.

"Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur."Kemal ATATÜRK .
HİKAYELER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
HİKAYELER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Temmuz 2009 Perşembe

İYİ BAK UMUT ÇİÇEKLERİME, solmaSINLAR


Adam genç kadına seslendi:
- Bana gözyaşı borcun var!
Genç kadın sordu:
- Nasıl öderim?
Adam gözlerini kırptı;
- Haydi gülümse!
Gülümsedi genç kadın. Adam, cebinden mendilini çıkarıp, borcunu sildi. Ve mendilini özenle katlayıp, yine kalbinin üzerindeki iç cebine koydu.
Bir demet mor sümbül vardı kadının elinde.
İkisi de bahar kokuyordu...
Biri ilkbahar, diğeri güz.
Adam, seslendi yine;
- Bana mutluluk borcun var!
Genç kadın, biraz mahcup, biraz şaşkın sordu:
-Nasıl ödeyebilirim?
Heyecanlandı adam
- Haydi yat dizlerime!
Genç kadın bir kedi uysallığında, yattı dizlerine usulca.


Adam, şefkatle saçlarını taramaya başladı kadının.
Saçları, güneşe ve yağmurlara hasret hiç yaşanmamış baharlara benziyordu. Çaresizliğini ördü sıra sıra.
Sonra saçının her teline, mutluluğun çığlıklarını bağladı adam.
Yetmedi, gizli düğüm attı... Ağladı.
Hava kararmak üzereydi. Dışarıda yağmur yağıyordu delice.
Adam, sürekli borç defterlerini kurcalıyordu.
Genç kadının gözlerinin içine baktı;
- Bana yürek borcun var!
Borcunun farkındaydı sanki genç kadın, şaşırmadı.
— Bu borcumu nasıl ödeyebilirim?
Adam kollarını uzattı
- Haydi tut ellerimi!
Sümbül kokusu sinmiş ellerini uzattı genç kadın.
Elleri öyle sıcaktı ki, eriyiverdi bütün borcu avuçlarının içinde.
Genç kadın gitmek üzereydi.
Adam son kez seslendi;
- Bana can borcun var!
Kadın irkildi;
- Can mı?
Sigarasından derin bir nefes çekti adam;
- Evet... Can borcun var. Sensizlik öldürüyor beni!
Hoşuna gitti sözler kadının
- Peki bu borcumu nasıl tahsil etmeyi düşünüyorsun?
Adam, biraz daha yaklaştı;
- Yum gözlerini!
Hiç tereddüt etmeden yumdu gözlerini.
Adam da yumdu gözlerini, masumca bir öpücük kondurdu
kadının titreyen dudaklarına.
— Bu ne şimdi yaptığın? Diyerek çattı kaslarını kadın...
Adam, pişmanlıkla, memnunluk arasında gidip geldi. Kekeledi;
- Hayat öpücüğüydü!
Kısa bir sessizliğin ardından bu kez kadın öptü adamı şehvetle...
Adam, şaşırdı;
- Ya senin bu yaptığın neydi?
Genç kadın kapıya yöneldi;
- Veda öpücüğü!
Kalan borçlarına karşılık, yürek dolusu çaresizlik
ve bir de mor sümbüllerini masanın üzerine rehin bırakıp gitti genç kadın.
Adam koştu peşinden sümbülleri geri verdi kadına.
— Ne olur iyi bak umut çiçeklerime, solmasınlar...
Genç kadın sümbülleri aldı:
- Merak etme, gün aşırı sularım çiçeklerini!
Adam sevindi:
- Güneşe, suya gerek yok. Gülümse yeter!
Kadın gözden kaybolurken haykırdı adam,
- Umutlarımı kefil yaptım. Unutma, bana aşk borçlusun!
Haykırışı yağmura karıştı.
Kadın ise; yağmuru hissetmeyen kalabalığa...

Alıntıdır.
Fotoğraf:Flickr'dan.

Devamı Buradan ...>>

11 Temmuz 2009 Cumartesi

İNCİLİ


Bu gün cumartesi hem gülelim hem düşünelim dedik. Zaman zaman halk kahramanı, zaman zaman divane olarak nitelendirilmiş kişilerden birinin iki hikayesini sizlerle paylaşmak istedik.

Eski kayıtlarda İncili çavuş için “Türk mizah kültürünün önemli simalarından birisi “olduğu yazılmakta, kimliği hakkında ise bilinenler sınırlı. Kanuni Sultan Süleyman’ın yol kardeşi olduğu İNCİLİ adını düzenlenen bir ok yarışmasındaki başarısından dolayı kavuğuna inci takılmasından ya da bıyıklarına inci takarak eğitime çıkmasından aldığı söylenmektedir.
Padişahın yakını olarak çevresinde gördüğü aksaklıkları ince bir ironiyle alaya alan, padişahı bile güldürücü ve iğneleyici sözleriyle zaman zaman hedef alan bu zat; bir gün sarayı terk edip gitmiş. Padişah onu geri getirebilmek için türlü yollar deneyip, sonunda İnciliyi bulmuş. Neticede Padişahtan özür dilemesi gerekmiş doğal olarak.

Padişah:
“- Öyle bir şey söyle ki özrün kabahatinden büyük olsun” seni affedeyim demiş.
İncili çavuş bu, padişah da olsa lafın altında kalacak değil ya.
Tam mabeyinden dışarı çıkılırken padişah önde o arkada, Padişaha sunturlu bir pandik atmışş!
“- Bre zındık sen nasıl?...”
Demeye kalmamış İncili Çavuş:
“- Affedersiniz padişahım sizi Valide Sultan zannettim!” deyivermiş. Özrü kabahatinden büyük olmuş böylece. Sözün altındaki mizahı anlayan Padişah tarafından da affedilmiş…

İncili Çavuş memleketten İstanbul’a geldiği sırada bir müddet boşta kalmış ve getirdiği birkaç kuruşu harcayıp zarurete düşmüş. Son günlerde yanına ancak iki akçelik bir tek sikke kalmış. O günü bununla savmak mecburiyeti hasıl olduğundan bir bakkala gidip bir akçelik peynir almış iki akçelik sikkeyi vermiş, bakkal sikkeyi çekmecesine atarak diğer bir işle meşgul olmaya başlayınca İncili sormuş:
-Üste bir akçeyi vermedin.
-Ne demek? Verdim ya.
-Vermedin, vermiş olsan ister miyim?
-Verdim, sen unutmuşsun.
-Dostum emin ol ki vermedin.
-Artık çok oluyorsun verdim. Bu vesileyle peyniri bedava mı almak istiyorsun.
İncili bakkaldan parayı alamayacağını anladıktan sonra “lahavle” diyerek oradan karşıdaki fırına gidip:
-Şuradan bir akçelik ekmek ver, demiş.
Ekmeği alınca yürümüş. Fırıncı parayı vermediğini görerek arkasından bağırmış:
-Hey arkadaş, hani ya ekmeğin parası?
İncili dönüp öfkeyle:
-Verdim ya kaç kere para vereceğim?
-Canım vermedin.
-Sen unutmuşsun. Ekmeği istediğim vakit parayı verdim.
İncili yoluna devamla oradan savuşmuş epeyce uzaklaştıktan sonra demiş:
-Yarabbi sen bilirsin ki bakkal benden bir akçe fazla aldı. Ekmekçi de parasını alamadı. Artık ahrette sen bakkaldan al ekmekçiye ver. Bende hakkı kalmasın" demiş.

