.

"Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur."Kemal ATATÜRK .
HİKAYELER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
HİKAYELER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Aralık 2009 Cumartesi

EN İYİ ARKADAŞINI YARI YOLDA BIRAKMAYANLAR

Adam ve hayattaki tek arkadaşı olan köpeği bir trafik kazasında birlikte ölmüşlerdi. Hikaye bu ya, gökyüzüne çıktıktan sonra bembeyaz bulutların arasında dolaşmaya başladılar. Adam çok susamıştı. Biraz su bulabilmek ümidiyle yürümeye devam ederken, birden kendilerini muhteşem bir manzaranın karşısında buldular.Rengarenk çiçeklerle süslü bir bahçe, altından yapılmış bir bahçe kapısı ve onları karşılayan beyazlar içinde bir kadın…Adam köpeğiyle birlikte kadına yaklaştı ve sordu:“Afedersiniz! Burası neresi??"Kadın ona gülümsedi: “Burası cennet efendim!?"Adam bunun üzerine sevinçle, “Harika!?" dedi. “Peki, bana biraz su verebilir misiniz? Çok susadım da"Kadın cevap verdi: “Elbette efendim, içeri girin. İçerde dilediğiniz kadar su bulabilirsiniz." Böylece adam köpeğine, “Haydi içeri giriyoruz" diyerek kapıya yürüdü ama kadın onu birden durdurdu:“Üzgünüm efendim, köpeğiniz sizinle gelemez. Hayvanları içeri almıyoruz"


Bunun üzerine adam bir an durdu, düşündü ve geri dönüp köpeğiyle birlikte geldikleri yolun tam tersi yönünde yürümeye koyuldu. Bir müddet geçtikten sonra kendilerini bu defa tozlu ve çamurlu bir yolda buldular, yolun sonunda karşılarına çiftlik girişini andıran bir kapıyla yırtık pırtık elbiseli bir dede çıktı.Adam sordu; “Afedersiniz! Bana biraz su verebilir misiniz"Dede, “içeri gel" dedi, “Kapıdan girdikten sonra sağ tarafta bir çeşme var."Adam tekrar sordu; “Peki, arkadaşım da benimle gelip oradan su içebilir mi?"Dede, “Tabi" dedi. “Çeşmenin yanında köpeğinin de su içebileceği bir kâse bulacaksın."Bunun üzerine adam kapıdan girdi, biraz yürüdükten sonra sağ tarafta çeşmeyi buldu. Adam çeşmeden, köpekte oracıktaki kâseden doya doya içerek susuzluklarını giderdiler.Derken, adam girişte bekleyen dedeye sordu: “Su için çok teşekkür ederim. Peki burası neresi?" Dede, “Burası Cennet" dedi.Bunu duyan adam şaşırdı: “Ama nasıl olur? Az önce burası gibi kırık olmayan muhteşem bir yere gittik ve orasının da cennet olduğunu söylediler." Dede, “Şu rengarenk çiçeklerle süslü altın kapılı yer mi?" dedi ve devam etti “ama orası cehennem." Adam iyice şaşırmıştı: “Peki ama orası sizin adınızı kullanarak insanları kandırıyor diye hiç kızmıyor musunuz?" Dede gülümsedi: “Kızmıyoruz, çünkü onlar kendi çıkarı için en iyi arkadaşını yarı yolda bırakanları, cennetten uzak tutuyorlar."

Alıntı: Bütün dünyadan

Devamı Buradan ...>>

7 Aralık 2009 Pazartesi

TEBESSÜM ET BUGÜN

Sabah; sanki geceyi yırtan kuvveti ile selamlasın seni bugün. Güneş yükselirken bulutların arasından, saklambaç oynasın seninle. Başını eğip de geç gökkuşağının altından. Bir gülümseme tak, durağanlığı ile yorgunluğunu belli eden hafta sonu mağduru yüzüne. Bir müzik dinle, içinde mutluluk yaratsın. Hatta bu bizden sana armağan olsun, yaratabilirse gönlünde o kıvılcımı. Bir hikâye oku, içinde aşk olsun çılgınlığa dair. Hadi... Bir selam al bizden sana doğru gelen.Tebessüm et bu gün.
Uzun zaman önce, dünya yaratılmadan ve insanlar dünyaya ayak basmadan önce, iyi huylar ve kötü huylar ne yapacaklarını bilemez vaziyette dolanıyorlarmış. Bir gün toplanmışlar;


ve her zamankinden daha sıkkın oturuyorlarken Saflık ortaya bir fikir atmış:
"Neden saklambaç oynamıyoruz?" Ve hepsi bu fikri beğenmiş ve hemen Çılgınlık bağırmış:
"Ben ebe olmak istiyorum." Başka hiç kimse Çılgınlığı arayacak kadar çıldırmadığı için, Çılgınlık bir ağaca yaslanmış ve saymaya başlamış. "1.2.3.4 " Ve Çılgınlık saydıkça, iyi huylarla kötü huylar saklanacak yer aramışlar. Şefkat Ay’ın boynuzuna asılmış,
İhanet çöp yığınının içine girmiş,
Sevgi bulutların arasına kıvrılmış,
Yalan bir taşın altına saklanacağını söylemiş ama yalan söylemiş çünkü gölün dibine saklanmış.
Tutku dünyanın merkezine gitmiş, Para Hırsı bir çuvalın içine girerken çuvalı yırtmış. Ve Çılgınlık saymaya devam etmiş, "79.80.81.82.83." Aşkın dışında, bütün iyi ve kötü huylar o ana kadar zaten saklanmış. Aşk kararsız olduğu gibi, nereye saklanacağını da bilmiyormuş. Bu bizi şaşırtmamalı çünkü hepimiz Aşkı saklamanın ne kadar zor olduğunu biliriz. Ve Çılgınlık "95,96,97.." ye gelmiş ve 100 e vardığı an Aşk sıçrayıp güllerin arasına girmiş ve saklanmış. Ve Çılgınlık bağırmış. "Sağım solum sobedir, geliyorum." Arkasına döndüğünde ilk önce Tembelliği görmüş, o ayaktaymış çünkü saklanacak enerjisi yokmuş. Sonra Şefkat’i ayın boynuzunda görmüş ve İhaneti çöplerin arasında, Sevgiyi bulutların arasında, Yalanı gölün dibinde ve Tutkuyu dünyanın merkezinde, hepsini birer birer bulmuş sadece biri hariç. Ve Çılgınlık umutsuzluğa kapılmış, en son saklı olanı bulamamış. Derken Haset, Aşkın bulunamamasından haset duyarak, Çılgınlığın kulağına fısıldamış:
"Aşkı bulamıyorsun, o güllerin arasında." Ve Çılgınlık çatal şeklinde tahta bir sopa almış ve güllerin arasına çılgınca saplamış, ta ki yürek burkan bir haykırma onu durdurana kadar. Ve haykırıştan sonra Aşk elleriyle yüzünü kapayarak ortaya çıkmış, ve parmaklarının arasından iki sicim kan akıyormuş gözlerinden. Çılgınlık Aşkı bulmak isterken heyecandan, Aşkın gözlerini kör etmiş.
"Ne yaptım ben? Ne yaptım ben?" Diye bağırmış. "Seni kör ettim. Nasıl onarabilirim?"
Ve Aşk cevap vermiş:
"Gözlerimi geri veremezsin ama benim kılavuzum olabilirsin."
O günden beri, aşkın gözü kördür ve çılgınlık her zaman yanındadır.
İyi haftalar, sevgilerimizle.


Hikaye: alıntidır.

Devamı Buradan ...>>

24 Kasım 2009 Salı

CUMHURBAŞKANI BİLE

Unutmayınız ki CUMHURBAŞKANI bile sınıfta öğretmenden sonra gelir. ATATÜRK.

Ben bir öğretmen çocuğuyum. İlk öğretmenim de annemdir. Öbür çocuklar gibi okula başlarken yabancılık çektiğimi söyleyemem. Yaşamım okulda başlamıştı. Ancak okula başlamamla yeni bir sorun önüme çıktı. Annemi öbür çocuklarla paylaşmak zorunda kalmıştım. Evde benim üzerime kanat geren, bana bir çiçek gibi özen gösteren annem, okulda ve özellikle sınıfımızda bambaşka biri oluyor, tüm çocuklar onunmuş gibi onlara da aynı sevgiyi gösteriyordu.

Dahası, onların sorunlarını eve de getiriyor ve hepsiyle ayrı ayrı ilgileniyordu. Bu benim kıskançlığımı arttırıyordu. Özellikle "Ümmü" ile çok ilgileniyordu. Bu siyah saçlı, siyah gözlü, tombul yanaklı köy çocuğu pek konuşkan değildi. Teneffüslerde oyunlara da katılmazdı. İçine kapanık, sessiz bir tipti. Annem teneffüslerde "Ümmü" ile oynardı. Ümmü'nün sorununa çözüm bulabilmek için ailesi ile sıkı bir ilişki kurmuştu. Bu çalışma kısa sürede meyvesini verdi.

