.

"Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur."Kemal ATATÜRK .

17 Ekim 2011 Pazartesi

KA AL



















KAAL=kâl kelimesi pek yazı dilinde söylenmese de "seni hiç kaale almıyorum!" yani "sözlerinin benim için hiçbir değeri yok!" şeklinde dilimizde ifade bulmuş, sinirlendiğimizde boş laflarla dolu muhabbetlerin tam orta yerinde böyle hitap ettiğimiz olmuştur birbirimize. Gazın var lâmban var, ama kuru görüntüsün, heyhât ateş olup aydınlatmadıktan sonra. "ASLI-YOK yaylasında"bin koyunun olmuş bize ne fayda?

Bu kelimecik; Dedikodu, söylenti, rivâyet olarak düşünüldüğünden, kaal-e almamak:halk dilinde önem vermemek, sözünü etmeye değer bulmamak olarak nitelendirilmektedir günümüzde.Ünlü aşıklarımızdan Fuzuli'nin dediği gibi ilim bilim hepsi fasarya hepsi dedikoduyken... Geçerli akçe AŞK imiş bu âlemde, bence de...
"Aşk imiş her ne var âlemde
İlm bir kıl-ü kâl imiş ancak"
Söylencelere, o bunu dedi, bu bunu dedileri kaça alıp kaça sattıkları birtarafa bırakıp para ve mal yığmalardansa AŞKa gönül vermek ALLAH'ı kaale almak demek değil midir? Para da söz de biter, mal da tükenir ama: Ya aşk, Ya AŞKKKK??? Ey minel AŞK sen olmasan, döner mi bu dünya?

Resim:Dariusz Klimczak.
Devamı Buradan ...>>

30 Eylül 2011 Cuma

BİRİKTİRİLMİŞ TÜYLERİM KANAT OLDU



Bu yazımın blogda ilk yayınlanma tarihi 29 mART 2008 aradan üç buçuk sene geçmiş.Dün kemoterapi aldığım odada göğüs kanseri gencecik bir kızın elinde 14.7.2011 basım tarihli Beki İkala Erikli'nin "Meleklerle yaşamak" kitabı vardı ve kitap sayfaları arasında biriktirilmiş tüyler.Kitaba göz gezdirdiğimde gördüm ki ben meleklerle yaşamaya ve onların attıkları kartvizitleri toplamaya yıllar önce başlamışım meğer.Şükürler olsun işaretlere mesajlara ve onları bizlere gönderenlere...
Bu gün aralayıp kendimi, kendime dışardan baktım. Yüzleşmelerimden kaçmayıp ben bende sürdürürken yaşamımı sorunları ertelemeden, başkalarında aramadan suç ve hataları
kendimi kendime akort edip affettim kendimi. Rulosundan yeni çözülmüş dünya haritası gibiyim şimdi. Günlerin sürükleyiciliğinde emanet edilen yaşamdı, bu etten elbisemdeki. Felsefem: bir nevi saman çöpü oluştu ırmakta sürüklenip giden. Pişmişliğim acıların etimden et, kanımdan kan çekmesindendi.......
Sac üstünde kavrulmuştum, çiğnenmiştim, öğütülmüştüm belki de çeşitli enzimlerle. Lime lime olmuş bu elbisem her gün yeniden yamanıp eski haline getirilmeye çalışılsa da yamalar bazen uymuş bazen sırıtmıştı elbisenin gerçek yüzünde. Kendimce nostaljik takılarım olmuştu bunlar.
Acılardan ve hatalardan yamalı bohça olan benliğime birileri gelip de kendi acılarından harf harf söz ettiğinde, elbiselerinin kumaşı “değil yama” iplik çekiği gibi bile görünmezdi bana . Benimki yanmaksa onlarınki sanki tütsülenme dağlanma.
Bu biriktirilmiş pişmişlikle kim bilir ne gönüller kırdım ne vurdumduymaz göründüm acılı çileli insanlara bilinmez. Ama ben yine bugün beni affettim.