Devamı Buradan ...>>

7 Temmuz 2009 Salı

MARTILAR NEDEN HEP DENİZ ÜSTÜNDE UÇAR


Bundan yüzyıllar önce deniz aşırı, çok güzel bir ülke varmış.Tabi her masalda olduğu gibi bu masalda da o ülkenin bir kralı ve tabii ki bir de prensesi varmış. Prenses dünyalar güzeli bir kızmış.Kral ona bakılmasını yasaklamış, her gün dolaşmak için saray muhafızları ile sarayın dışına çıkacağı ilan edildiğinde halk eğilir ve gözlerini kapatır,ya da evlerine kaçışırmış. Onu görmenin bedeli ölümle cezalanmakmış.Günlerden bir gün yine prenses dolaşmak için çıktığında; fakir bir köylü delikanlı her şeyi göze alarak başını kaldırmış ve prensesle göz göze gelmişler... O an fakir delikanlı prensese inanılmaz bir aşkla tutulmuş.Prensesin derin bakışlarının da boş olmadığını düşünmüş ve günlerce uyuyamamış. Fakir delikanlı ölümü bile göze almak pahasına, prensesi bir kere daha görmek için

uğraşmış durmuş. Bu arada güzel prenses de onu tutulmuş onun zarar görmemesi için günlerce kendini saraya kapatmış.Sonunda dayanamayan fakir delikanlı her şeyi göze alarak gizlice sarayın bahçe duvarına tırmanmış ve prenses ile bir kere daha göz göze gelmişler.Fakir delikanlı hemen duvardan atlamış ve prensesle konuşacağı anda
saray muhafızlarına yakalanmış. Kralın karşısına çıkarılan delikanlı ölümle cezalandırılacağını bildiğinden krala prensese duyduğu aşkını anlatmış.

Kral ölüm emrini vereceği anda prensesin yalvarışlarına dayanamayarak delikanlıya başka bir ceza vermeyi kabullenmiş.

Hemen bir gemi hazırlattıran kral, gidilebilecek en uzaktaki adaya bir fener yaptırmış ve fakir delikanlıyı da o adada yalnız yaşamaya mahkûm etmiş...

Aradan bir kaç ay geçmesine rağmen prensesi unutamayan delikanlı prensese olan aşkını kâğıtlara dökmüş ve martılara anlatmaya başlamış...Artık bütün martılar fakir delikanlının prensese olan aşkını anlamış ve yazdığı mektupları prensese götürmeye başlamışlar... Zamanla prensesin de yazmış olduğu mektupları fakir delikanlıya götüren martılar aracılığı ile iki gencin arasındaki aşk iyice büyümüş. Ta ki... Bir sabah sarayın bahçesinde kahvaltı yaparken prensesin odasının penceresine ağzında bir mektupla konan martıyı kralın görmesine dek. Tabii korkulduğu gibi olmamış... Martıların bile aracı olduğu İki gencin arasındaki büyük aşkı anlayamadığı için kendisinden utanmış ve ağlayarak kızına sarılan kral, hemen bir gemi göndertip fakir delikanlıyı getirtip kendisi ile evlendireceğini söylemiş.

Buna duyunca çok mutlu olan prenses hemen delikanlıya bir mektup yazmış ve olanları anlatmış. Bu arada mektubu götürmek için bekleyen martıya da tüm martıların düğünlerine davetli olduğunu söylemiş.Buna çok sevinen martı mektubu bir an önce ıssız adaya götürmek için yola çıkmış. Tam yolu yarılamışken yanından geçen bir kaç martı arkadaşına haber verip hepsinin düğüne davetli olduğunu söylemekiçin gagasını açtığında mektubu düşürmüş. Tüm martılar hep birlikte mektubu aramaya başlamışlar. Fakat bir türlü bulamamışlar...

Bu arada prensesten mektup alamayan âşık delikanlı, yazmış olduğu mektupları göndermek için bir tek martı bile bulamamış... Biraz ilerisinde uçuyorlar fakat yanına gitmiyorlar ve mektubu arıyorlarmış...

Prensesin kendisini artık unuttuğunu, istemediğini, martıların da onun için yanına gelmediğini sanan delikanlı üzüntüsünden sonunda kendisini fenerden kayaların üzerine atarak intihar etmiş. Olanlardan habersiz kralın gemisi adaya vardığında fakir delikanlının soğuk bedeni ile karşılaşmışlar...

İşte o gün bugündür, martılar o mektubu ararlar. Mektubu bulup,o inanılmaz sevgiyi geri getirebileceklerine, her şeyi düzelteceklerine, inanarak hep denizler üzerinde uçuşup dururlar.

Devamı Buradan ...>>

30 Haziran 2009 Salı

GELİNLER ve KAYNANALAR


Yüzyıllardır süre gelen Gelin-Kaynana savaşlarından az da olsa nasibini almayan yoktur. Hala bekâr olanlar ve hep böyle kalmak isteyenler hariç tabii:) Ben kendi adıma çok rahat konuşabilirim ki Kaynana kelimesini bile soğuk, yabancı bulurum sonradan kazandığım Annem için. Sanırım bu konuda sayılı şanslı insanlardanım. Çok şükür. Çevremde birebir tanık olduğum ama bana çok uzak bu çekişmeler acaba hangi taraftan kaynaklanır. Hep merak etmişimdir. Tabii ki gelinlere sorsanız kayınvalidelerden, kayınvalidelere sorsanız gelinlerden:)
Karşıma geçmiş anne!!!siyle kavgalarını hararetli hararetli anlatan arkadaşlarım da oldu, gelinini yanımda çekiştiren, canı sıkılan annelerde. Dinledim. Şaşırdım. Anlattıkları şeyler,


hani deriz ya incir çekirdeğini doldurmaz cinstendi. Ama onlar farkında bile değiller işte. Acaba böyle gelmiş böyle gitsin mi diyorlar. Hani geleneği bozmamak için mi? :) Ne bileyim anneler oğullarını mı kıskanıyor acaba gelinlerden, ya da gelinler annelerin o erişilmez tahtlarına asla gelemeyecekleri için mi içerliyorlar? Bunu yaşayarak öğrenmediğim için ne kadar da mutluyum bilemezsiniz.
Her gün gittiğimiz ve artık müdavimi olduğumuz o güzel çay bahçesine, geçen yıl size bahsettiğim kayınvalidenin gelinini arkadaşlarına çekiştirmesi olayı var ya hani, belki okuyanınız vardır. .
İşte geçen gün yine aynı insanlar yine aynı yerde aynı muhabbeti yapıyorlardı. Yuhh dedim. Üzerinden geçen koskoca bir yılda değişen hiç bir şey olmamış meğer. İçten içe üzüldüm. "Karşılıklı anlayışla çözülemeyecek sorun yoktur" deriz ya unuttuğumuz o "anlayış" duygusunu sanırım yine o güzel, fedakâr, düşünceli anneler hatırlatacak bizlere ona karar verdim ben :)...Aşağıdaki hikaye de bu olayın üzerine geldi cuk diye oturdu ama:))
Sevgiler.
ELa...

Aşçılığıyla ün yapmış yaşlı bir kadın, akşam yemeğine gelecek olan oğlu ve gelini için yine mutfağına kapanmış, yemekler hazırlıyordu. Aynı akşam yine yemeğe eski bir dostunu da davet etti, beklenen misafirler gelip sofraya oturduklarında çok şaşırtıcı bir durumla karşılaştılar. Yaşlı kadının o gece yaptıkları yemekler değme oburların bile iştahını kapatacak kadar berbattı. Tatlılar un kokuyor, patatesler yanmış, köfteler ise neredeyse hiç pişmemişti. Oğlu, yeni gelini ve aile dostları, kadıncağıza durumu belli etmemek için ellerinden ne geldiyse yaptılar ve nihayet yemek bitti. Yeni evli çift annelerinin ellerini öperek vedalaştılar ve evden ayrıldılar. Aile dostları ise biraz daha kaldıktan sonra gitmeyi düşünüyordu. Oğlu ve gelini gittikten sonra yaşlı kadına dönerek 'Senin harika bir aşçı olduğunu adım gibi biliyorum, bana söyler misin bu geceki yemekler neden o kadar kötüydü? Bence ya hastasın ya da bir sorunun var.' dedi. Yaşlı kadın gülümseyerek Cevap verdi:

"Hayır hiçbir şeyim yok, kasten yaptım. Bu yemekten sonra oğlum asla ikide
bir annesinin yemeklerini hatırlatıp karısının kalbini kıramayacak."
demiş.