Ümmü oyunlara bizim çağırmamızı beklemeden katılıyor, çalışmaları ile de kendini gösteriyordu. Annemin sevinci sonsuzdu. Bir ödül almışçasına "Ümmü'yü kazandım" diye seviniyordu. Fakat sevinci uzun sürmedi. Talihsiz bir olay Ümmü'nün yaşantısını alt üst etti.

Soğuk bir kış günü evde yalnız kalan Ümmü, sobayı yakmak istemiş fakat yakamamış. Bakmış ki olmuyor, kızgın odunların üzerine gaz dökmüş ve kibriti yakmış. İşte ne oldu ise o zaman olmuş, sobadan fırlayan alevler Ümmü'yü sarmış. Dumanları gören komşular eve koşmuşlar. Ümmü'yü yarı baygın halde kurtarmışlar, yangını da bastırmışlar.

Ev kurtuldu. Fakat Ümmü geçirdiği korku nedeniyle konuşamaz oldu. Gösterildiği doktorlar Ümmü'yü ancak bir şokun konuşturabileceğini söylemişler. Annem Ümmü'yü sıkıntılı günlerinde yalnız bırakmadı. Sınıfa getiriyor, onunla yine ilgileniyordu.

Aradan iki ay geçti. Annem kalp çarpıntısı geçirerek derste rahatsızlandı. Rengi sararıyor, nefes almakta güçlük çekiyordu. Babam bir taksi getirdi, annemi bir battaniye içinde sarsmadan arabaya yerleştiriyorlardı ki; kekeleyen bir ses işitildi. "Öğretmenim ne olur iyi ol, seni çok seviyorum." Hepimizden önce annem tanıdı sesin sahibini. Ümmü'ydü bu.

Annem kapalı gözlerinin ardından sızan yaşlarla, "Ah ne güzel Allahım. Ümmü de konuştu." dedi.

Ben de bilgisizliğin karanlığına ışık tutacağım. Yurdumun çocuklarına bilgiden taç öreceğim. Öğrencilerimin gönüllerinde yaşayacağım.

"Öğrenci gözüyle öğretmen"
Adlı yarışmada birincilik ödülü alan yazı.
Alıntı: Özlem ÖZTUĞ
resim:İmages.com'dan.

Devamı Buradan ...>>

19 Kasım 2009 Perşembe

HER KAPINA GELENİ HIZIR BİL







Dilden dile, kulaktan kulağa tarih boyu söylenmiş Hızır hikâyeleri çoktur bilirsiniz. Çocukluğumuzda "Her kapına geleni Hızır bil" diye büyüklerimiz bizi tembihlerdi. Bu devirde anne-babaların çocuklarına, kimseye güvenmemelerini telkin etme sebepleri ise yaşanan acı olaylar olsa gerek. Nasıl desinler ki? Artık anneler çocuklarına sıkı-sıkı tembihleyip "Kapıyı sakın kimseye açma" "Kimseden sakın bir şey alma" diyebiliyorlar. Zaman mı değişti? Yoksa insanların düşünceleri ve tembihleri değiştiği için mi bazı tatsız olaylar yaşanıyor tartışılır. Bizler de tanımadığımız bir kişi gördüğümüzde hayal dünyamızın kapılarını ardına kadar açar, hele ak yüzlü sevecen biriyse o zat; "kesin bu amca Hızır'dır" diye düşünürdük. Zamanımızda bizler gibi yetiştirilmiş bir çocuk merak edip dururmuş. Hızır’ı görmek istermiş. Neyse adamın biri onun bu isteğini öğrenmiş ve eliyle kapının üst iskelesine dokunup "bak oğlum bu gün bu kapının üstüne elini kim değdirirse o Hızır’dır bilesin” demiş ve gitmiş. Çocukcağız sabahtan akşama o kapının altında bekleyip durmuş. Ama kimse elini oraya değdirmemiş. Eve gidip konuyu anlattığında, Babası;” sabahki adam elini değdirdi mi?” diye sormuş, çocuk; “eveeet! “deyince,Baba; “ işte oğlum demek ki Hızır oymuş “deyivermiş. Neyse, biz Hızır görmek isteyen padişahın hikâyesine dönelim, bakalım o görebilmiş mi öğrenelim...

Bir padişah Hızır'ı görmek istiyordu. Bir gün bunun için tellallar çağırttı: "Kim bana Hızır'ı gösterirse onu armağanlara boğacağım" dedi. Birçok oğlu uşağı olan fakir bir adam bu işe talip oldu. Karısına dedi ki:"Hanım ben padişaha Hızır'ı bulacağımı söyleyip ondan kırk gün müsaade alacağım. Bu kırk gün için padişahtan size ömrünüz boyunca yetecek yiyecek, içecek ve para alırım. Kırk günün sonunda Hızır'ı bulamayacağım için benim kelle gider, ama siz rahat olursunuz" Adamın karısı kanaatkâr biriydi. "Efendi biz nasıl olsa alıştık böyle kıt kanaat geçinmeye. Bundan sonra da idare ederiz. Vazgeç bu tehlikeli işten" dedi.
Ama adam kafaya koymuştu. Padişaha gidip, Hızır'ı bulacağını söyledi. Bunun için kırk gün izin istedi. Hızır’ı bulmak için koşuşturacağı kırk gün zarfında, ailesinin geçimi için sarayın ambarından tonlarca yiyecek, içecek ve nakit para aldı. Bunları evine teslim edip, kırk gün ortalıktan kayboldu. Kırk günün bitiminde padişahın huzuruna çıkıp, her şeyi itiraf etti:
“Benim aslında Hızır'ı falan bulacağım yoktu. Ailece sıkıntı çekiyorduk. Hızır'ı bulacağım diye sizden dünyalık almak istedim" dedi. Padişah buna çok kızdı:
"Padişahı kandırmanın cezasını hayatınla ödeyeceğini hiç düşünmedin mi?" diye bağırdı. Adam da her şeyi göze aldığını söyledi. Bunun üzerine Padişah yanında bulunan üç veziriyle görüş alış verişinde bulundu. Birinci vezire sordu:
- Padişahı kandıran bu adama ne ceza verelim?
— Efendimiz, bu adamın boğazını keselim, etini parçalayıp çengellere asalım.
Bu sırada peyda olan, nurani, aksakallı bir ihtiyar birinci vezirin sözleri üzerine söyle dedi:
- "Küllü şeyin yerciu ila asıhı" Padişah ikinci vezirine sordu:
- Bu adama ne ceza verelim?
— Hükümdarım, bu adamın derisini yüzüp içine saman dolduralım. Biraz önce ansızın ortaya çıkan ihtiyar yine:
- "Küllü şeyin yerciu ila aslını" dedi. Padişah üçüncü vezire sordu:
- Ey vezirim, sen ne dersin, beni kandıran bu adama ne ceza verelim?
— Padişahım bana göre, bu adamı affedin. Size yakışan, sizden beklenen budur. Bu adam önemli bir suç isledi, ama sanıldığı kadar da kötü biri değil. Çünkü çoluk çocuğunun rahatı için kendini feda edebilecek kadar da iyi yürekli. Nurani ihtiyar yine söze karıştı:
- "Küllü şeyin yerciu ila asıhı"Bu defa padişah o yaşlı zata yöneldi:
- Sen kimsin? İkide bir tekrarladığın o laf ne demektir? İhtiyar cevap verdi:
- Senin birinci vezirinin babası kasaptı. Onun için kesmekten, etini çengellere asmaktan bahsetti. Yani aslını gösterdi. İkinci vezirin babası yorgancı idi. Yorgan yastık, yatak yüzlerine yün, pamuk vb doldururdu. O da babasına çekti. Üçüncü vezirin ise babası da vezirdi. O da soyuna çekti, büyüklüğünü gösterdi. Benim söylediğim söz, "Herkes aslına çeker" demektir. Vezir istersen (3.veziri göstererek) işte vezir, Hızır istersen (kendini göstererek) işte Hızır, bu adamı mahcup etmemek için sana göründüm, dedi ve kayboldu...

Resim:elnellis.com'dan alıntı.