Şu anda deniz üstünde yüzdürülen gemideyim, köpükler içinde giden.9 EYLÜL gemisi Konak’tan Karşıyaka’ya süzülmekte. Geçmişe yol alıyorum sanki. Çilenin yani yamaların kıyısına. Kimine bal, bana zehir olan kıyıya, Karşıyaka’ya…
Bir mahcup ve hüzünlü görünüyor bu kıyı bana. Üzülüyorum ama yine de koşa koşa gidemiyorum oraya. Sanki bana yapılan hatalardan o sorumlu gibi… Sanki hayatımın içinden geçen bir bölümde, her köşesinde kalan anıların acısı dimdik bulundukları yerden bana el sallarken o kıyıyı sevmek günahmış gibi. Tek umudum yoluma her gün gökyüzünden salınarak düşen kuş tüyleri.2 yıl boyunca sanki görünmez bir göz benim evden çıkışımı bekliyor, görünmez elinden kuş tüyünü bırakıveriyor hemen üstümden. Beyazlığına, büyüklüğüne küçüklüğüne hatta alacalı ve çift renkli oluşuna göre o günümün nasıl geçeceğine dair yorum yapıyorum kendi kendime ve İzmir’e giden 8.05 vapuruna yürüyorum koşar adımlarla.
Her gün KUŞ tüylerimi biriktiriyorum. Artık kitaplarımın arasında çekmecelerimde ceplerimde her yerde sanki içime kendi yumuşak ılık okşayan imajlarını dolduruyorlar. Zaman içinde biriken tüylerin kanatlarım olup beni karşı kıyıya taşıyacağını nereden bilebilirdim o zamanlar. Bir gün güvercin kumru ya da diğer haberci kuşlarımın tüylerinin bu hikâyesini bir arkadaşıma anlattığımda “Hadi canım, yani şimdi önüme bir kuşkanadı da düşse onu da alacak mıyım?” Demişti de yüz adım geçmeden önünde bir kanat bulunca ürküp almak zorunda kalmıştı onu yerden. Kanattan mı ürkmüştü benden mi bilemem ama o kanadı yıllarca o da sakladı biliyorum.
Harfler birleşir, kelime olur. Kelimeler birleşir söz olur, çoğalır, yayılır. İnsan dağarcığında ne çok harf kelime varsa ona göre yazar konuşur. Ya yoksa azsa boşsa dağarcık, bu demektir ki yaşanılmışlık harfleri noksandır. Senden seni alıp götüren yıllar değildir bu cepheden baktığında seni sana veren, seni sen yapan tezgâhtır bu acı yaşanılmışlıklar. Sana uçman için kanat olan biriktirilmiş tüyler gibi, biriktirilmiş kelimeler de senin hayatın ortasındaki DURUŞ’unu uçuşunu belirler. Sevgiyle açın kanatlarınızı ve bırakın rüzgârın tatlı esintisine kendinizi, aşkla süzülün karşı kıyılara.Sevgilerimle. Dilek@tontini
..
..
Devamı Buradan ...>>

20 Eylül 2011 Salı

KÜLÜNG SESLERİ

"Herşeyin bir zamanı vardır" derler... Derler de; Ben de "bu söz ancak, güneş batıdan doğmadıkça." geçerlidir derim.Bir de derler ki: "her ses kayıtlıdır evrende."

Zamanın katmanları eğer varsa ve üst üste, iç içe birikip sıkışmışsa birbiri arasına; dinlemek gereklidir kulaklarını dayayıp zamana... Kapı aralamalıdır dumanı tüten hiçliğe ve yokluğa ... Şahinkaya'da belgelidir Ferhat'ın, tam tepesine attığı zamanki külüngün vınlayan sesi. Lanetler okunmuştur asırlarca; "Ne vurursun kayalara böyle hırsla, Şirin'in öldü, bak sana helvasını getirdim" diyen cadıya. "Şirin'in öldü" diyene inattır FERHAT'ın başını tutuşu, işte o katil külüngün altına.FERHAT bu: tepeleri aşamasa da, deldi dağları, suyu akıttı ya Amasya şehrine, ŞİRİN'in aşkı uğruna...Kulak vermek gerek aşkın çağıltısına adı geçen o dağlarda.Hangi dağı deldi, attığı hangi külüngdü


bunlar herbiri ise bir simge anlayana...