Devamı Buradan ...>>

23 Haziran 2009 Salı

KELİME-SİZ


Bir filozof Buda'ya sordu: "Kelimesiz veya kelimeli", bana gerçeği söyler misin? Buda susmaya devam etti.
Filozof Buda'nın önünde eğildi ve ona teşekkür ederek dedi ki:
"-Sizin dostane nezaketinizle hezeyanlarımdan sıyrıldım ve gerçek yola girdim."
Filozof gittikten sonra Ananda, Buda'ya adamın ne kazandığını sordu.
Buda cevap verdi: "İyi bir at kırbacın gölgesiyle bile koşar."
Devamı Buradan ...>>

18 Haziran 2009 Perşembe

DİKEN ve İĞNE ÜSTÜNE çeşitleme:


Mecnun bir fırsatını buldu, Leyla ile baş başa kaldı. Leyla da ondan bir dilekte bulundu:
“-Ey âşık! Neyin varsa getir!..”
“-A Ay yüzlü!..Senin aşkınla ne suyum kaldı, ne kuyum. Ne ciğerimde azıcık kan, ne geceleri gözümde uyku. Aşkın aklımı yağmaladıktan sonra her şeyim birer birer gitti. Şimdi sahip olduğum tek şey yaralı bir kuşa dönmüş canım. Senden bir emir bekliyorum. Ver dersen hemencecik vereyim.”

Leyla güldü bu sohbete. Sonra sitem etti:
“-A Yiğit!..Ben senden bunu ne vakit istersem alırım, başka neyin var?!..
Bu söz üzerine Mecnun biraz düşündü, bakındı, arandı. Sonra birden hatırlamış gibi partal giysilerinin eprimiş yakasından çıkardığı bir iğneyi Leyla’ya sundu:
“-Vallahi varlık âleminde malik olduğum tek şey işte bu. Bundan başka hiçbir nesneye sahip değilim. Bunu taşımamın sebebi ise yine sensin a gönlümü alan!..Çölde, ovada, dağda, kırda senin hayalini izlerken çok düşüyorum; dikenler ayağıma batıyor. Bu iğne onları ayağımdan çıkarmak için.”
“İŞTE BENde tam da ONU arıyordum… Aşkta gerçek isen, bu iğne sana nasıl layık oluyor, a perişan aşık!..Bencileyin bir güzelin peşindeyken ayağına diken batsa o dikeni çıkarmak doğru olur mu? Eğer o dikeni çıkarırsan seninkine vefa derler mi? GÜL DİKENİ, bir gül elde etmek için her yıl dikenlere sabrediyor da SEN gülfidanından da aşağı mısın ki ayağından bir dikene sabredemiyor, onu iğneyle çıkarıyorsun? Leyla’nın aşkıyla ayağına batan diken, onun başkalarına armağan edeceği yüzlerce gül demetinden daha değerli değil mi yoksa?”
Alıntı:” Katre-i matem”

Bu da Mevlana’nın Şems’e niyazıdır.
Başın kille ıslaksa da, ayağına diken batmışsa da, durma gel Allah aşkına, gel demeden kurtar beni. Ey âşıklar peygamberi, gönül ateşinde yanmışım ben, boğulmuşum gözyaşına. Git sor Allahın seversen: Ne yol gösterir sevgili, Ne çare yazar bana?
Sevgilerimizle.
Devamı Buradan ...>>

13 Haziran 2009 Cumartesi

NE DİYEYİM KADI EFENDİ?


Osmanlı döneminde yolsuzlukları ile ünlü Karakuşi adındaki Kadının,bir gün bir fırının önünden geçerken burnuna güzel bir koku gelmiş.
Bakmış vitrinde, güveç içinde nar gibi kızarmış, sahibini bekleyen nefis bir ördek var. Kadı, fırıncıya:
“Ben bunu aldım” demiş.
Kadıya itiraz edilir mi? Fırıncı hemen ördeği paket yapıp vermiş.
Az sonra ördeğin sahibi gelmiş:
“Hani bizim ördek?” demiş. Fırıncı boynunu büküp;
“ UÇTUU!” deyince iş kavgaya dönüşmüş. Kavga sırasında fırıncı, araya giren bir gayrimüslim müşterinin gözünü çıkarınca korkup kaçmaya başlamış... Bir duvardan atlarken, bilmeden öteki taraftaki hamile bir kadının üstüne düşmüş. Kadın, çocuğunu düşürdüğü için, kadının kocası da fırıncının peşine düşmüş. Can havliyle kaçan fırıncının çarpıp devirdiği Yahudi bir vatandaş da kızıp peşlerine takılmış... Sonunda duruma müdahale eden zaptiyeler hepsini yakalayarak kadının karşısına çıkarmışlar.
Kadı sırayla sormuş... Ördeğin sahibi:
“Bu adam ördeğimi hiç etti” diye şikâyet etmiş. Kadı, fırıncıya sormuş:
“Ne yaptın bu adamın ördeğini?” Fırıncı;
“Uçtu” “ demiş. Kadı, kara kaplı defterini açmış:
"ördeğin karşısında tayyar yazılı. Tayyar 'Uçar' anlamına gelir. O halde ördeğin uçması suç değil “ diyerek fırıncının beraatına karar vermiş.
Gözü çıkan gayrimüslim vatandaşa sormuş... Onun şikâyetine de kara kaplı defterden bir madde bulmuş:
“Her kim, gayrimüslimin iki gözünü çıkara, o müslümin tek gözü çıkarıla...”
Davacı 'Ne olacak?' diye sorunca kadı,
“Şimdi” demiş, “Fırıncı senin öbür gözünü de çıkaracak, biz de onun tek gözünü çıkaracağız.”
Tabii gayrimüslim şikâyetinden hemen vazgeçmiş, fırıncı bu davadan da beraat etmiş. Çocuğunu kaybeden kadının kocasına da kadı,
“Tamam” demiş, “Karını vereceksin, bu adam yerine yeni çocuk koyacak.”
Böyle olunca fırıncı bu davadan da kurtulmuş. Kadı dönmüş Yahudi'ye:
Senin şikâyetin ne?”
Yahudi ellerini açmış,
”Ne diyeyim kadı efendi” demiş, “Adaletinle bin yaşa sen e mi?”
Kıssadan hisse:
Ananı öpen KADI ise, kime şikâyet edeceksin?
Devamı Buradan ...>>

9 Haziran 2009 Salı

HAFIZ ÇELEBİ'nin LALE yetiştirme sırrı:


“Lale bir ilham; güzellik uğuldar renklerinde, sevgiler coşar yapraklarında. Lale bir güzel bahçe, şevk ile yürünür tarhlarında ve şavklar saçılır altı yöne altı yaprağında. Lale hasbi bir tebessüm, kalbî bir yakınlık… Lale bir aşkın adı; bir derin hüzün buketi… Lale ile acı gerçekler mutlu düşlere, paslı demirler parlak gümüşlere, yavuz bakışlara tatlı gülüşlere döner birden; lale ile uğruna can verilecek bir sevgili yaşar içimde. Lale başıma taç ve ben ona muhtaç. İstanbul toprağına düşmeyince bir lale renge durmaz yaprağı, gülümsemez çiçeği. Bakir kâselerinde demlenmiş düşler getirir lale hayatımıza ve yaşama sevinci vurur kalplerimizin duvarlarına.

Kapa gözlerini ve dinle saki, bir İstanbul lalesinin çığlıklarını duyuyor musun? İstanbul’a çıkmayan bir lale yolu, laleye çıkmayan bir İstanbul kadar kayıptır, yitiktir. Rüzgârları toplayan hüzünler ağlar yoksa İstanbul bahçelerinde ve bir kabir başında yas tutar gibi laleler seher vakitlerinde.”diyor İskender Pala.
Hafız Çelebi’nin lale yetiştirme konusundaki kimseciklere söylemediği sırlarını yine onun kaleminden KATRE-İ MATEM kitabından okuyorum şu sıralar.

