulmanız dileğiyle. Öpüldünüz...

Devamı Buradan ...>>

14 Mart 2009 Cumartesi

MİNİ MİNİ MİMLER


Hep diğer arkadaşlardan duyardım sonunda benimde başıma geldi. :) Bloğumuza “Cadılar kampı “sevgili Belgin tarafından yapılan Mim’i cevaplama görevi bana verildi. Müzik, resim, yazar vs gibi durumlarda yelpazesi çok geniş olan ben, içlerinden en sevdiğini bulmada her zaman zorlansam da elimden geldiğinde cevaplamaya çalıştım soruları. Ve kendimi lisede arkadaşların verdikleri anket defterlerini dolduruyor gibi hissettim. Gençleştim biraz o günlere dönerek:)) hepinize kocaman sevgiler gönderiyorum.
Sizi en çok üzecek olay:
Sevdiklerimden birinin yitip gitmesi... Allah korusunnnn
Nerede yaşamak isterdiniz?
İzmir Güzelbahçe'de...
Yaşayabileceğiniz en mutlu an?
Bilmem. Oğlumun iyi bir okuldan mezun olduğunu gördüğüm an olabilir. Ya da lotonun bana vurduğu an :)
Hangi hataları hoşgörüyle karşılayabilirsiniz?
hatayı yapanın yaptığını hata olarak kabul ettiği hataları :)
En sevdiğiniz erkek karakter?
Nasrettin Hoca, Şener Şen vs komik karakterler
En sevdiğiniz kadın karakter?
Adile Naşit'i çok severimm canım benim.
Tarihteki favori kahramanlarınız?
Atatürk ve bütün silah arkadaşları.
Gerçek hayattaki favori kahramanlarınız?
İlkokul öğretmenim ve Tontini

En sevdiğiniz ressam?
TRT'de, 2 dakikada harikalar yaratan ama benim adını bilmediğim o ressamı:)
Bir erkekte en çok beğendiğiniz özellik?
Şefkat, sadakat, düşünceli olabilme...
Bir kadında en çok beğendiğiniz özellik?
Hem iş kadını, hem ev kadını hem anne hem baba olabilmeleri...
En sevdiğiniz erdem?
Kendine karşı güven, dürüst olabilmek ve her şeye karşı sevgi besleyebilmek...
Yapmaktan en mutlu olduğunuz iş/ler?
Örgü örmek, puzzle yapmak, gezmek- tozmak, kitap ve dergi okumak, ütü yapmak zorunda olmamak:))
Kimin yerinde olmak isterdiniz?
Hiç kimsenin.
Arkadaşlarınızda hangi özelliklerin olmasını istersiniz?
Doğru dürüst olmalı, her zaman yanımda olup sır tutabilmeli.
Kendinizde gördüğünüz en temel eksiklik?
Sabırsızım, çabuk sinirlenirim, taktım mı takarım :()
Hayatınızın en büyük şanssızlığı?
Çok şükür şanssızlık olarak görebileceğim bir durum yok şu ana kadar:)
En sevdiğiniz renk?
Beyaz
En sevdiğiniz çiçek?
Nergiz
En sevdiğiniz kuş?
Sevda kuşu:)
En sevdiğiniz yazar?
Okuyabildiğim, beni saran kitapları yazan bütün yazarlar.
En sevdiğiniz şair?
Ümit Yaşar.
Tarihte en sevmediğiniz karakter?
Hitler ve Ramses’in kardeşi Şenar. (Ramses serisini okumaya başladım da :))
En çok isteyeceğiniz özellik?
Gayet relax ve geniş olabilmek. Hem de gepgeniş:)
Nasıl ölmek isterdiniz?
Hiç acı çekmeden ve öleceğimi bilmeden... Uykuda olabilir mesela.
Şu anki ruh haliniz?
Agresifim ;)

Devamı Buradan ...>>

13 Mart 2009 Cuma

12 YIL ÖNCEYDİ:


Boşanmış bir anne babanın çocuğuyum ben. Bunu kabullenmek ve yaşamak buraya yazıp geçmekten çok daha zor oldu benim için tabii ki. Üzerinden tam 12 yıl geçti ve ben okuduğum bir haber üzerine geçmişe yine dönüverdim.