Sert, kesik kesik bir ses var şuan kulaklarımda. AHh!..Herhalde taşı taşla yontuyorlar taaa o eski çağlarda. Çamurdan iki saplı testi yapıyor diğerleri ırmak başlarında. Taş balta bir mağara adamının avucunda ansızın saplıyor onu dinazorun karnına. Görseniz siz de gülersiniz, o sevinçten çıldırmış ilkel adama. Şövalyeler zırhlarını kuşanmışlar at üstünde, kılıç seslerinden yer gök inliyor üstüne üstlük aynı zaman ve aynı sırada.Bombaların biri düşüp biri kalkıyor o sıra, aynı mekana aynı yere...Bu nasıl bir hengâme? Biri hititçe sesleniyor, diğeri sanskritçe, ibranice bir nida duyuyorsun, arabın biri maval okuyor o sıra,nal seslerine kudüm bendir zil ve lir sesleri dolanıyor, haykırıyor Ferhat ve Şirin türkçe, grekçe, rumca...
Acının lisanı tek; Nemrut'un gökyüzüne attığı o melûn okla diller değişse de... Bu nasıl bir arbede?? Fırtına alıyor yerden aldıklarını koyuyor evirip çevirip başka bir köşeye...Şimdi buradayken: rüzgarın ritminde gidiyor gözün gördükleri, başka bir köşeye...Pervazlar ıslık çalıyor, yer yarılıyor, bir uğultu bir gürleme tüm zamanlar bu zamanda çiçeğe durmuş kaktüs gibi varoluyor işte.

Ah nakkaş Ferhat, bak Şirin'in de can verdi duyduğu haberle...
Onlar can verse de kıskanç bir kara gönüllü uğruna, ırmaklar çağıldadıkça AŞK için serden ve benlikten geçenlerin efsaneleri duyulacak hep zamanda. Batıda Kırklar dağı, Ferhat dağı doğuda ; Yeşilırmak,ikisinin arasında süzülür yeşil yeşil,akar gider Amasya'nın Yamaçlarında...Ferhat'la Şirin olmasa da, yine akacak ırmaklar şehirlerin tam orta yercağızında, binlerce birbirini seven genç-yaşlı varoldukça...

Resim:Victor Bregeda

Devamı Buradan ...>>

25 Ağustos 2011 Perşembe

KİLİMCİ=VAN-5


İçimizden kaç kişi: üzerine bastığı, terliğinin ucuyla püsküllerine takılıp düşmekten son anda kurtulduğu, halı ve kilimlerin üzerine nakşedilmiş desen ve şekillerin ayırdına varmıştır? Hele bu üzerinde yürünen, zaman zaman duvarlara asılan kilim ve halılar örtü ve döşekler el emeği-göz nuruyla yapıldıysa? Farkedilmediğinde dokuyanın yüreği sızlamaz mı ki? Evrene ve evlerimize gönderilen imzasız mesajlar gibidir bu tür desenlerle dokunmuş halı ve kilimler bence.
Bereketi temsilen: buğday başakları,

Ölümden sonra yaşama inananın dokuduğu: hayat ağaçları,
İlahi mesaj ve uzun yaşama işaret eden: çeşitli kuş motifleri,
Bolluk ve üretkenlik için: pıtrak ve Hz.süleyman'ın yıldızı,
Dokuyanın ümitlerini yansıtan: sandık,haçlar, çengeller,
Güç ve kudreti temsilen:aslan gibi ayakları yılan gibi kuyruğu olan
ejderhalar,kartallar
Kem bakışlara karşı: göz motifi,
Evlenme arzusu için: tarak ve saç bağı.
Zehirden korunmak için:akrepler.
Ölümsüzlüğe kavuşacağına inananın: Saçından bir tutamı dokumaya katması. Kaynanasının acımasızlığına karşı; susan gelinin eli-belinde motifini dokuması.