“Kâğıthane deresinden ve can kuyusundan gelen tatlı suların karışımından oluşan havuzda Hafız Çelebi eğir otu yetiştiriyor. Beslediği kaplumbağaları da eğir köküyle besliyordu. Hafız Çelebinin de bütün sermayesi bu kaplumbağalardı.
Kimse bilmezdi ama Çelebi güz mevsimi geldiğinde, lale soğanlarını toprağa gömmeden evvel bu kaplumbağaları toplar, iki gece tahta kasalar içinde bekletir, bu sırada kasaların zeminine değişik renklerde toprak boya yığar, boyaların arasına nane ve fesleğen unu karıştırıp kaplumbağaların onunla beslenmesini sağlar, sonra onları boş kasalara alıp iki üç gün aç bırakır ve bu sefer de önlerine yiyecek olarak lale soğanlarını koyardı. Kaplumbağa salyası bulaşan soğanları bu sefer besili koyunlardan aldığı kuyruk yağına yatırıp bir gece bekletir, ertesi gün toprağa gömerdi. Bu usulü bulasıya kadar tam otuz yıl denemeler yapmış ve nihayet istediği renkte lale elde etmeyi başarmıştı. Kaplumbağalara hangi renk toprak yedirirse ısırılan lale soğanı o renkte çiçek açıyordu. Bunun içindir ki Hafız Çelebi, bahçesindeki yeni soğanların ne renkte laleler vereceğini daha toprağa diktiği günden itibaren bilir, bunu herkese ilan eder, bütün bir kış insanları merakta bırakır, bahar gelince de laleler tam onun istediği renklerde büyürdü. Hafız Çelebi ertesi yılda yeni bir tonda lale yetiştirerek herkesi yeniden şaşırtırdı.” Diyordu ünlü yazar,İskender PALA.
Ve Ben de birbirinden gizemli hikâyenin içinde var olup eski İstanbul’un zamanlarında kayboluyordum.

Devamı Buradan ...>>

27 Mayıs 2009 Çarşamba

ÖDEV BABA


Öğretmen, yetişkin sınıflardan birisine şöyle bir ödev verdi:
- Sevdiğiniz birine gidin ve ona kendisini sevdiğinizi söyleyin.
Bir sonraki dersin başında ise öğrencilerden birisi şöyle seslendi Öğretmene
- Geçen hafta bize bu ödevi verdiğinizde size sinirlenmiştim. Bu sözleri söyleyebileceğim hiç kimsenin olmadığını düşünüyordum. Eve giderken bir anda yüreğimin sesine kulak verdim. İşte o zaman kime “Seni Seviyorum” diyeceğimi anladım.
Bundan beş yıl önce babamla aramızda bir tartışma geçmişti ve o günden bu yana bu sorunu çözememiştik. Önemli aile toplantılarının dışında birbirimizi görmemeye çalışıyorduk ve hemen hemen hiç konuşmuyorduk. Eve vardığımda babama kendisini çok sevdiğimi söylemeye hazırdım. Bu kararı almak bile üzerimden büyük bir yük kaldırmıştı. Saat 5:30′da annemle babamın evinin kapısını çaldığımda kapıyı babamın açması için dua ettim. Çünkü kapıyı annem açarsa kendimi tutamayıp, ona kendisini sevdiğimi söylemekten korkuyordum. Fakat Allah yardım etti ve kapıyı babam açtı. Hiç zaman kaybetmeden eşikten adımımı attım ve :
- Baba, buraya seni sevdiğimi söylemeye geldim dedim. Babam sanki bir anda başka bir adam olmuştu. Yüzündeki ifade yumuşadı, kırışıklıklar yok oldu ve ağlamaya başladı. Kollarını açtı, beni kucakladı ve bana :
- Ben de seni seviyorum oğlum, ama bunu hiçbir zaman dile getirmedim dedi.
Fakat sizlere asıl anlatmak istediğim esas nokta bu değil. Babamı ziyaretimden iki gün sonra babam bir kalp krizi geçirdi ve hala hastanede. Şimdi yaşam savaşı veriyor. Şimdi sizlere şu mesajı vermek istiyorum:

- Yapmanız gerektiğine inandığınız hiçbir şeyi ertelemeyin. Ya babama olan sevgimi ifade etmek için hala bekliyor olsaydım? Yapmanız gerekeni hemen yapın, hiç beklemeden…

Devamı Buradan ...>>

21 Mayıs 2009 Perşembe

MECNUN


Mecnun Leyla'nın aşkıyla yanıp dururken bir gün bir köpeği yakaladı. Öpüp koklamaya başladı. Bunu görenler başına toplandılar onu tan etmeye, ayıplamaya başladılar :
Aaa.. akılsız Mecnun sen iyice işi azıttın. Bu yaptığın deliliğin de azgınlığın da sınırını aştı. Hiç köpek öpülüp sevilir mi? Köpek daima pis şeyler yer, gerisini bile diliyle yalayarak temizler, o necis bir hayvandır."
Bunları duyan mecnun güldü :
"Ne gafil ne cahil kimselersiniz siz. Sizin gördüğünüz bu köpek sıradan bir köpek değil o Leyla'nın mahallesinin köpeği... Bu köpek benim için en değerli bir varlıktır, Allah'ın çözülmez bir sırrıdır. Birçok yer varken o Leyla'nın mahallesini mekan tutmuş kutlu bir hayvandır.
Sizin gözünüzde aşağılık bir hayvan olan bu köpeğe bir de benim gözümle bakın bakalım. O zaman da böyle düşünebilecek misiniz?
Sizin gözünüzde rastgele bir hayvan olan bu köpek benim sırdaşım, gamdaşımdır. Onun gözleri Leyla'mı gören mübarek gözlerdir. Onun ayakları Leyla'mın bastığı topraklarda dolaşan ayaklardır. Ben bu gözleri nasıl öpmeyeyim, bu ayaklara nasıl yüz sürmeyeyim." dedi.
Devamı Buradan ...>>

16 Mayıs 2009 Cumartesi

YALANCI


Küçük kız, kendini bildiği günden bu yana annesinden büyük bir şefkat görmüş ve ondan duyduğu sözlerle, pamuk prensesten daha güzel olduğuna inanmıştı. Ona göre nur yüzlü ve badem gözlüydü. Bir tanecik yavrusuydu her zaman. Ama ilkokula başlayınca işler değişti. Arkadaşları onun hiç de güzel olmadığını, hatta çirkin bile sayıldığını söylemekteydi.

Küçük kız, ilk önceleri onlara inanmadı. Çünkü herkes birbirini kıskanıyordu. Ama birkaç yıl içinde gerçeklerle yüzleşti. Annesinin bir pamuğa benzettiği yüzü, çiçek bozuğu bir cilde sahipti. “Badem” dediği gözleri ise şaşıydı. Vücudu da bir serviyi andırmıyordu. Demek ki annesi onu aldatmış ve yıllar yılı çekinmeden ona yalan söylemişti. Genç kızın anne sevgisi kısa bir süre sonra nefrete dönüştü..

Evlenme çağına gelmiş olmasına rağmen yüzüne bakan yoktu. Üstelik de gözleri, tüm tedavilere karşın düzelmiyordu. Genç kız doktorların gizlice yaptığı konuşmalardan kör olacağını anladığında çılgına döndü ve kendisini hala çocukluk yıllarındaki ifadelerle seven annesinin bu yalanlarına dayanamayıp evi terk etmeye karar verdi. Fakat annesi, uzak bir yerde iş bulduğunu söyleyerek ondan önce davrandı. Ve kazandığı paraları bir akrabasına gönderip, kızına bakmasını rica etti. Genç kız bir süre sonra görmez oldu. Karanlık dünyasıyla baş başaydı.

Bu arada annesini hiç merak etmiyordu. YALANCIYDI Annesi, ölse bile bir kayıp sayılmazdı. Bir gün doktorlar, uygun bir çift göz bulduklarını söyleyerek kızı ameliyat ettiler. Ancak O, gözünü açtığında yine aynı yüzü görmekten korkuyordu. Fakat kör olmak zordu. En azından kimseye yük olmazdı. Genç kız, ameliyat sonrası aynaya baktığında, müthiş bir çığlık attı. Karşısında bir dünya güzeli vardı. Gerçekten de harika bir kızdı gördüğü.

Yüzündeki bozukluklar tümüyle kaybolmuştu. Çok kemerli burnu düzelmiş, kepçe kulakları normale dönmüş ve yaban otlarını andıran saçları, dalga dalga olmuştu. Genç kız, yanındaki yaşlı doktora sevinçle sarılarak,
”-Sanki yeniden dünyaya geldim! ” dedi.”Yüzümde hiçbir çirkinlik kalmamış, estetik ameliyatı mı yaptınız?” Yaşlı doktor:
“-Böyle bir ameliyat yapmadık kızım!” diye gülümsedi.
“-Annenin bağışladığı gözleri taktık. Sen onun gözleriyle gördün kendini!..”