Düşününce hala inanamıyorum çünkü o günleri her ne kadar hatırlamak istemesem de dün gibi hatırlıyorum. Her şeyi bütün ayrıntısıyla hem de. Sanki o zaman daha kolay gelmişti, daha az koymuştu. Gün geçtikçe hatırlamak, yaşanılanların ağırlığından olsa gerek içimi karartıyor. Aslında çok dert etmiyorum artık. Bu konuda çoooktaan iyileştirdim kendimi. Yaşanması gerekiyormuş, yaşanmış diyorum artık. Sevgisiz, mutsuz ve huzursuz olacaklarına böylesi daha iyi diyorsunuz ama icraatlar başladıkça, eşyalar ayrılmaya, bölüşülmeye başlanınca kendinizi kör bir kuyunun içinde buluyorsunuz...

Bundan 12 yıl önce annem bana gelip, "ben babanızdan boşanmaya karar verdim" dediğinde:

hissettiğim şeyler şaşkınlıkla karışık, korku ve endişeydi. Aralarında sevgi, saygı kalmadığını ya da hiç olmadığını uzun zaman önce kavramıştım zaten. O zaman 17 yaşındaydım. Üniversite sınavına yeni girmiş sonucunu bekliyordum... Hayatın insana neler getireceği belli olmuyor... Çok şaşırmamıştım bu habere. Zira 20 yıl önce annem 16, babamsa 29 yaşındayken görücü usulüyle annemin tamamen isteği dışında gerçekleşmiş evlilikleri, bir türlü bir üst seviyeye ulaşamamış, temelsiz, adına evlilik dedikleri düzenleri çatır çatır çatırdıyordu. Yapı olarak birbirinden çok çok farklı olan iki insanın 20 yıl aynı yastığı paylaşmaları bile çok kolay değildi fikrimce...
Karışmadım. "Sen bilirsin" dedim anneme. "Bu senin hayatın ve nasıl yaşamak istersen öyle yaşarsın." O güne kadar kardeşimin ve benim her türlü sorunumuzla ilgilenen, bizi kararlarımızı almakta hep özgür bırakan, her şart ve koşulda güvenen, sahip çıkan, arkamızda bir dağ misali destek veren Anneme nasıl yapma derdim ki? Mutsuzdu. Yapmak istediği hiç bir şeyi yapamıyordu. Onun içi kıpır kıpır, babamın içiyse çoktaaann emekliye ayrılmıştı.

Evet, çok uzun olmayan ama bize yıllar gibi gelen bir hafta içinde son noktalar koyuldu. Son imzalar atıldı adliye koridorlarında. Ne yapacağımı bilemediğimden mahkemeye bile gidemedim. Ne olursa olsun babamdı. O giderken arkasından bakma fikri ağır gelmişti. Her şey oldu, bitti. Yeni hayatımıza alıştık elimiz mahkum.
O zamanların sıkıntısı daha sonra bana panik atak olarak geri döndü. Bir süre sinemaya gidemedim. Otobüse binemedim. Kapalı alanlara giremedim. Gece uyku uyuyamadım. Zor nefes aldım. İlaÇ kullanıp bütün gün uyumak yerine içime bir yolculuk yaptım. Neden?
Bu hastalık neden beni esir aldı? Uğraştım, cebelleştim, üstüne gittim sonunda hem annemi hem de babamı içimde rahat bırakmam gerektiğine karar verdim. Yargılamayı bıraktım. Keşkelerle vedalaştım. Onlar özgür kalınca bende özgür kaldım. Rahatladım...
UMARIM HERKES BERABERLİKLERİNİ SONRADAN SONLANDIRMAK ZORUNDA KALMADAN, MUTLU MESUT YAŞAR...
BÜTÜN ÇOCUKLAR DA AŞKLA BÜYÜR. HEP MUTLU OLUR...
SEVGİLER...

Devamı Buradan ...>>