Devamı Buradan ...>>

11 Kasım 2009 Çarşamba

PUT

Bir adam puta taparmış; Evinde bir tanrı varmış tahtadan. Kulakları kocaman, ama sağır bir tanrı. Adama sorsan ne dilerse yaparmış; Ne var ki dilek masrafları pek ağırmış. Adaklar, kurbanlar istiyormuş mübarek. Başlarında allı pullu çelenklerle Koca koca öküzler kesilecek. Bu kadar yağlı yiyen tanrı Görmemiş o zamanın insanları.Yesin, yesin ama,
Bir şeyler de versin, değil mi adama?
Hayır... Ne miras, ne define, ne parsa,
Üstelik nerede bir afet olsa
Dönüp dolaşıp onu buluyormuş;
Ve kese boşaldıkça boşalıyormuş.
Tanrıysa hiç oralı değil;
Biraz halden anlayacak yerde
Yine kurban istiyormuş sabah akşam.
Sonunda kızmış adam:Kaptığı gibi baltayı,
İkiye bölmüş tanrısal tahtayı.
Bir de ne görsün: Altın dolu içi.
— Seni nankör seni, demiş;Ben bu kadar besleyeyim de seni, Sen bana metelik bile verme. Çık, git evimden, pinti! Git, başka duacı bul kendine. Demek bizler gibiymişsin sen de: Hem de en kaba, en taş yürekli, En vurdumduymazlarımız gibi: Yemedikçe sopayı, Vermezmişsin meğer parayı. Üstelik benim kese boşaldıkça Seninki doluyormuş ha? Aman elime sağlık! Vurunca baltayı İşin aslını anladık.
La Fontaine...
Devamı Buradan ...>>

30 Ekim 2009 Cuma

ATATÜRK VE MİLLETİN EFENDİSİ HALİL AĞA











Gel yardım et bana Nuri… Kaçalım köşkten.”Onun bu içtenlikli isteğine karşı çıkmak, büyük haksızlık olacaktı. “Tamam, sen planı hazırla, ben uygulamasını yaparım…”Atatürk ve Nuri Conker, birinin hazırladığı ötekinin uyguladığı plan sonunda Florya Köşkünün tüm nöbetçilerini atlattılar ve köşkten kaçtılar. Altlarında, Nuri Conker in bir arkadaşının arabası vardı. Eylül sonu akşamı sonbaharın tadını çıkararak, Çekmece’ye doğru gidiyorlardı. Birden Atatürk ün gözleri akşam güneşi altında çift süren bir köylüye takıldı. Yaşlı bir adamdı bu. Sapanın sapına iyice yapışmış, toprakları yavaş yavaş deviriyordu. Fakat çiftin bir yanında öküz, bir yanında merkep vardı. Eşit güçlerle çekilmediği için sapan yalpa yapıyordu. Atatürk şoföre durmasını söyledi. İndiler. Köylüye seslendi:
“Kolay gelsin Ağa!..”
Köylü bu sese başını çevirmeden karşılık verdi:
“Kolay gelsin”
“İşler nasıl Ağa? Bu yıl mahsulden yüzünüz güldü mü?”