Alıntı:Bütün dünya'dan.

Devamı Buradan ...>>

1 Mayıs 2009 Cuma

TANRI SEVGİSİNİN MUCİZESİ


Her iyi anne gibi Karen de bir bebeğinin yolda olduğunu öğrenince, üç yaşındaki oğlu Michael'i yeni bir kardeş için hazırlamaya başlamıştı. Bebeğin kız olacağı anlaşıldı ve Michael annesinin karnındaki kız kardeşine her gün, her akşam şarkı söylemeye başladı. Onunla tanışmadan önce aralarında bir sevgi bağı oluşmaya başlamıştı. Hamilelik normal bir şekilde gelişiyordu. Karen de Tenesse'de Morristown Panther Creek United Methodist Kilisesi'nde aktif bir üye olarak çalışmalarını da sürdürüyordu. Vakti gelince, doğum sancıları başladı. Sonra her beş dakikada bir,üç dakikada bir ve her dakika.....
Fakat doğum anında ciddi bazı sorunlar ortaya çıktı ve Karen'in sancıları saatler sürdüğü halde bebek doğmadı. Bir sezaryen mı gerekecekti?

Nihayet çok zor çabalar sonucu Michael'in kız kardeşi dünyaya geldi. Ama çok ciddi bir sorun var gibiydi. Gece yarısı çalan ambulans sirenleri arasında Tenesse Knoxville'deki St. Mary Hastanesi Çocuk servisinin yoğun bakım ünitesine kaldırıldı. Günler geçtikçe küçük kız kötüleşiyordu. Çocuk doktoru çok üzgün bir şekilde "Çok az bir ümit var En kötü son için hazırlıklı olmalısınız" dedi. Karen ve eşi cenaze töreni için mezarlık yetkilileriyle konuştular. Evlerinde bebekleri için harika bir oda hazırlamışlardı. Oysa şimdi cenaze için tören hazırlıyorlardı. Michael, öte yandan anne ve babasına kız kardeşini görebilmek için yalvarıp duruyordu.

"Ona şarkı söylemek istiyorum" diyordu.
Yoğun bakımdaki iki hafta sanki cenaze töreninin bir hafta sonra olacağını işaret ediyor gibiydi Michael şarkı söylemek konusunda ısrar ediyordu. Ama yoğun bakım
ünitesine çocukların girmesi kesinlikle yasaktı. Ancak Karen kararını verdi.
Onu oraya sokacaktı. İzin verseler de vermeseler de.... Eğer kız kardeşini o zaman göremezse bir daha asla göremeyebilirdi. Ona, kendisine oldukça büyük gelen bir ziyaretçi giysisi giydirdi ve yoğun bakım ünitesine soktu. Sanki yürüyen bir kirli çamaşır torbasıydı. Ama başhemşire onun bir çocuk olduğunu anladı ve :
"O çocuğu buradan çıkarın, çocukların girmesi yasak." Diye uyardı. Genelde uysal bir kadın olan Karen'in içindeki anne birden güçlü bir şekilde başkaldırdı ve başhemşirenin yüzüne çelik gibi bakışlarla bakarak:
"Kız kardeşine şarkı söylemedikçe buradan gitmeyecek. "dedi. Michael'i kız kardeşinin yatağına götürdü. Savaşı kaybetmek üzere olan küçük kıza baktı. Bir süre sonra şarkı söylemeye başladı, saf temiz kalpli 3 yaşındaki çocuğun pırıl pırıl
sesiyle.
"You are my sunshine,my only sunshine,
you make me happy when skies are grey..."
(Sen benim gün ışığımsın, tek gün ışığım,
gökyüzü griyken beni mutlu edersin.)

Aniden küçük kız tepki verdi. Kalp atışları sakinleşti ve düzenli olmaya başladı. "Şarkıyı sürdür" dedi Karen gözleri yaş dolu.
"You never know, dear how much I love you.
Please don't take my sunshine way!"
(Seni ne çok sevdiğimi asla bilmeyeceksin, sevgili.
Lütfen gün ışığını benden alma.)

Micheal, şarkıyı sürdürdükçe, bebeğin sorunlu, kesik kesik olan solunumu küçük bir kediciğin nefes alış verişi gibi düzenli bir hale girmeye başladı. "Şarkıyı söylemeye devam et bebeğim."
"The other night, dear, as I lay sleeping,
I dreamed I held you in my arms."
(Geçen gece uyurken, rüyamda seni
kollarımda tuttuğumu gördüm sevgili)

Michael'in küçük kardeşi sakinleşmeye devam etti. Ama bu bir iyileşme de gösteren bir sakinleşmeydi. "Devam et Michael" şimdi o diktatör tavırlı başhemşirenin
bile yüzü yaşlarla ıslanmıştı. Karen de coşkuyla şarkıya katıldı.
"You are my sunshine,my only sunshine.
Please don't take my sunshine away."

Ertesi gün, hemen ertesi gün küçük kız eve gidebilecek kadar iyileşmişti. Women's Day isimli dergi bu olaya "Abinin şarkısının mucizesi" adını verdi. Bilim adamları ise ona sadece "mucize" dediler. Karen ise "Tanrı sevgisinin mucizesi" dedi.
Sevdiğiniz insanlar için ümidinizi asla yitirmeyin.
Sevgi inanılmayacak denli güçlüdür.

Alıntı: Bütün Dünya’dan

Devamı Buradan ...>>

12 Nisan 2009 Pazar

GÜLELİM Kİ ÖLÜM TARİHİMİZİN RAKAMLARI BOL OLSUN

Gezginin biri köy köy gezerken yoluna bir mezarlık çıkmış ve "ölüleri de arada sırada ziyaret etmek lazım" demiş. Ama ne görsün? Bütün mezar taşlarında inanılmaz rakamlar yazıyor: Mesela Doğum Tarihi:1900,Ölüm tarihi:2999, diğerinde Doğum tarihi:1950, Ölüm tarihi:3050 gibi.Merak etmiş, köy meydanına uğrayıp kahvedeki köylülere sormuş.Bu nasıl iştir diye? Köylüler,"bizde öyle adet vardır ki, biz çocuk doğduğunda beline bir ip bağlarız ölümüne dek her güldüğünde onun bu hayat ipine bir düğüm atarız ve öldüğünde o düğümleri sayarız.Bizim için bir gülüş bir yıl demektir.İnsan güldüğü kadar yaşar..."
Biz de sufi saja ekibi olarak sizlerin de hayat iplerinizin bol düğümlü olmasını diliyoruz.Sevgiler ve İyi seyirler.


Devamı Buradan ...>>

11 Nisan 2009 Cumartesi

İNANÇ, AŞK ve BARIŞ


Dünyanın en başarılı ressamlarından sayılıyordu ama içinde tuhaf bir sezgi yıllar sonra anımsanmasını sağlayacak en önemli yapıtını henüz yapmadığını söylüyordu. Karar verdi, “En güzel şeyin “ resmini yapacaktı. Günlerce düşünmesine karşın, kafasında tam olarak neyin resmini yapacağına ilişkin bir düşünce oluşmuyordu. Aradığını bulmak için dalgın dalgın yürüdüğü bir yolda, karşısına çıkan yaşlı adama sordu:
“Dünyanın en güzel şeyinin resmini yapmak istiyorum, ancak ne yapacağımı bilmiyorum. Bana yol gösterebilir misiniz?” dedi. Yaşlı adam ressama kendi düşüncesini söyledi:
“ Aradığını her hangi bir mabette, bir Tanrı evinde bulabilirsin oğlum” dedi. Ressam yoluna devam etti. Az ilerde nikâh salonundan çıkmış balayına gitmek üzere olan bir çift gördü. Bu kez çiçeği burnunda geline sordu aynı soruyu:
“ Sizce Dünyanın en güzel şeyi nedir?” Gelin eşinin gözlerinin içine sevgiyle bakarak yanıtladı ressamı:
“AŞK” dedi.” Aşk, fakirliği zenginliğe, gözyaşlarını gülümsemeye döndürür. Azı çok yapar. Onsuz güzellik olmaz.”Duyduğu bu iki ayrı açıklamayı düşünerek yoluna devam eden ressamın karşısına yorgun bir asker çıktı bu kez. Ressam aynı soruyu ona da sordu. Yüzünde yaşadığı ve gördüğü olaylardan derin izler taşıyan asker fazla düşünmeden yanıtladı ressamı:
“Dünyanın en güzel şeyi BARIŞ, en çirkin şeyi de savaştır” dedi. “Barışı bulduğun yerde güzelliği mutlaka bulursun.”Sorusuna aldığı yanıtlar ressamı rahatlatacağına daha da kederlendirdi.
“İNANÇ, AŞK ve BARIŞ” nasıl çizilebilir, nasıl anlatılabilirdi? Evinin önüne geldi. Dalgın bir halde kapıyı açıp, içeri girdiğinde dünyanın en güzel şeyinin tüm yanıtlarını bulduğunu anladı.
“Babacığım” diye kendisine koşan çocuğunun gözünde inancı gördü ve Tanrı’ya onu kendisine verdiği için teşekkür etti. “Hoş geldin” diyen eşinin gözleri aşkla aydınlanmıştı. Ve evinde, askerin sözünü ettiği barış ve huzur vardı. Hiç zaman kaybetmeden tuvalinin karşısına geçen ressam, kısa bir süre sonra en güzel resmini tamamladı. Tablonun adı: “YUVAM” dı.