Ve bunların yanısıra bizim anlamadığımız binlerce simge ve mesaj, halı ve kilimler yaratıldığından bu yana anlaşılmayı bekliyor (mağara resimleri gibi) değil mi?
Bu halı ve kilimlerdeki mesajları ben de farketmezdim geçmiş zamanlarda..Taa ki emekli olduktan sonra çalıştığımız anadolu hayat-sigorta acentasının iş için bizleri gönderdiği VAN seyehatinde profesyonel kilimcinin anlatımıyla efsunlanmamıza kadar... Adamcağız öyle anlatıyordu ki, sanırsınız heyecanlı bir dizi film izliyorsunuz. Bir köşesinden tuttuğu kilimi şöyle havada bir 360 derece çevirip indiriveriyordu ayaklarımızın dibine. "-Ah bir bilseniz bunu dokuyan kızın hikayesini lâl olurdu dilleriniz! buna paha biçemem derdiniz" diyordu. O gün muhteşem kilimci önümüze ne serdiyse hepsini aldık, parasının bir kısmını ödedik. "Adresimizi bilâhare size bildiririz" dedik,(dükkan arayıp bulacağız ya!) Oradan Konya'ya uğrayıp suzanneler, örtüler, elişleri, kanaviçe örtülerle dükkan çeyizimizi çoğaltıp Mevlana'nın ve Şems'in kutsal eteğinden İzmir'imize doğru hareket ettik. Sonrasında Kardeşim Tutsak ve sufi Cemle hiç gecikmeden İzmir/Kemeraltında kilimci dükkanımızı açtık. Adını da MİRAÇ koyduk büyük bir hevesle, miraca çıkacaktık dünya malı ve kazancıyla. Bakar körlerden (çoğu bakar ama görmez) olduğumuzu çok şükür 5 ay içinde anladık. Her kilimin bir hikayesi olduğunu bilmiyorduk ama, yazabiliriz sanıyorduk. Kilimleri havada çeviremiyorduk ama müşteri bizde beğeniyor aynı kilimi gidip karşı kilimciden alıyordu ya! Hem de bizim satış fiyatımızın iki katına...Aldık takkemizi önümüze, dükkan kirasından daha çok çay parası ödediğimiz otantik dükkanımızı gecikmeden kapattık. Yani Ticaret: her yiğidin yapabileceği bir şey değilmiş meğerse. Böylece anlamış olduk...

http://www.blogger.com/img/blank.gifrüyalarımın götürdüğüyer- VAN
http://www.blogger.com/img/blank.gifVAN-2
http://www.blogger.com/img/blank.gifVAN-3
http://www.blogger.com/img/blank.gifVAN-4
"İzler ve yansımalar" sevgili Esin yazarım dediğim "akdamar adası"ile ilgili yazmış zaten http://www.blogger.com/img/blank.gifburadan okuyabilirsiniz.
Hepinize sevgilerimle.