Köylü isteksiz konuştu:
“Tanrı’nın gücüne gitmesin bey, bu yıl yufkaydı mahsul. Kabahatin acığı bizde, acığı yukarda! Biz geç davrandık, yukarısı da rahmeti esirgedi.”
“Bakıyorum, sabanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?”
“Var olmasına vardı ya, hıdrellezde vergi memurları sattılar.”
“Hiç vergi memurları köylünün üretim aracını satar mı?”
Olmaz böyle şey! Muhtara şikâyet etseydin…”
Köylü güldü:
“Muhtar başında deel miydi memurun, a bey?”
Atatürk dudaklarını dişleri arasında ezerek konuştu:
“Kaymakama gitseydin.”
Köylü iyice güldü.
“Sen de benle gönül mü eyleyon beyim?” dedi.
Atatürk konuşmayı sürdürdü.
“E peki, İstanbul şuracıkta geleydin valiye anlataydın derdini… Onun işi bu değil mi?”
Köylü Atatürk’ün saflığına inanmış iyiden iyiye gülüyordu. Konuşmanın tadını çıkardığı için keyiflenmişti de biraz. Kestirip attı:
“Bırak şu sağırı Allasen, biz onun buralardan gelip geçtiğini çok gördük. Yakasına yapışsak acep derdimizi duyurabilir miyiz?” Atatürk sordu:
“Adın ne senin Ağa?”
“Halil… Köylük yerde sorsan, Halil Ağa derler…” “Demek varlıklısın?.. Ağa dediklerine göre.”
“Acık çiftimiz- çubuğumuz varken adımız ağa ya çıkmış.”
“Peki, Halil Ağa, bu senin işin beni bayağı meraklandırdı. Benim bildiğime göre, bir çiftçinin üretim aracı elinden alınmaz. Sen aldılar diyorsun. Hadi kaymakam şöyle, vali böyle diyelim; e peki bir başvekil İsmet Paşa var bilir misin?”
“Bilmez olur muyum, beyim?”
“Tamam, öyleyse, hemen her hafta İstanbul’a geliyor. Florya Köşküne iniyor. Köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona… Herhalde çaresini bulurdu.” “Sen benim konuşmamdan hoşlaştın, gönül eyliyorsun. Ama bak şimci, tutalım gittim vardım, beni o kapıya koymazlar ya… Tutalım ki kodular, koskoca İsmet Paşamızı göstertmezler ya. Tut ki gösterdiler ya ona halimi nasıl yanacağım hele; o sağırın sağırı! Heç işitmez beni…” Nuri Conker, lafa karışmak istedi, Atatürk bir hareketiyle onu durdurdu.
“E peki, bakalım bu dediğime ne bulacaksın!” dedi “Atatürk koca yaz şuracıkta oturup duruyordu. Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya!..” Köylü iyice keyiflenmiş, gülüyordu.
“Sen ne diyorsun bey?” dedi. “Mustafa Kemal Paşa Atatürk’ümüzün yüzünü görmek için Peygamber gücü gerek… Hem, tut ki gördük. Yiyip içmekten, işinden gücünden başını kaldırıp bizim öküzün arkasından mı seyirecek?..” Halil Ağa, sigarasının son nefesini ciğerlerine doldururken, Atatürk’ ten yeni aldığı sigarayı da kulağının arkasına yerleştiriyor, çiftinin başına gitmeye hazırlanıyordu. Konuşacak bir şey de kalmamıştı. Atatürk köylünün omzuna elini koyarak,
“Senden hoşlandım Halil Ağa” dedi. “Bir gün köyüne de gelir, bir ayranını içerim. Açık yürekli bir vatandaşsın. Ama yine de sana söylüyorum, hakkını kimsede bırakma ara!..” Döndüler, arabaya bindiler. Halil Ağa, onları uğurladı.
“Meraklanma beyim, evelallah heç kimse bizim hakkımıza el değdiremez. Fakat bu, Devlet Baba ya borçtur. Ödenmesi gerek… Otomobil hareket etti. Atatürk’ün canı sıkılmıştı.
“Bir uygun yerden dönelim, tadı kaçtı bu işin!..” dedi. Dönüş yolunda Atatürk konuşmuyor, sigara üstüne sigara yakıyordu. Yüzünde ince bir keder vardı.
“Yahu çocuk, şu Halil Ağanın vergi borcundan öküzünü satmışız, merkeple çift sürüyor, hala da Devlet Baba diyor. Ne mübarek millet, bu millet!..” Köşke döndüklerinde Atatürk yaverine emretti:
“Şimdi” dedi: “İstanbul ‘da ne kadar bakan, milletvekili varsa hepsini telefonla bulacaksın!.. Bu akşam kendilerini yemeğe bekliyorum. Ayrıca Vali Muhittin Üstündağ ile İsmet Paşa’yı bul, onlara da haber ver.” Yaver odadan çıktı.. Atatürk, Nuri Conker e döndü:
“Şimdi sen de arabayla çıkıp o Halil Ağaya gideceksin. Ona benim kim olduğumu söyleme. Tüccar, zengin bir adam filan dersin. Seni sevdi, sana öküz alıverecek diye bir şeyler söyle,. Kuşkulandırmadan al getir buraya.” O akşam Atatürk’ ün sofrasında Başbakan İsmet İnönü, bakanlar, milletvekilleri ve İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ’dan oluşan yirmi beş konuk vardı. Atatürk,
“Bu akşam soframıza efendimiz gelecek” dedi. “Kendisine nasıl davranacağınızı çok merak ediyorum.” Bir süre sonra içeri başyaver girdi ve Atatürk’ ün kulağına bir şeyler söyledi. Atatürk;
“Buyursun!” dedi. Başyaver kapıyı açıp da Halil Ağa, gündüz konuştuğu beyin sofranın başında oturduğunu, yanı başında da İsmet Paşanın yer aldığını görünce, şaşkınlıktan dona kaldı. Dizlerinin bağı çözülmüştü. Atatürk onu görünce ayağa kalktı. Arkasından tüm konukları da ayağa kalktılar. Atatürk son konuğunu,
“Hoş geldin Halil Ağa” diye karşıladıktan sonra kendisini sofradaki konuklarına tanıttı:
“İşte beklediğimiz, Efendimiz” dedi. Nuri Conker, Halil Ağayı Atatürk’ün sağ başına oturttu, kendisi de yanındaki sandalyeye geçti. Atatürk, sofradakilere, o gün köşkten Conker’le birlikte nasıl kaçtığını, Halil Ağayı, bir yanında öküz, bir yanında merkeple çift sürerken nasıl gördüğünü, sigara yakmak bahanesiyle nasıl kendisi ile konuştuğunu ayrıntılı bir şekilde anlattıktan sonra şöyle dedi:
” Şimdi gerisini Halil Ağa ile birlikte yanınızda tekrarlayacağız. Ben sorduklarımı baştan soracağım Halil Ağa da orada bana söylediklerini olduğu gibi tekrarlayacak.” Halil Ağaya döndü:
“Bak beri, Halil Ağa” dedi. “Sen bu akşam benim başmisafirimsin. Senin açık sözlülüğünü pek çok beğendiğimi bugün söyledim. Konuşmamızdan sonra sana hiçbir zarar gelmeyecek. Öküzünü de alacağım. Ama şimdi ben tarlada sorduklarımı baştan soracağım, sen de orada söylediklerini aynen tekrarlayacaksın. İşte soruyorum:
“Bakıyorum sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?” Halil Ağa dudakları titreyerek Atatürk’ün ayağına kapanacak oldu. Atatürk önledi:
“Yoo, bak böyle şey istemem. Soruyorum cevap ver.” Soru- cevap valiye kadar aynen tekrarlandı. Sofradakiler, soluk almadan konuşmayı izliyorlardı. Ürkütücü sorulara gelmişti sıra. Atatürk sordu:
“Peki, İstanbul şuracıkta, gideydin valiye, anlataydın derdini, onun işi bu değil mi?” Vali Muhittin Üstündağ, Halil Ağanın ancak iki metre ötesinden kendisine bakıyordu. Nasıl desin?
Ter basmıştı iyice, işi savuşturmanın yoluna kaçtı:
“Vali paşamızı biz görüp dururuz buralarda. Eteğine düşsek derdimizi duyurabilir miyiz ki?…” “Olmadı bu, Halil Ağa… Bana dediğin gibi, dosdoğru…”
“Böyle demedik mi beyim?..”
“Ya, ben mi yanlış anladım?.. Dur soralım bakalım Nuri’ye. Nuri, böyle mi dedi bize Halil Ağa?”
Nuri Conker karşılık verdi. “Hayır Paşam!..”
“Gördün mü?.. Demek aklında yanlış kalmış. Hani bir şey dediydin sen, vali neden duymazmış?.. Aynen bana söylediğin gibi söyle.” Halil Ağa kekeleyerek konuştu:
“Köylük yerinde bizim dilimiz sağır demeye alışmıştır, paşam” dedi. “Kusura kalma gayri…”
Atatürk gülmeye başladı:
“Diplomatsın ki, yaman diplomatsın, Halil Ağa… Ama şimdi diplomatlık sırası değil, doğruyu konuşacağız… Söyle bana, orada dediğin gibi…”
Halil Ağa gözünü yumup, başını yere eğdi:
“Şaşırmıştım, ağzımdan yanlışlıkla Bırak bu sağırı diye bir laf kaçırmışım…”
Sofrada gülüşmeler başlamıştı.
“Hadi buna da oldu diyelim. Geçelim gerisine:
“E, peki bir Başvekil İsmet Paşa var, bilir misin?”
Halil Ağa İsmet Paşanın yüzüne baktı ve gözlerini yere indirdi:
“Şanlı İsmet Paşamız bilinmez olur mu hiç? O bugüne bugün…”
Atatürk Halil Ağayı durdurdu.
“Bırak şimdi övgüleri” dedi. “Ben lafın gerisini getireyim: Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul’ a geliyor, Florya Köşkü ne iniyor, köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona. Herhalde bir çaresini bulurdu.”
Halil Ağa yine kaçamak yanıt verdi:
“Kapıya koymazlar ya bizi, koysalar da Şanlı paşamıza öküzümüzü mü yanacağız!..”
Atatürk ün sesi iyice sertleşti:
“Beni uğraştırma, Halil Ağa” dedi. “Erkek adam sözünü yalamaz. Ne dediysen, tıpkısını tekrarlayacaksın!..”
Halil Ağa ürktü, toparlandı. Başını yine yere gömüp konuştu:
“Şanlı Paşamıza da sağır dedikti ya…”
“Yalnız sağır değil, sağırın sağırı değil miydi?”
Halil Ağa yere eğik başını acıyla salladı:
“Öyle dedikti paşam, doğrusun!..” diyebildi.
Atatürk, İsmet Paşa konusunda daha fazla ısrar etmedi, sözü kendine getirdi.
“Son soruyu sorayım şimdi” dedi. “Bunun da karşılığını ver, öküzünü al git.”
“Koca yaz şuracıkta Atatürk oturmuyor mu? Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya?”
“Hiç bırakır mı Aslan Paşam benim!.. Erip erişir de tarlama dek gelir, halimi dinler.”
“Bırak bunları Halil Ağa, dediğini tekrarla.” Halil Ağa birden diklendi. Her şeyi göze almış insanların yiğitliği içinde doğruldu. Atatürk ün gözlerinin içlerine bakarak konuştu.
“İşte bunu demem Paşam” dedi. “Ağzıma ataş doldur, işte bunu demem!” Atatürk gülmeye başladı:
“Zorlatacak bizi bu Halil Ağa, laf anlamıyor.” dedi. “Mustafa Kemal Paşa Atatürk’ümüzün yüzünü görmek için, Peygamber gücü gerek demiştin, yanılmıyorsam. Görsem de, işinden gücünden, yiyip içmekten başını kaldıracak da bizim öküzün arkasından mı seğirtecek demiştin.” Halil Ağanın gözlerinden yaşlar inmeye başladı. Tam kesilmiş, duruyordu. Atatürk konuşmasını içtenlikle sürdürdü:
“Atatürk de işi içkiye vurmuş, sarhoşun biri demeye getirdin ya fazla üstelemeyeyim” dedi.
“Şimdi bak beni dinle, Halil Ağa… Seni şu kadar üzmemin sebebi, şunu anlatmak içindi: Şu gördüğün altı bay hükümet… Yani, biri Başbakan, ötekiler de Bakan! Memlekete göz kulak olacak, işleri evirip çevirecekler diye bu makama getirilmişler. Bir kanun gerekti mi, bu baylar hemen sıvanırlar, İsviçre’den mi olur, İtalya’dan mı olur, Fransa’dan mı, velhasıl neredense, bir kanun buluştururlar, Türkçeye çevirtirler, sonra basıp imzayı gönderirler Büyük Millet Meclisine… Bu Millet Meclisi dediğim, şu alt baştan senin yanına kadar olan beyler. Kanun bunlara gelir.
Bunlar da hükümet elbette incelemiş, gerekeni düşünmüştür, benim ayrıca zorlanmama gerek yok derler ve kaldırırlar parmaklarını, olur sana bir kanun!.. Ama sonra bir vergi memuru gelir, vergi borcundan Halil Ağanın öküzünü çeker, satar… Halil Ağa da tarlasını bir yanda merkep, bir yanda öküz, ırgalana ırgalana sürmeye çalışır. Ama üretim düşermiş, ekim zorlaşırmış, kimin umurunda… Sonra ben bunları görürüm, içim kan ağlar, işitirim, tasalanırım! E, hakça söyle bakalım şimdi Halil Ağa… Sen benim yerimde olsan, efkâr dağıtmak için, bunları bu beylerle konuşmak için içmez misin? Ama sonra da Halil Ağa tutar, sana sarhoş der…”
Halil Ağanın dili çözülmüştü:
“Öyle diyen yok haşa!.. Dinden çıkmak gibidir…
Buldun mu bunu, hacısı da içer, hocası da içer…”
Atatürk sordu:
“Peki sen de içer misin?”
“Hiç bulunur da içilmez olur mu, Paşam?.. İçeriz ki, tıpkı şerbet gibi!..”
Atatürk hizmet edenlere işaret etti, kadehleri doldurttu. Kendi kadehini Halil Ağaya uzattı:
“Hadi bakalım Halil Ağa” dedi. “Sağlığına içelim.”
Halil Ağa, “Koca Allah, benim ömrümden de sana pay düşürsün Paşam, sağlık düşürsün” dedikten sonra Halil Ağa, edeple başını kenara çevirdi, eline verilen kadehi bir yudumda boşaltıverdi. Yüzü kızarmış, gözleri parlıyordu. Ellerini dizlerinin üzerine koyarak
Atatürk’e döndü:
“Yunanı denize döktün Paşam, bayrağımızı başucumuza diktin. Benim gibi bir köylü parçasını sofrana alıp içirdin, sana duaya bilem dilim dönmez ki… Nideyim ben şimdi? Bırak ki oh paşam, ayağını öpem…”
Halil Ağa Atatürk ün ayağını öpmek için davranınca, Atatürk onu sıkıca tuttu ve bu hareketi yapmasını önledi. Halil Ağa bu kez, Atatürk’ün ellerine sarıldı, ellerini öpmeye başladı: “Bayrağımız gibi sen de başımızdan eksik olma inşallah! Sana her kim düşman ise, onun yeri senin ayağının altı olsun!.. Gayri bana izin, koca Paşam!..”
“Yemek yemedin!..”
“Yemek kolay… Meraklanır çocuklar, ben köyüme döneyim.”
Atatürk Nuri Conker’e işaret etti.
Conker kalkıp Halil Ağanın yanına geldi, kalktı Halil Ağa, önce Atatürk’ü, sonra sofradakileri selamlayıp kapıya doğru edeple geri geri çekildi. Kapı kapandığı zaman Atatürk sofradaki öteki konuklarına döndü:
“Efendimizin halini gördünüz mü beyler?” dedi. “Devlet size böyle davransa, siz ne yaparsınız? Mübarek millet bu, adam millet bu… Şimdi bu adam milletin karşısında adam olmak, bize düşüyor!..”
Sofrada kesin bir sessizlik vardı. Kimse gözlerini Atatürk’ten ayıramıyordu:
“Halil Ağanın öküzünü satıp, üretimini aksatan kanunu ya biz yaptık ya da bizim yaptığımız kanun yanlış yorumlanarak Halil Ağanın öküzünü satıyor. İkisi de bence birbirinden farksız… Böyle bir kanun yaptıksa, memleket çıkarlarına aykırıdır. Nasıl yaparız, nasıl yapmışız bunu? Eğer yaptığımız kanun doğru da, yorumlaması yanlış oluyorsa, o zaman sormak lazım. Hükümet nasıl bir yönetim içindedir? Sonra unutmayın ki, olay İstanbul’da geçiyor. Bunun Van’ı var, Bitlis’i var, kıyı bucak ilçesi var; acaba oralarda neler oluyor? Bu çark iyi dönmüyor beyefendiler!..”