Hikâye: W.O.Goodwin’den alıntı.

Devamı Buradan ...>>

10 Nisan 2009 Cuma

KARDEŞİN ÖLMÜŞTÜ, YAŞAMA DÖNDÜ


Aşağıdaki İncil’den derlenen hikâyedeki iki kardeşten babanın yanında kalan siz olsaydınız ne yapardınız? Bir anne olarak babanın yaptıklarına gönlüm benim de onay veriyor, ama ya SİZ her daim babanın yanında ona hizmet eden oğul olsaydınız?????

Bir adamın iki oğlu varmış; Bunlardan küçüğü babasına, “Baba, malından payıma düşeni ver bana” demiş. Baba da servetini iki oğlu arasında paylaştırmış. Bundan birkaç gün sonra küçük oğul her şeyini toplayıp uzak bir ülkeye gitmiş. Orada sefahat içinde bir yaşam sürerek varını yoğunu çar-çur etmiş. Delikanlı her şeyini harcadıktan sonra, o ülkede şiddetli bir kıtlık baş göstermiş, o da yokluk çekmeye başlamış. Birinin hizmetine girip çobanlık yapmış, keçiboynuzlarıyla karnını doyurmaya çalışmış. Aklı başına gelince şöyle demiş;
“Babamın nice işçisinin fazlasıyla yiyeceği var, bense burada açlıktan ölüyorum. Kalkıp babamın yanına döneceğim ve ona; “Baba, Tanrı’ya ve sana karşı günah işledim, Ben artık senin oğlun olarak anılmaya layık değilim. Beni artık işçilerinden biri gibi kabul et.” Diyeceğim demiş. Böylece kalkıp babasının yanına dönmüş. Kendisi daha uzaktayken Babası onu görüp ona acımış, koşup boynuna sarılıp onu öpmüş. Oğul da Babasına demek istediklerini demiş. Babası ise; işçilerine;
“Çabuk en iyi kaftanı getirip ona giydirin, parmağına yüzük takın, ayaklarına çarık giydirin, besili danayı getirin kesin yiyelim, eğlenelim. Çünkü benim bu oğlum ölmüştü yaşama döndü, kaybolmuştu, bulundu.”
Böylece eğlenmeye başladılar. Babanın büyük oğlu ise tarladaydı. Gelip eve yaklaştığında çalgı ve oyun sesleri duydu. Uşaklardan birini yanına çağırıp, “ne oluyor?” diye sordu. O da “Kardeşin geldi, baban da ona sağ salim kavuştuğu için besili danayı kesti.” Dedi.
Büyük oğul öfkelendi, içeri girmek istemedi. Babası dışarı çıkıp ona yalvardı. Ama o babasına şöyle yanıt verdi: “Bak, bunca yıl senin için köle gibi çalıştım, hiçbir zaman buyruğundan çıkmadım. Ne var ki sen bana, hiçbir zaman bir oğlak bile kesmedin, oysa senin malını satıp savuran fahişelerle yiyen şu oğlun eve dönünce onun için besili danayı kestin.”
Babası ona, “OĞLUUMM, sen her zaman yanımdasın, neyim varsa senindir. Ama şimdi sevinip eğlenmek gerekiyordu, çünkü bu kardeşin ölmüştü; yaşama döndü, kaybolmuştu; bulundu!” dedi.

Devamı Buradan ...>>

5 Nisan 2009 Pazar

SAĞIR DUYMAZ UYDURUR


İyi kalpli sağır bir adam, bir gün komşusunun hasta olduğunu öğrenir. Kendi kendine: Komşum hastalanmış, onun ziyaretini yapmam, hal ve hatırını sormam lazım. Ama ben sağır bir adamım, O da hasta sesi çıkmaz. Zaten hastaya malum şeyler sorulur, malum cevaplar alınır. Ben “nasılsın?” diyeceğim, O,” iyiyim teşekkür ederim” diyecek.” Ne yiyorsun?” desem, elbet de bir yemek ismi söyleyecek, ben de” afiyet olsun” derim.” Doktorlardan kim geliyor?” diye sorarsam bir doktor adı verecek, ben de” iyi doktordur” derim, olur biter, diye düşünür ve birkaç gün sonra hastayı ziyarete gider. Başucuna oturur.
— Nasılsın? Diye hal hatır sorar. Hasta inleyerek;
- Ölüyoruuum! Der. Sağır adam;
- Oh, oh çok memnun oldum, çok memnun olduuum! diye karşılık verir, hasta;
- Bu ne demek adam ölümüme memnun oluyorsun diye kızar.
Sağır adam tekrar sorar;
- Ne yiyip ne içiyorsun? Hasta kızgınlıkla;
- ZEHİR, zıkkım! der. Sağır onun bir yemek ismi söylediğini sanarak:
- Afiyet olsun! Afiyet olsunnn!
Diye karşılık verir, hasta büsbütün çileden çıkmıştır. Sağır adam sormaya devam eder;
- Tedavi için doktorlardan kim geliyor? Hasta;
- AZRAİL geliyor… Diye cevap verir. Sağır:
- Oh oh oh, Çok bilgin, çok tecrübeli bir doktor. İnşallah yakında hastalığının çaresini bulur, deyince
Hasta dayanamaz;
- Kahrol!
Diye bağırır. Sağır ise komşuluk hakkını yerine getirdiği için oradan çok memnun ayrılır.
Alıntı: Mesnevi'den

Eğer; Beden kulağımız sağırsa, gönül kulağımız açık olmalı aslında. Gözümüz körse bütün azalarımız göz kesilmeli bize. Kıyas dışında günahı olmayan sağır; iyi kötü görevini yaptı da, ya sağır olmayanın yaptığına ne demeli? Bir insanın kalbi mühürlü olmaya görsün, ne kadar bağırsak işittiremeyiz ona.Kalbi,gözü, kulağı açık olanlardan olmamız nasib olsun inşaallah.Sevgilerimle.Dilek.
Devamı Buradan ...>>

26 Mart 2009 Perşembe

BADEM HELVASINA SARMISAK KARIŞTIRAN


Zamanın birinde Yahudilerin zalim, İsa düşmanı ve Hıristiyanları yakıp yandıran bin bir eziyet eden bir Padişahı, bu padişahın da kendisinden beter, hilekâr düzenbaz bir veziri vardı. Hile ve düzen kurmakta o kadar ustaydı ki yaptığı hilelerle suyu bile bağlayıp düğümlerdi adeta. Bu hilekâr vezir bir gün padişaha :
- "Padişahım, dedi. Hıristiyanlar dinlerini gizleyerek, kendilerini koruyorlar. Sen ne kadar öldürsen de onlarla başa çıkıp hepsini temizleyemezsin. Kimin gönlünde ne saklı nereden bileceksin?"
Bunu duyan padişah : "Madem öyle söyle bakalım çare nedir, ne yapalım ki ne açık dindar, ne de gizli Hıristiyan kalmasın?" dedi.
Vezir bunun üzerine hilesini anlattı :

- "Padişahım siz benim kulaklarımı ve elimi kestirin burnumu kulağımı yardırın, sonra idam edilmek üzere darağacına gönderin. Tam idam edileceğim zaman sizin kıramayacağınız biri çıkıp benim affımı sizden dilesin. Bunu çok kalabalık bir yerde ve tellal çağırtarak halkın huzurunda yapmalısınız.