Devamı Buradan ...>>

17 Ağustos 2011 Çarşamba

ARŞİVCİ AKIL

Akıl: inançsızlık ve kuşkuyu tetikler. Ensemize yerleşmiş bir çift göz gibi eski başarısızlıklarımıza ve eskimiş yenilgilerimize bakar durur. Eski kütüphanenin tozlu raflarına dizilmiş fikrin: mürür-u zamana uğradığı, eski sınanmış duyguların yazılı olduğu sararmış sayfalara sahip kitapçıkların bekçisidir zat-ı Alileri. Çoğu çürümüştür kitaplarında yazılı bilgiler ve canlı-canlı utanmadan zamane yüreğine hükmetmeye kalkarlar. Böylece tozlu siyah kollukları olan, burnunun üstüne inmiş gözlüğünü elinin tersiyle bilmiş bilmiş itekleyen, arşivci Hüsamettin Efendi gibidir kendileri...Akılla; hayâl, yüce duygular,aşk, şefkat ve yaratıcılığın barındığı Yürek, başlar çatışmaya. Yürek alıp başını gitmek, akılsa onu durdurmak ister türlü bahanelerle. İkisinin çelişkisinin tam ortasında görünür görünmez yanıyla RUH kaldırır pankartını: "bu iş buraya kadar" der.Yeşil ışığını yakar yüreğe. Der; "bakma geriye.Aşkın uğruna kendini yakmak ve yıkmaktan yana tutum sergile. Aklın; hep fayda ve mantıkla yürümen önerisine kulak asma. Cebrail bile kanatlarını yakmadan girememişken o kapıdan içeriye, sendeki bu tereddüt niye? AŞK Akıl işi değil tamam, ama yürek işi değil de ne?
Aklını koy bir yere, KOŞ Aşkın menzilindeki o kutsal yere."
Ben demedim, ruh söyledi bu sözleri, hepinize sevgilerimle.

Resimler:
Maurizio Moro
Frederick dunn
Devamı Buradan ...>>

10 Ağustos 2011 Çarşamba

BU BİR YAZGIDIR BANA GÖRE

Evvel ALLAH:
Hani her konuda bahane bulmakta üstümüze yoktur ya; insanın başına birşey geldiğinde bintürlü sebep ve bin türlü sonuç bulmak konusunda... Çerçevelemeyi unuttuğumuz uzmanlık diplomalarımız kapı gibi durur mutlaka gizli ahit sandıklarımızda. Böyle bir konunun zuhurunda şıp diye biliveririz o elim vakanın neden başımıza geldiğini de, hemen o anda inemeyiz olayın esas ve ANA platformuna...

"-Ya kardeşim, içmeseydin bukadar sigarayı gelmezdi bunlar başına!"
"-İşte o gün gitmeseydin Züleyha'lara; yakalanmazdın bu meşum hastalığa!"
"-Etmeseydin kendini köle ona buna; bu beden iflas etmezdi sana böyle inadına!"
"-Dinleseydin hele sözümüzü ama, vah vah geç kaldın artık BOR'un pazarına!"
"Atalarımdam mirastır bu hastalık bana" diye diyemezsiniz kimselere.Ne diyeyim? BU BİR YAZGIdır oysa.

Toprağın nimetlerinden alabildiğine ve bilerek faydalandığım; kaç zaman oldu?
Eskiden de aynı besinleri yer-içer mideme gönderirdim de; "buramı okşa da git, şuramı tedavi etmeyi unutma" falan demezdim onlara. Bana ne olduysa hep bu (malûm hastalık)dan sonra oldu.Her telefon çaldığında telefonun öbür ucundaki dosttan (Allah onlardan razı olsun) yemem içmemle ilgili bir öneri: telleri aşıp kulağıma geliyor ve içime çöreklenip oturuyordu bıyıklarını muzip bir şekilde bura-bura... Dünyanın en doğusunun güneşli toprağında binbir güçlükle yetişen noni-sinden tutun da en batının batısının çöllerinde yetişen nadir bitkinin (Aloe vera) özsuyuna,
İsviçre Alplerindeki suyun, diğer suların hafızasını değiştiren GRANDER kalemine, Gürcistan dağlarının doruklarında yetişen akçaağacın filizlerinden elde edilen arı suya, 20 adet şamfıstığı, 3 tane Medine hurması, 2 çorba kaşığı kurt üzümü, çiğ patates suyuna neredeyse ekmek banmama kadar ayrıntılı bilgilerle donanmış alternatif tıp ürünlerini; kargo şirketi her allahın günü bana taşımaktan bıkmıyor usanmıyordu artık doğrusu. Bunların yanısıra efsunlu taşlardan kolyeler ve mıknatıslı bilekliklere, NİKKEN yorgan-döşeklere, yüzükler ve üstümde taşımam gereken türlü çeşit totemlere kadar daha neleeer neler gelmedi ki? Bu arada benim satın aldıklarımdan da hiç söz açmayayım! bir ara baktım ki zavallı boynum taşıyamıyor tek tek azad ettim simgelerimi. "Azad ettim" deyince,yokettiğimi sanmayın sakın, yine de başucumda bekletiyorum onları.
ARISU: Mucize iksir tüm ağrılarımın yokedilmesi ve ölü hücrelerimin yeniden dirilmesinde.Teşekkürler MAYA'ya.
NİKKEN döşek yorgan: huzurlu uykunun koynunda rüyalardan rüyalara geçişimde...Teşekkürler ÖZGÜR ve MURAT'a.
Patates suyu: mide ağrılarımın kökünden yokolmasında: Teşekkürler Sufi-CEM'e.
Sevim'den gelen GRANDER kalem: sağlıklı su içmemde yararlı olmadı dersem yalan olur vallaha!Binlerce kez teşekkürler beni düşünen ve dualarını esirgemeyen diğer tüm dostlara. Eminim Tanrı'nın sözü ve tanrı'nın önerisiydi onların dilinden dökülen.
Herbirinizi kucaklayacağım inşaallah kemoterapi günlerim hayırlısıyla son bulduğunda.Hak hizmetlerinizi kabul ede.
Sevgilerimle.