DERLEYEN: Hanri Benazus - Bütün Dünya
KAYNAK: İsmet Bozdağ’ın “Atatürk ün Sofrası”

Devamı Buradan ...>>

24 Ekim 2009 Cumartesi

BAKLANIN AĞIZDAN ÇIKARILMASINA AZ KALDI

Efendim zamanın birinde küfürbaz mı küfürbaz bir adam varmış. Bir gün bu huyundan nasılsa kurtulmak isteyip bir bilgeye gitmiş.”Ey sultanım ben ettim sen eyleme şu derdime bir çare bul, şu dilimi küfürden kurtar sana canlar kurban edeyim, senin büyüklüğüne inanayım.”demiş. Bilge okuyup üfleyip derviş adayına bir avuç bakla vermiş.
"-Şimdi bu bakla tanelerini al. Birini dilinin altına, diğerlerini
cebine koy. Konuşmak istediğin vakit bakla diline takılacak, sende küfür etmeme isteğini hatırlayıp o an da söyleyeceğin küfürden geçeceksin. Bakla ağzında ıslanıp da erimeye başlayacak olursa cebinden yeni bir baklayı dilinin altına yerleştirirsin.”demiş.Derviş baklaları almış birini ağzına diğerlerini cebine koymuş gel zaman git zaman bu huyundan vazgeçebilmek için bilgenin eteğinden ayrılamaz olmuş.Yağmurlu bir günde bilge ile derviş bir sokaktan geçiyorlarken bir evin penceresi hızla açılmış ve gençten bir kız başını uzatarak,

“- Bilge efendi, biraz durur musunuz?” Deyip pencereyi kapatmış. Bilgemiz niçin durdurulduğunu bilmeden yağan yağmurun altında beklemiş. Bir ara evin kapısına varıp ne istediğini sormak geçmiş içinden, ama tam kapıya yönelecekken kız tekrar pencerede görünmüş ve “-ulu pirim birkaç dakika daha bekleseniz” demiş. Pir içinden “lahavle” çekse de haktan gelen hitaptır diye beklemeyi göze almış.. O sıra da küfürbaz derviş kendi kendine çoktan söylenmeye başlamışmış. Yağmurun şiddeti gittikçe artmakta, bizimkiler de iliklerine kadar ıslanmaktaymışlar. Nihayet pencere üçüncü kez açılmış ve aynı kız bizimkilere seslenmiş:
“- Gidebilirsiniz artık!.. “diye
Pir merak edip sormuş:
“- İyi de evladım bir şey yok ise, bizi niye beklettin?”
“— Efendim,” demiş kız,” elbette bir şey var, sizi sebepsiz bekletmiş değiliz. Tavuklarımızı kuluçkaya yatırıyorduk. Yumurtaları tavuğun altına koyarken bir kavuklunun tepesine bakılırsa piliçler de tepeli olur, horoz çıkarmış. Annem sizi geçerken gördü de yumurtaları kuluçkaya koydu.”
Münasebetsizliğin bu derecesi üzerine efendi,
“- Ulan derviş,” demiş,” çıkar ağzından şu baklayı!.”

İşte bu söz de böyle doğmuş. Ağzımızda baklalarla dolaştığımız bu günlerde bizlere: ” çıkar ağzından şu baklayı!.” Diyebilecek bir babayiğide ne kadar ihtiyacımız var değil mi?
Sevgilerimizle.
resim: deviantart.com'dan alıntı.

Devamı Buradan ...>>

19 Ekim 2009 Pazartesi

ÇOCUK BU:

Adamın biri akşam camiye giderken.5 yaşındaki oğlu tutturmuş “ben de senle geleceğim” diye.”Oğlum sen evde otur Annenle ben namazımızı kılıp gelelim.” “ Hayır, da hayır” “fesüphanallah “demiş Adam, almış oğlanı da götürmüş camiye.
Önce sessiz sessiz izlemeye başlamış oğlancık namaz kılanları. Sonra dudaklarından hayal gücünü ortaya koyan şu cümleler dökülmüş:
“-YATın kölelerim……. Kal-KıN kölelerim
—YAtın kölelerim…. KALkın kölelerim.


Cemaat 2.nci secdelerinden gülmekten kalkamamış.
Devamı Buradan ...>>

17 Ekim 2009 Cumartesi

PÜF NOKTASI

“Güne başlamanın, geceyi karşılamanın, yemek yapmanın, plan-proje çizmenin, yazı yazmanın, genç kalmanın, sağlıklı olabilmenin, sevgiliyi elde tutabilmenin bile bir püf noktası vardır” diye söylenir durur da, nedir bu PÜF noktası? Nereden çıkmıştır bilenimiz yok denecek kadar azdır.

Zamanın birinde topraktan testi ve çanak-çömlek imal edilen kasabalardan birinde, uzun yıllar bu meslekte çalışan bir çırak, kalfa olup artık kendi başına bir dükkân açmayı arzu eder dururmuş. Ne yazık ki her defasında ustası ona:
“- Sen daha bu işin püf noktasını bilmiyorsunnn, biraz daha emek vermen gerek.”dermiş.

Ustanın bu sonu gelmez nasihatlerinden sıkılan kalfa, artık dayanamayıp gidip bir dükkân açmış. Açmış açmasına da yeni dükkânında güzel güzel yaptığı testiler, küpler, vazolar, sürahiler onca titizliğe ve emeğe rağmen orasından burasından yarılmaya, yer yer çatlamaya başlamış. Kalfa bir türlü bu çatlamaların önüne geçememiş. Nihayet ustasına gidip durumunu anlatmış. Usta;
“- Sana demedim mi evladım; sen bu işin püf noktasını henüz öğrenmemiştin. Aldın başını gittin, olacağı buydu!” deyip, tezgâha bir miktar çamur koymuş ve,

“- Haydi,” demiş, “geç bakalım tezgâhın başına da bir testi çıkar. Ben de sana püf noktasını göstereyim.”

Eski çırak ayağıyla merdaneyi döndürüp çamura şekil vermeye başladığında usta önünde dönen çanağa arada sırada "PÜF!" diye üfleyerek zamanla testiyi çatlatacak olan bazı küçük hava kabarcıklarını patlatıp gideriyormuş. Böylece çırak da bu sanatın püf denilen noktasını öğrenmiş olmuş.
Dilimize pelesenk olan “PÜF NOKTASI” sözü de bizlere bu olaydan sonra miras kalmış.
Sevgilerimle.

Resim:.imageshack'den alıntı.

Devamı Buradan ...>>

13 Ekim 2009 Salı

SÜRGÜN EDİLEN BOYNUZLUGİLLER


Boynuzlu hayvanlardan biri
Aslanı yaralamış nasılsa,
Birkaç yerinden.
Küplere binmiş haşmetli:
Canı yanmasın diye bir daha
Yemek yerken,
Sürgün ettirmiş hemen
Bütün boynuzlugilleri.
Boğalar, koçlar, keçiler,
Hep yurtdışı edilmişler:
Boynuzlu hayvan ara da bul,
Ne geyik kalmış ne gazel.
Bir tavşan, bu korkulu günlerde,
Kendi gölgesini görmüş yerde:
Bakmış dimdik iki kulak, tıpkı boynuz.


“-Yandık,” demiş tavşan;
Ya savcının biri çıkar,
“Böyle uzun kulak olmaz,
Boynuz bunlar “diye tutturursa?

Hemen gitmiş cırcır böceğine;
“-Komşu” demiş;”Hakkını helal et!
Bana haram gayrı bu memleket:
Kulaklarıma boynuz denmeden
Gitmeliyim buralardan;
Fazla uzun mübarekler!
Hem kısa da olsalar,
Bu zamanda korkulur;
Kuzu kulağı bile boynuz olur.”
“-Ne boynuzu” demiş cırcır böceği;
“Aptal yerine koyma beni.
Seninkisi boş kuruntu:
Allah’ın yarattığı kulak
Hiç boynuz olur mu?”
“-İsterlerse oluuur,”demiş tavşan;
Boynuzun dik âlâsı olur hem de.
Ağzınla kuş tutsan
Laf anlatamazsın o zaman.