Bunun üzerine siz beni affedip uzak bir yere sürgün edin. O zaman Hıristiyanlar benden şüphe etmezler ben de onların dinlerini bozarak onları yoldan çıkarırım, onlara :

- "Ben gizlice Hıristiyan olmuş biriydim padişah bunu anladığı için bana bunları yaptı. Ben yıllardır dinimi gizleyerek padişahın dininden gözüktüm, fakat bunu anlayınca bana bu zulmü yaptı; eğer İsa'nın manevi gücü yetişmeseydi beni parça parça edecekti. Ben İsa dini için canımı vermekten bir an olsun çekinmem, fakat ben, bu dinin bütün bilgilerine vakıfım. O dinin cahiller elinde kalması bana büyük azap verir, diyeyim " dedi.

Bunu duyan padişah son derece sevindi. Düşündüğü bu güzel tedbirden dolayı vezirini tebrik etti. En kısa zamanda vezirin dediklerini yaparak onu Hıristiyanların çok olduğu bir bölgeye sürdü.

Vezir oraya gider gitmez davete başladı...

“—Ey insanlar devir İsa dininin devridir. Bu dinin yüce sırlarını benden dinleyin." dedi.
Kısa zamanda şöhreti her yana yayıldı. Samimi dindarlar onun etrafında toplanmaya başladı.

Vezir görünüşte İsa dininin hükümlerini anlatıyordu, lakin bu onları tuzağa çekmek için bir yemdi.

Az zamanda vezirin etrafında yüzlerce, binlerce insan toplandı. Herkes onu İsa'nın samimi bir halifesi sayıyordu.

Aradan altı ay geçince vezir bütün Hıristiyanların gönlünü kendine bağladı. Bu arada padişahla vezir arasında haberler gidip geliyordu.

Bu sırada İsa kavminin on iki emiri vardı. Her fırka bir emire bağlıydı. Fakat bütün emirler o vezire gönülden bağlanmıştı. Herkes ona sonsuz bir güven duyuyordu, hiç kimse onun samimiyetinden şüphe etmiyordu. Vezir öl dese her emir hemen ölmeye hazırdı..

Vezir her emir için ayrı bir risale hazırladı. Her kitap ayrı bir olaydan farklı bir şeyden bahsediyordu. Her biri diğerinin tam zıddı şeyler ifade ediyor, birinin ak dediğine diğeri mutlaka kara diyordu.

Birinde riyazat ve açlık tövbenin esası ve Allah'a (c.c) dönmenin şartı sayılırken, diğerinden riyazat faydasızdır, deniyordu.

Birinde açlık çekmek ve sadaka şirk sayılırken diğerinde tam tersi söyleniyordu.

Hâsılı hiçbiri diğerine uymuyor, her biri yekdiğerinin tam tersi şeyler emrediyordu.

Vezir bir müddet sonra halka vaiz ve nasihati bırakarak yalnızlığa çekildi. Kırk, elli gün yalnızlıkta kaldı. Onu sevenler, sohbetinden mahrum olan halk deli divane olmaya başladı. Ağlayıp yalvardılar, sızlayıp dövündüler fakat nafile...

Vezir : "Ruhum sizlerle beraber fakat dışarı çıkmama izin yok." dedi. Onların ağlamalarına, yalvarmalarına aldırmadı.

Bir müddet sonra da emirleri tek tek çağırıp, her birine: ayrı ayrı nasihatlerde bulundu. Birine: açlık ve tövbe yolunun Tanrıya dönüşün şartı olduğu,
Diğerine; cömertlikten başka kurtuluş olmadığı,
Diğerine; açlıkla kurtuluş olamayacağı ve malların zekâtını verişin Allaha şirk olduğu,
Bir diğerine; Tanrıya teslimden başka her şeyin hile olduğu,
Diğerine; Er ol, erlerin maskarası olma, kendi başının çaresine bak, sersemleşme,
Diğerine; Bir üstat ara, Akıbeti görme bulamazsın. Birine; kendini zahmete sokma, diğerine zahmet ve çile içinde kendini sakla ört gibi sözler ile kimine zehir, kimine şeker çeşit çeşit zıt nasihatleri yazıp verdi.
"Benden sonra bu dini sen ihya edeceksin, benim halifem sensin, fakat ben ölmeden bunu sakın açıklama!" deyip ellerine bu risaleleri tutuşturdu.


—Gerçek din ve İsa'nın emirleri bu risalede yazılıdır, bunun dışındakiler hurafedir." dedi. Daha sonra kapısını kapayıp hiç kimseye açmadı. Kırkıncı gün kendini öldürdü.

Halk vezirin ölümünü duyunca oraya yığıldı. Vezirin mezarı mahşer yerine döndü. Dört bir yandan gelen insanlar günler ve aylarca ağlayıp inlediler. Zaman geçip acı hafifleyerek ortalık sakinleşince halk :

- "Ey beyler o kutlu kişinin yerine kim geçerek bu işi devam ettirecek, ortaya çıksın ki biz onunla teselli olalım..." dediler.

Bunun üzerine emirlerden biri ortaya çıkıp :

- "O kutlu kişi beni vekil ve halife tayin etti. İşte elimdeki risale bunun delilidir." diye ortaya çıktı. Diğeri :

- "Hayır gerçek halife benim". Dedi.
Diğerleri de teker teker çıktılar halifelik davasına kalkışıp keskin kılıçlar çektiler, sarhoş filler gibi birbirlerine düştüler. Yüz binlerce Hıristiyan öldü, kesik başlardan tepe oldu. Sağdan soldan sel gibi kanlar döküldü. O vezirin ektiği fitne tohumları da, onların başlarına afet kesildi.

. Böylece vezirin ektiği fitne tohumu yeşermiş dindarlar birbirine girmiş, İsa dininin hükümleri, karışmış ve o münafık da böylece ölümü pahasına muradına ermiş oldu...

Alıntı:Mevlana'nın: Mesnevisinden

Devamı Buradan ...>>

27 Şubat 2009 Cuma

TİLKİ HÖYÜK KÖYÜ kurucusunun hikayesi


Saf ve temiz Anadolu köylümüzün İnsana ve insanın dilinden söylenen söze inancının çok güzel bir örneği olan bu hikayeyi okuduğumuzda bizi çok duygulandırmıştı. Sizlerle de paylaşmak istedik.Bu gün bile, güzel vatanımızda bir aldatan varsa; sözlere inanıp, görünüşte aldanan milyonlarca insan var.Ama gerçek şu ki; kendini akıllı sanıp aldattığını sanan mı daha aptal, yoksa insan görünene inanıp temiz yürekle inanan mı?Görelim bakalım Mevlam neyler; neylerse güzel eyler...

Tilki Höyük köyü, Kangal’ın batısında ve ilçeye 45–50 km. uzaklıkta bulunan küçük fakat şirin bir köydür. Bu köyün alt yamacında yine kendisi gibi küçük, fakat ilkbahar ayları taşkınlıklar yapan bir derecik akar.
Efsaneye göre zamanında bu köye ilk yerleşen adam, üç kızı ve karısıyla yalnız başına yaşar ve çiftçilikle geçinirmiş. Tarladan döndüğü bir ilkbahar günü kızlarıyla karısını, derenin kenarında ağlaşırken görmüş. Dövüne dövüne ağlayan karısına ve kızlarına ağlamalarının sebebini sormuş. Büyük kız hıçkırarak anlatmaya başlamış.