Devamı Buradan ...>>

5 Ağustos 2011 Cuma

TEMBELLİK OBLOMOVLUK MİSKİNLİK

GOGOL'ün: "yüzyıllar yüzyılları izliyor, yarım milyon tembel mıymıntı insan büyük bir uyuşukluk içinde pinekleyip duruyor." dediği gibi, bu asırda da -milyonlarca insan- çeşitli nedenlerle tembelliğin yamacında pinekleyip duruyor.

"Bir lokma, bir hırka"sözü gereği, Leman'daki bezgin Bekir gibi , kualaların ve kedilerin davranış biçimini benimsemiş bizler, tembelliğimizin irademize;
"-Sen zaten hastasın kendine eziyet çektirme, salla gitsin!"
"-Aman sende, bugüne kadar icraatlara isyan ettin de ne oldu? Otur oturduğun yerde nasılsa senin dediğin olmuyor, bir yapan eden var!"
"-Çalıştın paralandın da ne oldu? Sana madalya mı taktılar? Ağırdan satmak kendini, herşeyi beceriyor olmaktan iyidir!"kışkırtmalarına kulak vererek tembelliğin bize haz şeklinde verdiği rüşvetlerle el altından heybelerimizi doldurup bahanelerimizin gölgesinde uykulara yatmaktan da geri kalmıyoruz doğrusu...
Geçmişe dönüp bir bakmak gerek tüm buluşlar kimlerin yüzüsuyu hürmetine icadedildi? HıI?


Tekerleğin icadı: mağaradan tarlaya gitmeye üşenen tembel...
Kıyma makinası: eti kesmekten üşenen kasap...
Asansör: merdiven çıkmaktan sıkılan insancık...
Uzaktan kumandalar:yerinden kalkmak istemeyen tembel...
Çocuk bezi:Bez yıkamaktan sıkılan tembel bir anne için icad edilmedi mi? laf aramızda benim zamanımda böyle hazır bezler ve ıslak mendiller olsaydı belki 10 tane daha doğururdum doğrusu...Bu OBLOMOVLUK, tembellik, ve miskinlik konusunda bilindik bir hikaye vardır bilirsiniz.Çünkü bu davranışsızlıklar, hastalık gibi algılanmaktaymış o zamanlar:

İşte o zamanların birinde; bir kral ülkesindeki tembelleri toplatıp sarayında bir koğuşta beslemeye başlamış.. Bunu duyan diğer insanlar ekmek elden su gölden diyerek onlar da saraya gelip bu koğuşta yaşamaya başlamışlar, lakin öyle kalabalıklaşmışlar ki kral şüphe duymuş ve vezirine emir vermiş "gerçek (tembellerle)miskinlerle, sahte miskinleri ayırt etmek için koğuşta yangın çıkart" demiş. Vezir padişahın emrini yerine getirdiğinde görülmüş ki tüm herkes kaçışırken 3 kişi kalmış koğuşta 3 gerçek tembel yani miskin!
Biri ateşe yakın olana sigarasını uzatıp;
"-Aha şu sigaramı yanındaki ateşle yakarmısın?" demiş.
Bu 3 kişiden birisinin de kıçı, ateşten ısınan taşın üstünde fena halde yanmış ve azcık hareket edip uzaklaşmış ve diğer arkadaşına dönerek:
"-İnsan oğlu kuş misali dün nerdeydim bu gün neredeyim?" diye hayıflanmış...
Ben de:sıcaklardan mı yoksa hastalıklardan mı bilmem?
"Dün neredeydikkkkk? bugün neredeyiz BİZ de?..." diyor ve çalışkanlara da tembellere de sevgilerimi gönderiyorum. Tontini.

Devamı Buradan ...>>

28 Temmuz 2011 Perşembe

GÜVEN ÇOK İNCE BİR ÇİZGİ
















Belki de bu hikayeyi bilmeyeniniz yoktur. Doğrusu ben bilmiyordum.. Bildiğim ve yarım asırcık ömrümde milyon kez titizlikle üstünde durup deneyimlediğim konulardan biriydi "GÜVEN" aslında. Verilmiş bir sözüm varsa, söz verdiğim kişinin bana güvenini yıkmamak için (iki elim kanda bile olsa) sözümü gerçekleştirmem gerekirmiş gibi bir hayat tarzı ve kuralı yani. Bu titizliğimizin sonucunda; Evrene ne veriyorsak aynını evrenden beklemek gibi bir şartlanmışlığımızı da gözardı etmemek gerek. İşte tam burada hep yanıldık bunca yıl, ta ki evren avucumuzda hardal tanesi kadar olana dek. Şimdi mesajlarımız değişti: "Asla aldatmadığımız kişi hep bizim güvenimizi sarsıyor, hep aldatılıyoruz" sözüyle; "Evren biz ne istersek onu bize sunuyor, karşımıza hep güveneceğimiz kişiler çıkıyor"sözünü takas ettik. Ne büyük benlik değil mi? Evrenin avucumuzda hardal tanesi kadar olduğunu iddia etmek. Hayır! bunu ben demiyorum: biz demeden bizim dilimizden söyleyen diyor.Hani "pozitif düşün pozitif olsun" sözü gibi birşey bu da. Bir ara "sefana da cefana da eyvallah "demiştim ya; yaşadım ve gördüm ki cefalar bizden de sefaların tümü onun eseri, hakettiğimiz sürece...Masal gibi hikayemiz de şöyle:

İngiltere'de yargıçların maaşı yokmuş. Onun yerine ihtiyaçları oldukça kullandıkları kredisi sınırsız çek defterleri varmış.
İngiliz devleti hakimlerine o kadar güveniyormuş yani...
Birgün hakimin biri bir bankaya gidip 1.000.000 poundluk bir çek bozdurmak istediğini söylemiş. Tabii ortalık birbirine girmiş. Banka yöneticileri en üst makamdan onay almadan bu kadar parayı veremeyeceklerini söyleyip hemen Içişleri Bakanlığı, Adalet Bakanlığı,Başbakanlığa filan telefon etmişler. Ancak aradıkları her yerden gelen cevap aynıymış: ÖDEYIN!