Hikaye:La Fontaine'den
Resim:rlv.zcache.com'dan alıntı.

Devamı Buradan ...>>

4 Ekim 2009 Pazar

İKİ DİRHEM BİR ÇEKİRDEK


Çok şık ve özenli giyinmiş birini gördüğümüzde genelde hepimiz “iki dirhem bir çekirdek” deriz. Deriz de çoğu kez (iki dirhem ne? Bir çekirdek ne?) bilmeyiz. A-B-E vitamini fosfor ve çinko içeren radyasyon önleyici olarak bilinen Keçiboynuzunun yunanca adı; keration, İngilizcede; carob, Arapçada kırıttır. Keçiboynuzunun çekirdeği eskiden elmas ölçmekte kullanılır elmasın ağırlığı bu çekirdeklerin ağırlığıyla tartılırmış. Bu nedenle keçiboynuzu çekirdeği; kuyumculukta kırat ya da karat tabir edilen ölçü birimine isim babalığı yapmış.
Doğada ağırlığı değişmeyen en sert tohumlardan biri olması ve sudan kısa sürede etkilenmediği için Araplar, Selçuklular ve Osmanlılar uzun yıllar bu çekirdekleri ağırlık ölçüsü birimi olarak kullanmışlar.4 tane çekirdek; 1 dirhem, bir dirhem de; 3 gram ağırlığa eş kabul edilirmiş. Eğer satıcı iki dirhemlik bir şey satarken terazinin kefesine 8 çekirdek koyar ve bir tane çekirdek de fazladan atarsa bu müşterinin “saygın ve itibarlı bir kişi” olduğunu gösterirmiş. İşte bunun için çok şık ve özenli giyinen kişilere “iki dirhem bir çekirdek” yakıştırması ta o günlerden bu günlere böylece söylene söylene dilimize gelip yerleşmiş.
Haydi kalın "iki dirhem bir çekirdek" ve sağlıcakla, Size bir çekirdek de bizden, Sevgilerimizle.
Devamı Buradan ...>>

1 Ekim 2009 Perşembe

SEZGİSEL BULUŞMA

Uzak doğuda bilgeliğin gizlerini aramak için gelenleri kabul eden bir Budist tapınağının;oraya kabul edilebilmek için geçerli olan tek bir kuralı vardı;anlatmak istediklerini konuşmadan sözsüz açıklayabilmek.

Bir gün tapınağın kapısına bir yabancı gelir ve kapıda öylece durur ve bekler. Kapıda herhangi bir tokmak, zil veya çan yoktur. Çünkü burada sezgisel buluşmaya inanılmaktadır. Bir müddet sonra kapı açılır ve dışarı çıkan bir Budist yabancıya öylece bakar. Neden sonra selamlaşırlar ve sözsüz konuşmaları başlar. Yabancı tapınağa girmek ve orada kalıp öğreti almak istemektedir. Budist ne demek istediğini yürekten anlar ve bir süreliğine gözden kaybolur. Sonra elinde ağzına kadar suyla dolu bir kapla döner ve kabı yabancıya uzatır. Bu yeni bir arayıcıyı kabul edemeyecek kadar DOLUYUZ demektir. Yabancı tapınağın bahçesinden aldığı bir gül yaprağını kabın içindeki suyun üstüne usulca bırakır. Gül yaprağı suyun üstünde sakince yüzer ve su da hiç taşmaz. Su kabını taşıyan Budist saygıyla yabancının önünde eğilir ve kapıyı sonuna kadar açarak yabancıyı içeriye alır. Çünkü suyu taşırmayan bir gül yaprağına tapınakta her zaman yer vardır.
Devamı Buradan ...>>

26 Eylül 2009 Cumartesi

HAYAT KAHVEYE BENZER

Bir grup kariyer yolunda ilerleyen yeni mezun, eski üniversitelerindeki profesörlerini ziyaret için bir araya gelirler. Sohbet; sonunda işin ve hayatın stresinden şikâyetleşmeye döner.
Misafirlerine kahve ikram etmek isteyen profesör mutfağa gider ve yanında büyük bir termos içinde kahve ve porselen, plastik, cam, kristal olmak üzere değişik tarzda ve ucuz görünenden, pahalı ve hatta çok özel olanlarına kadar değişik kahve bardakları ile gelir. Herkes bir bardak seçince, profesör şöyle söyler:
“Fark ettiyseniz, tüm pahalı görünen bardaklar alındı ve geriye ucuz görünümlü, sade bardaklar kaldı.”
Kendiniz için en iyi olanı istemeniz normal olsa da, bu sizin stresinizin ve problemlerinizin kaynağı aslında. Emin olun ki, bardağın kendisi kahvenin kalitesine hiç bir şey katmaz.
Çoğu zaman, sadece daha pahalıdır ve hatta bazı durumlarda da içtiğimizi saklar. !
Hepinizin aslında istediği kahveydi, bardak değil, ama bilinçli olarak en iyi bardaklara yöneldiniz ve sonra birbirinizin bardağına bakmaya başladınız.
Hayat kahveye benzer, iş, para ve toplumdaki konumunuz da bardaklar. Onlar hayati tutmak için sadece araçlardır ve seçtiğimiz bardak yasadığımız hayatin kalitesini belirlemediği gibi değiştirmez de. Bazen sadece bardağa odaklanarak Yaratanın sunduğu kahvenin tadını çıkarmayı unuturuz.
Kahvenizin tadına varın!En mutlu insanlar her şeyin en iyisine sahip değildirler. Sadece her şeyin en iyi şekilde tadını çıkartırlar.