“—Ben kocaya varırsam, çocuğum olursa, yürümeye başlarsa, sizi görmeye gelirsem; çocuğum da bu çayın kenarına gelir de düşer boğulursa… Vah benim başım, talihsiz başım…”
Diğerleri de bir ağızdan ona katılmışlar:
“- Değil mi ya?
Ah bizim talihsiz kız, kaderi kara yazılan yavrumuz… Ah!...”
Birbirlerinin boynuna sarılıp ağıtlar söyleyerek ağlamışlar.
Olan bitenleri sabırla izleyen baba, onlara sormuş:
“- Bitti mi?”
“- Bitti…” Diye cevap vermişler.
Babaları:
“- Tuuu… Allah belanızı versin… Aha ben gidiyorum, sizlerden aptalını buluncaya kadar köye dönmeyeceğim…” Demiş.
Bir turşu küpünün alt tarafını kırarak, üstü ile yola çıkmış. Nihayet bir köye varmış. Altı olmayan, iki tarafı açık küpü havaya dikip bağırmaya başlamış:
“- Antika satıyorum… Antika satıyorum…
“Kadının biri önünü kesip sormuş:
“- Bu ne antikası?”
“- Adam, bak”,demiş.
Küpü havaya dikip kadına göstermiş:
“- Bak, şunu dikip içine bakınca gökyüzünü, geceleri de yıldızları görürsün…”
Kadın, kocasının sakladığı on altını verip küpü almış. Az sonra kadının kocası çıka gelmiş. Kadın, kocasını sevinçle karşılayıp, on altına satın aldığı küpü gösterip:
“- Bak demiş, bütün altınlarımızı verip bunu aldım. Antika bu… Antika bu… Bunu dikip yukarıya baktın mı gündüz gökyüzünü, gece yıldızları görürsün…”
Kocası, kadının elinden küpü kaptığı gibi yere çarpmış; saçına yapışıp kafasını yukarıya kaldırmış:
“- Bak bakalım gökyüzünü görüyor musun?”
“- Görülmeye görülüyor ya küpün göstermesi başkaydı, diye söylenmiş.”
Kocası atına atladığı gibi altınları alan adamın peşine düşmüş. Epey sonra yetişmiş.
“- Selam ey yolcu… Buradan elinde on altın bulunan bir adam geçti mi?”
“- Aha şimdi önümden geçti, demiş; adam kurnazca. Fakat siz ona yetişemezsiniz ki…”
“- Niye? Diye, kızmış altının sahibi”.
“- O yayan, siz atlısınız da ondan…”
“- Amma da yaptın, at daha çabuk gider ya…”
“-Gider gitmesine ya, o iki ayaklı olduğundan hemen çabucak “Bir, iki… bir iki…” der, gider. Senin atın dört ayaklı, “Biiir. İkiii… üççç… dörttt…” diye gidecek ki yetişmesine imkân yok.”
“- Doğru, demiş adam; at sende kalsın, dönüşte alırım”.
Atından inen adam gösterilen tarafa koşmaya başlamış. Beriki yönünü değiştirerek bir başka köye gitmiş.
“—Tavuk alıyorum… Pahalı tavuklar alıyorum, diye bağırmış.
Yine önüne bir kadın çıkmış
“-Bende kırk tavuk, bir horoz var… Alır mısın?” Demiş.
Kadının evine varıp pazarlığı yapmışlar. Kadın kırk tavuğu yakalayıp denk etmiş, adama vermiş. Fakat bütün çabalara rağmen horozu yakalayamamış.
Adam:
“-Canım, demiş; niye kendini boş yere yoruyorsun. Ben şimdi tavukları alıp gidiyorum. Eğer bunların bedelini getirirsem horozu verirsin, yok getiremezsem, horoz senin olsun.”
Kadın:
“-Hay Allah senden razı olsun; deminden beri boş yere yoruldum durdum,” demiş.
Adam tavukları alıp gitmiş. Biraz sonra tavukları satan kadının kocası gelmiş. Karısı, koşarak karşılamış.
“-Gözün aydın, demiş; tavukları bir pahalı sattım ki…”
Adam memnun olmuş.
“-Ver bakalım paraları, “demiş.
“- Para alamadım ki!...”
“- Niye?...”
“Horozu vermedim. Parayı getirmezse horoz bizim. Yok tavukların bedelini getirirse horoz onundur. Ben enayi miyim? O, parayı tıpış tıpış getirecek…”
“-Allah’ın sersemi diye bağırmış kocası hiddetle… Horoz eskiden de bizim değil miydi?”
“- Aboooo! Doğru ya…” demiş, kadın boynunu büküp.
Onlar çekişe dursun, tavukları alan adam kendi karısıyla kızlarından daha aptalların bulunduğu sevinci içinde köyüne dönmüş.

Ve şimdi o tek ev, 45–50 hanelik şirin bir köy olmuş. Hepsi de birbirinden akıllıymış. Adamın tilki gibi kurnaz oluşu nedeniyle de köyün adı Tilki Höyük olmuş.

Devamı Buradan ...>>

25 Şubat 2009 Çarşamba

"BEN; O OLACAĞIM, O OLACAĞIM, O" Diyenler:


Yaşamın anlamını kavramak için dünyayı dolaşmaya çıkan bir genç, gezdiği ülkelerden birinde ünlü bir bilgeyi ziyarete gitmişti.
Gezgin genç, bilgenin yaşadığı evde, tüm duvarların kitaplarla kaplı olduğunu gördü.
Fakat evi dikkatle gözden geçirdikten sonra, yerde bir kilim, duvar dibinde yatak olarak kullanılan bir sedir, ortada ise bir masa ve sandalyeden başka hiçbir eşyanın olmadığını gördü ve merakla sordu: "Neden hiç eşyanız yok?" dedi. "Koltuklarınız, kanepeleriniz, büfeleriniz… Onlar nerede?"

Bilge, bu soruya karşılık olarak kendi bir soru sordu gezgin gence; "Senin de yalnızca, sırtında taşıdığın küçük bir çantan var, yavrum" dedi. "Peki, senin eşyaların nerede?"
Gezgin genç, kendini savunurcasına yanıtladı bu soruyu:
"Ama görüyorsunuz... Ben yolcuyum."
Ünlü bilge, hak verircesine güldü:
"Ben de öyle, yavrum" dedi. "Ben de öyle”

*alıntı*

Ne mutlu göz yormayan sadelikler içinde gönlünü zenginleştirenlere…
Ne mutlu mal mülk, ıvır-zıvırlı taşınmayacak yüklerle yürümeyenlere…
Ne mutlu gönüllerini; kin. Haset, fesat ve kıskançlıklardan temizleyebilenlere…
Ne mutlu kuş cıvıltısını, rüzgârın üfürüğünü, suyun şırıltısını duyabilenlere…
Belli ki Onun yolcuları onlar,kağıttan bile olsa gemileri,Mevlana gibi “o olacağım, o olacağım O” diyenler bunlar…Sevgilerimle.

Devamı Buradan ...>>

21 Şubat 2009 Cumartesi

ŞİFRELERİ OKUMAYI BİLMEK GEREK


Allah’ın varlığını görmeye ve hayran olmaya niyetliyse kişi Allah kendini bir bakış, bir dokunuş, bir sözle gösterecektir kendisine eminim. Diliyorsak kavuşmayı o bize kollarıyla, sesi ve nefesiyle, yağmuru, rüzgârı, ışığıyla mutlaka ulaşacaktır. Sorularımızın cevapları kesinlikle gelecektir. Mesajları ve şifreleri okumayı bilmiyorsak; işte o zaman vay bizim halimize?

Adam fısıldadı :" Tanrım konuş benimle. "
Ve bir kus cıvıldadı ağaçta.
Ama adam duymadı.
Sonra adam bağırdı :" Tanrım konuş benimle! "
Ve gökyüzünde bir şimşek çaktı.
Ama adam dinlemedi onu.
Adam etrafına bakındı ve" Tanrım seni görmeme izin ver " dedi.
Ve bir yıldız parıldadı gökyüzünde.
Ama adam farkına varmadı.
Ve adam bağırdı," Tanrım bana bir mucize göster! "
Ve bir bebek doğdu bir yerlerde.
Ama adam bunu bilemedi.
Sonra adam çaresizlik içinde sızlandı,
" Dokun bana Tanrım ve burada olduğunu anlamamı sağla! "
Bunun üzerine Tanrı aşağı doğru süzüldü
Ve adama dokundu.
Ama adam kelebeği elinin tersiyle uzaklaştırdı.
Ve yürüyüp gitti…

Alıntı:Bütün dünya'dan
Devamı Buradan ...>>