Alıntı:Bütün dünya'dan.
Devamı Buradan ...>>

10 Eylül 2009 Perşembe

BİLGE VE KRAL


Bir zamanlar bir kralın aklına şöyle bir fikir geldi:
"Eğer bir işe ne zaman başlayacağımı, kimi dinleyeceğimi ve yapmam gereken en önemli işin ne olduğunu bilseydim, giriştiğim her işi başarırdım."dedi.
Krallığının dört bir yanına, kim kendisine her iş için en uygun anı, bu iş için en uygun kişinin kim olduğunu ve yapılması gereken en önemli şeyin ne olduğunu öğretirse ona büyük bir ödül vereceğini ilan ettirdi.Bilgeler kralın huzurunda toplandılar, fakat sorulara verilen yanıtlar birbirinden çok farklı oldu.
Kral hâlâ doğru yanıtları aradığı için, yakınlardaki bir bilgeye danışmaya karar verdi.
Bilge kişi, hiç ayrılmadığı bir ağaç kovuğunda yaşıyor, yanına halk dışında kimseyi kabul etmiyordu. Bu nedenle kral, halktan biri gibi giyindi ve yola düştü.
Bilgenin yaşadığı kovuğa yaklaştıklarında kral atından indi korumalarını orada bıraktı ve yola tek başına devam etti. Bilgenin yanına vardığında onu, çiçek kanalları kazarken gördü. "Ey bilge kişi, size birkaç önemli konuda danışmaya geldim." dedi ve sorularını sormaya başladı: "Doğru şeyi doğru zamanda yapmayı nasıl öğrenebilirim? En fazla gereksinim duyduğum, dolayısıyla ötekilerden daha fazla ilgilenmem gereken kişiler kimdir? En önemli ve her şeyden önce gelen sorum ise şudur: Kendimi vermem gereken işler nelerdir?" Bilge, büyük bir dikkatle kralı dinledi, fakat bir cevap vermedi. Ve yapmakta olduğu işini sürdürdü. Kral "yoruldunuz, küreği bana verin de siz biraz dinlenin." Dedi.
Bilge kişi, "Sağ olun" dedi ve küreği krala verdi, yere oturup dinlenmeye başladı. Kral, iki tarh kazdıktan sonra sorularını yineledi. Bilge kişi ona cevap vermek yerine ayağa kalktı, elini küreğe uzattı ve "Siz biraz dinlenin. Bir parça da ben çalışayım "dedi. Fakat kral ona küreği vermedi, tarh kazmayı sürdürdü. Saatler birbirini kovalıyor, güneş yavaş yavaş ağaçların ardında batmaya başlıyordu. Sonunda kazmayı toprağa saplayıp, bilgeye döndü:" Ey bilge kişi, senin yanına sorularıma bir yanıt bulmak için geldim. Eğer cevap vermeyeceksen söyle de evime gideyim.
Bilge kişi gözlerini uzaktan koşa koşa kendilerine yaklaşan adama dikti ve "Bak, biri koşarak buraya geliyor, bakalım kimmiş ve ne istiyormuş?" Kral arkasını döndüğünde, bir adamın kendilerine doğru koşarak geldiğini gördü. Adamın karnına bastırdığı ellerinin arasından kanlar sızıyordu. Kral ve bilgenin yanına gelince kendinden geçercesine inledi ve bayılıp yere yığıldı. Kral ve bilge, adamın üstündeki elbiseleri çıkardılar. Karnında büyük bir yara vardı. Kral yarayı elinden geldiğince yıkadı, mendiliyle ve bilgenin havlusuyla yarayı sardı ve kanı durdurdu. Adam bir süre sonra kendine geldiğinde su istedi. Kral dereden taze su getirdi, verdi. Bu arada akşam olmuş hava soğumuştu. Kral, bilgenin de yardımıyla yaralıyı kovuğa taşıyarak yatırdı. Yatağa uzanan adam hemen derin bir uykuya daldı. Kral, koşuşturmaktan ve yapmış olduğu işlerden dolayı öylesine yorulmuştu ki eşiğin dibine çöktü ve orada uyuyakaldı, kısa yaz gecesi deliksiz bir uyku çekti. Sabah uyanınca, yatakta uzanmış ve canlı gözlerle dikkatlice kendine bakan yabancının kim olduğunu anımsamaya çalıştı. Kralın uyandığını gören adam, zayıf bir sesle "Beni affedin" dedi krala. Kral, "Sizi tanımıyorum, üstelik affedilecek bir şey yapmadınız ki" dedi ama adam konuşmasını kesmedi: "Siz beni tanımıyorsunuz, ama ben sizi tanıyorum "dedi. "Ben, kardeşimi astırdığınız ve mallarını elinden aldığınız için sizden öç almaya yemin etmiş bir düşmanınızım. Tek başınıza bilge kişiyi görmeye gittiğinizi duydum ve dönerken yolda sizi öldürmeye karar verdim. Ama akşam olduğu halde dönmediniz. Ben de pusuya yattığım yerden kalkıp sizi aramaya koyulduğumda, korumalarınıza yakalandım. Onlar beni tanıdılar ve öldürmek istediler. Ellerinden kurtuldum ama yaralıydım; yaramdan kan akıyordu. Siz dün akşam yaramı sarmasaydınız, kan kaybından ölürdüm. Ben sizi öldürmek istedim ama siz benim yaşamımı kurtardınız. Eğer yaşarsam, şu andan sonra en sadık köleniz olarak size hizmet edeceğim ve oğullarıma de aynı şekilde yapmalarını emredeceğim. Affedin beni..."
Kral, düşmanıyla bu denli kolay barıştığı ve onun dostluğunu kazandığı için çok mutlu oldu. Onu yalnızca affetmekle kalmadı, uşaklarını ve kendi doktorunu gönderip onun tedavisini yaptıracağını söyledi. Ayrıca, el konulan tüm mallarının geri verileceğini de bildirdi. Yaralı adamla vedalaşan kral, kapının önüne çıktı ve orada çiçek tarhı kazmakta olan bilgeden sorularına cevap vermesini bir kez daha istedi.
"Siz, beklediğiniz yanıtı çoktan aldınız" dedi bilge ve şöyle sürdürdü sözlerini:
"Dün eğer benim güçsüzlüğüme acımasaydınız, buradan ayrılacaktınız ve geri dönerken şu adamın saldırısına uğrayacaktınız. Yani dün sizin için en önemli an, tarhları kazdığınız andı. Sizin için en önemli kişi bendim ve sizin için en önemli iş, bana yardım etmekti. Sonra yaralı adam koşarak geldi yanımıza. Sizin için en önemli an, onunla ilgilendiğiniz andı. Çünkü eğer onun yaralarını sarmasaydınız, o adam sizinle barışmadan ölecekti. Dolayısıyla sizin için en önemli kişi o idi. Ve yine o zaman en önemli işiniz de, onun için yaptıklarınızdı."
Bilge bunları söyledikten sonra, krala bir de öğüt verdi: Sizin için en önemli anın, içinde bulunduğunuz an olduğunu hiçbir zaman unutmayın. Çünkü yalnızca o an elinizden bir şey gelebilir. Sizin için en önemli kişi ise, o an birlikte olduğunuz kişidir. Çünkü hiç kimse, bir başkasıyla bir daha görüşüp görüşmeyeceğini bilemez. Ve sizin için en önemli iş ise iyilik yapmaktır. Çünkü insanın dünyaya gelmesinin tek nedeni budur...

Devamı Buradan ...>>

28 Ağustos 2009 Cuma

İNSANI DÜZELT/ DÜNYA DÜZELİR


Bütün bir hafta çalıştıktan sonra pazar sabahı güne gözlerini açan adam keyifle kahvaltı sofrasının başına geçip eline günlük gazetelerini aldı ve bütün gün miskinlik yapıp evde oturacağını hayal etmeye başladı. Tam bunları düşünürken oğlu koşarak yanına geldi ve “ ne zaman beni parka götüreceksin ?” dedi. Baba, oğluna söz vermişti, bu hafta sonu onu parka götürecekti. Ama hiç dışarı çıkmak istemediğinden bir bahane bulması gerekti. Sonra gazetenin promosyon olarak dağıttığı dünya haritası gözüne çarptı. Önce Dünya haritasını ufacık parçalara ayırdı ve oğluna uzattı.
“Eğer bu haritayı düzeltebilirsen seni parka götüreceğim” dedi.
Sonra düşündü: “OH be kurtuldum! En iyi coğrafya profesörünü bile getirsen, bu haritayı akşama kadar düzeltemez!” Aradan on dakika geçmeden oğlan babasının yanına koşarak geldi:
“Babacığım haritayı düzelttim, artık parka gidebiliriz!” dedi. Adam önce inanamadı ve görmek istedi. Gördüğündeyse hayretler içindeydi ve oğluna bunu nasıl yaptığını sordu. Çocuk şu hikmetli açıklamayı yaptı;
“Bana verdiğin haritanın arkasında bir insan resmi vardı. İnsanı düzelttiğim zaman dünya kendiliğinden düzeliverdi.”
Devamı Buradan ...>>

20 Ağustos 2009 Perşembe

SATILIK ÇOCUK VAR













Çocuğumu Satıyorum... Satılık Çocuk Var...”
Hint Müslümanları, yeni bir devlet kurma çalışmaları sırasında Mustafa Kemal’e destek vermek amacıyla kendi aralarında yardım toplamaya başlamışlardı. Ülkenin çeşitli yörelerindeki Müslüman Hintliler,
Olanaklarının elverdiği ölçüde maddi katkılarda bulunuyorlardı. Peşaver kentinde de toplanan halk yapacakları yardımı açıklarken, bir kadının şu sözü duyuldu:
“Çocuğumu satıyorum... Çocuğumu satıyorum...”
Topluluktaki tüm başlar, bu sesin geldiği yana çevrildi,


Tüm gözler, bu sözün sahibi kadının üzerine dikildi. Çok yoksul olduğu ilk bakışta giyiminden ve çökük avurtlarından anlaşılan kadın, birkaç aylık çocuğunu elleriyle havaya kaldırmış, herkese duyurabilmek için sesinin var gücüyle bağırmayı sürdürüyordu:
“Çocuğumu satıyorum... Satılık çocuk var... En büyük parayı kim verirse çocuğumu ona satacağım, parayı da Mustafa Kemal’e göndereceğim.”
Kalabalıktan bir kişi, önündekileri sağa sola iterek kendine yol açtı kadının yanına geldi.
“Önce çocuğunu sıkı sıkı bağrına bas, sonra da bu parayı al” dedi. Ve cebinden çıkardığı avuç dolusu yüklü tutarda kâğıt parayı, kadının avucuna sıkıştırdı:
"Bu paradan istediğin kadarını Mustafa Kemal’e gönder, kalanını da kendine ve çocuğuna ayır.”Kadın gözyaşlarını tutamadı, içini çeke çeke ağlayarak varlıklı adamın ellerine sarıldı, öpmek istedi. Sonra da kalabalığın orta yerindeki masaya yaklaştı, masanın çevresindeki görevlilere elindeki paranın tümünü verdi. “Tümünü” dedi. “Bu paranın tümünü, Mustafa Kemal’e göndermeniz için veriyorum size...”Görevli, önündeki kayıt defterine paranın tutarını yazarken, bu bağışı yapan kadına adını da sordu.”Mihriban” dedi. “Adım Mihriban...”Görevli, önündeki defterde bağışı yapan kişi hanesine Mihriban yazdıktan sonra kadın, bir ad daha yazdırdı: “Bir de Mustafa yazın Mihriban’ın yanına” dedi. “Oğlumla birlikte yapıyoruz bu bağışı...”

Alıntı:Bütün Dünya Dergisi.

Devamı Buradan ...>>

15 Ağustos 2009 Cumartesi

MİSTİK ÜÇ GÜLENLER



Onlar üç Çinli mistikmiş. Adlarını bilen yokmuş ama "Üç Gülenler" diye tanınırlarmış. Gülmekten öte hiçbir şey yapmazlarmış. Kent kent dolaşıp çarşıda pazarda gülerlermiş. Gülmek bulaşıcı tabii... Ve bu üç insan güzel insanlarmış. Onların geçtiği yerler az sonra kahkahalar ile dolarmış. Onlar Çin'i baştanbaşa dolaşıp mutsuz, kırgın, kızgın, bıkkın insanları güldürmüşler.
İçlerinden biri, günün birinde ölmüş.

Eyvah! Demişler tanıyanlar Gülmeleri kesilecek, artık ağlarlar diye düşünmüşler, diğer ikisi için.

Oysa onlar gene gülmelerini sürdürmüşler ve ölmüş arkadaşlarını neşeli bir törenle kutsamışlar. Bunu şaşkın gözlerle izleyen halka ise şunları söylemişler. “Üçümüz yaşarken iddiaya tutuşmuştuk, hangimiz önce ölecek diye. Yaşam boyu birlikte güldüğümüz arkadaşımız adına en güzel tören, gene gülmektir. Son yolculuğunda onu bundan mahrum bırakamayız. Bir bakıma ona ihanet olurdu gülmeyi sürdürmemek. Çünkü hayatta hiçbir şey ölmez. Ölüm düşüncesini yenmek ise sadece gülmek ile olur.” demişler.

Kent halkı ölüyü yıkamaya kalkıştığında ise engel olmuşlar. "Vasiyetinde onu yıkamadan, üstündekileri değiştirmeden yakmamızı" istemişti. "Dediklerini yerine getireceğiz." Diye dayatmışlar.

Ve ölü yıkanırken son şakasını esirgememiş. Ceplerine ölmeden önce doldurduğu çatapatlar, patlayıp saçılmaya başlamış. Ve cenazedeki herkes kahkahalarla gülmüş. Onlar gülerken, yarım akıllı iki arkadaş dans ediyormuş. Halk da çılgınca dans etmeye başlamış. Sanki bir ölümü değil, bir doğuşu kutluyorlarmışçasına.

resim :

Devamı Buradan ...>>

8 Ağustos 2009 Cumartesi

YUSUF’u zindana attıran ZELİHA

Anlatırlar ki; Zeliha, Yusuf’u zindana attırdığı vakit onun ayrılığıyla ardından yanıp yakılmaya başlamış. Hem kendisinden ayırmış, hem hasretini çeker olmuş. Bu yüzden zaman zaman zindanı ziyaretine gider, sureta “Hükümlüm kaçmış olmasın!” diye kontrol eder, ama içten hasret giderirmiş..Eğer Yusuf’u uyurken bulursa hücresinin önünde bekler, seyreder, uyanık bulursa azarlar, böylece yüzüne bakarmış. Nihayet bir keresinde sesini de çok özlediğini fark etmiş ve köle çağırıp, “Hemen şimdi Yusuf’u yere yık, adamakıllı kamçıla! Öyle vur ki ta uzaktan ah ettiğini duyayım.” demiş. Köle emre itaate niyetlendiyse de Yusuf’un güzel yüzünü görünce kıyamamış. Hücrede bir post var imiş, onu yere sermiş ve başlamış vurmaya. Kölenin her kamçısında Yusuf mahsustan feryad etmekte, çığlık atmaktaymış. Zeliha ise bağırmaya devamda.
“Daha hızlı vur, adamakıllı vur!”
Nihayet köle Yusuf’a yalvarmış:
”A güneş yüzlü, Zeliha gelir de sırtında kamçı izi göremezse şüphesiz beni öldürür. Omzunu aç, dişini sık, bir kerecik olsun kamçıya dayan!”
Yusuf elbisesini sıyırmış. Köle öyle bir vuruşla vurmuş ki Yusuf yere kapaklanmış. Zeliha bu sefer Yusuf’un ah edişini duyar duymaz bağırmış;

”YeTEEER!”


Alıntı: İskender Pala
Devamı Buradan ...>>

4 Ağustos 2009 Salı

BİRİ TURUNCU ve İRİ, ÖBÜRÜ KORKAK ve İNCE


Biri olmadan, öbürü olmazmış, bu böylece yazılsınmış. Bir Rus Köyü’nde iki balık yaşarmış; Biri turuncu ve İri, öbürü korkak ve İnce. Bütün çiftler de böyledir biraz düşününce.

İri sormuş bir gün. “Madem bütün bu denizler birbirine bağlı, niye biz seninle sadece bu kıyıdan ötekine yüzüp duruyoruz? Kendimizi bir akıntıya bıraksak, yeni sularda yüzsek, başka balıklar yesek daha mutlu olmaz mıydık?” Hak verdi İnce. İnceliğinden sırf. Çünkü onun mutluluğu için, İri ve o kıyı yeterlidir. Gerisi hava su değişikliğidir ki, insan bundan beslenemez, balıklar ise hiç...
İnce katıldı teklife yine de, düştü İri'nin peşine. Akıntıya bıraktı kendini. Bunlar
Beraberce,

İstanbul ve Çanakkale boğazlarını geçtiler. Geçerken eğlendiler. Fakat bir balıkçı, akşam yavrularına balık götürmek için suya ağ atmıştı. Ve bizimkiler farkına varmadan bu ağa takıldılar.


Daha doğrusu İri takıldı. İri ya. İnce de sıyrılıp çıktı. İnce ya, bırakıp gitmedi. Hem inceydi hem âşık. Kemirip ağları, kurtardı İri'yi. “E, tabi, ben bu ağlara takılacak kadar güçlü kuvvetli değilim, eriyip gidecek gibiyim” diyerek, onun gururunu da okşadı. Aşkta, en yanlış şeyler bile mantıklı gelir insana. Tabi balıklara da... Çünkü aşk, suyun içinde de aşktır.

Derken, bizimkiler soğuk denizlere kavuştular. Fakat İnce, alışık değildi bu serin sulara ve hastalandı. Pulları dökülüyordu her gün ve gün geçtikçe daha da yavaşladı. Hatta durdu bir gün, Atlantiğin ortasında. Ya döneceklerdi ve İnce kurtulacaktı. Ya da tek bedene düşeceklerdi. Çünkü herkesin Küba'ya kadar yüzecek nefesi kalmayabilirdi, hele hastaysa. İri, Küba'ya gitmeyi seçmeden önce, biraz düşündü. O düşündüğü süre kadardı sevgisi ki o da çok sayılmazdı. En başta sıkılan oydu köyün kıyısından. Demek aslında gitmek istiyordu İnce'sinin yanından. Ama bizimki bu durumu anlamadı. Ve onunla Küba'ya varmak için son çabalarla
yüzdü. İnsan, sevdiğiyle geçen zamana doyamadığı kadar âşıktır. Balıklar da...
“İki dakika daha beraber yüzmek, tek başına sağlığına kavuşmaktan iyidir' bile dedirtir aşk insana”

dedirttiği gibi İnce'ye. İki dakika kadar yüzdü ve öldü. Yukarı doğru çıkarken zayıf gövdesi, kılçıklarına kadar mutluydu ve gülüyordu. Koca bir balina onu yuttu, bunu da biliyordu. İri, tek kaldı ama suyun ucunda Küba vardı. Var gücüyle yüzdü. İnce’yi unuttu. İnce'yi unuttuğu kötü oldu. Çünkü onlar birbirlerine 5 saniyede bir, nereye gittiklerini hatırlatıyorlardı ve şimdi 10 saniye geçmişti ve katiyen hatırlamıyordu. Ne İnce'yi, ne Küba'yı ne de adının İri olduğunu. İnsana adını başkaları hatırlatır, balıklara da...

O yüzden kayboldu derin sularında Atlantiğin. Ve koca bir balina onu da yuttu. Fakat mucize bu ya, balinanın midesinde İnce'yi buldu. Meğer onları yutan aynı balinaymış, İnce ölmemişmiş, tam tersi midenin sıcaklığında dirilmişmiş. Ama oradan çıkarsa ölecek. İri de oradan giderse, nereye gittiğini ve adını unutacak. O yüzden, artık ikisi de buradalar. Ne fark eder. İnsana sevdiğinin yanı cennettir. Sevmeden hiçbir şeyin tadı olmadığını, bu hikâyeyi bilen bütün balıklar bilir.

Ya insanlar?
Hikaye:Alıntıdır.

Devamı Buradan ...>>

20 Temmuz 2009 Pazartesi

BİLGE+SOYTARI


Çok eski zamanlara ait bir Hint masalı vardır, eski ama çok büyük bir
öneme sahip bir öyküdür bu.Büyük ama aptal bir kral, sert zeminin ayağını acıttığını söyleyip tüm krallığın sığır derisiyle kaplanmasını emretmiş. Ancak, sarayın soytarısı bu fikre kahkahalarla gülmüş; çünkü o bilge bir adammış..
Bu söze karşılık soytarı demiş ki; "Kralın fikri gerçekten çok komik."
Kral bu sözü işitince çok kızmış ve soytarıya:
"Bana daha iyi bir seçenek göster yoksa öldürüleceksin!"
Soytarı, "Efendim, bütün krallığınızı sığır derisi ile kaplatacağınıza, küçük bir sığır derisi parçasını kesip ayağınızı kaplayın" demiş.
Ve ayakkabılar Hint efsanesine göre böyle doğmuş..
Bütün dünyayı sığır derisiyle kaplamaya gerek yok;
sadece ayağınızı kaplamak tüm dünyayı kaplamaktır.
"Bilgeliğin başlangıcı budur." Der Masal.
Devamı Buradan ...>>