Gel gelelim bankada o kadar nakit yokmuş. Hakimden ertesi gün gelmesi rica edilmiş. Ertesi gün para bir bavul içinde hazırmış. Aradan birkaç gün geçmiş. Hakim çıkagelmiş. Parayı bankaya geri vermek istiyormuş. Banka yönetimi şaşırıp kalmış. Hemen Adalet Bakanlığı'nı aramışlar. Derhal bakanlık müfettişleri devreye girmiş ve hakime hareketinin sebebini sormuşlar. Hakim: "Kraliçenin hükümeti bize gerçekten bu kadar güveniyor mu? Onu sınadım" cevabını vermiş. Raporlar bakanlığa iletilmiş ve aynı gün hakim azledilmiş..
Adalet bakanlığı hakime gönderdiği yazıda gerekçeyi şöyle açıklamış: "Kraliçe hükümetinin saygın bir hakimi, devletine güvenmiyor ve onu sınıyorsa, devlet ona asla güvenmez."
- "Güven" çok ince bir çizgi. Biz evrene güvendikçe evren de bizim kırılmamızı önleyici eylemleriyle cevap veriyor. Güvenmediğimizde ise başımıza istemediğimiz herşey geliyor zannımca. Ya sizce??????

Resim:Victor Bregeda

Devamı Buradan ...>>

8 Temmuz 2011 Cuma

SAYIKLAMALARIM



















İnsanın bedenindeki ATEŞ: olması gerekenin üstüne çıktı mı; sayıklamalar başlar ya; işte tam o zamanlarımda dayanılmaz ağrıların kucağındayken defterim ve kalemim yine yanıbaşımdaydı.Sıyrılır çıkarım belki bu bedenden sevgiliye kavuşurum umudundaydım belki de. Bende bir naz bir niyaz sayıklayıp durmuştum o demlerde. Ondan onaydı oysa bu işve ve nazlarım,yine de ben yazdım sanıyordum o zaman. İşte O sayıklamalarım, sizlerle paylaşayım dedim:

Hastalık, dert sıkıntı gelmezki senden
Ben diledim girdim zulmet kapısından
Bin kere tövbe etsem de yaşlı gözilen
Olamadım dile hakim affet beni sultan.

****
Çakılları taşları toplasam eteklerimden
Cevahirlerini dökermisin o bal dilinden
Sensin sultan şüphe yok menendinden
Affet günahımı çekiyorum bu dilden.
****
Ne çok günah işledim derbeder oldum.
Hak yolunda binkez tevbedar oldum
Hep sanardım kusursuz ve doğruyum
Hak katında acep makbul kul muydum?
****
Yüzbin kere büksem bu iplikleri
Çözsem yüzbin kere örgüleri
Örsem çözsem saymasam ilmekleri
Yine de delemem ki bu karanlıkları.
****
Sen açmazsan tan-tanları
Geçemez bu yolcu geçitleri
Sen açmazsan kapıları
Vursam ne fayda tokmakları.
Sensin evvel ve bu ahir
Sensin batın ve bu zahir
Sensin tendeki güzel ruh
Sensin gözlerde yanan nur.
Sultansın tahtta oturan
Sen varsın gayrısı yalan
And içip bozsam bu yemini
Affedip açarmısın yine koynunu?
****
Senin elindeki bir parmak olsam
Parmağındaki bir tırnak
Hep seninle olduğumu bilsem de
Böyle ahlanıp hasretini çekmesem.
Gözündeki bir kirpik olsam
Her göz kırpışında titresem.
Her gözünü alemlere açtığında
Sen dünyayı, ben hep seni görsem.
Elini getirsen zaman zaman
O güzel Gözlerini kaşısan
Sen mutlu, ben mutlu yaşardık biz inan.
****
"Döşündeki çiçek olsam" demedim ki sana
Çiçek solar düşer birgün yere diye.
Başındaki tacın olmak istemedim
Taç çıkar başından ayrı kalırım diye.
Kulağındaki küpe, sırtındaki mintan
Kapındaki eşik bile senden ıraktı DİLEK'e
Okunu atıp böğrünü deldiğin ceylan
Gözeden elinle içtiğin su olmak istedim
Kavuşurum sandım sana, o zaman diye.

Hepinize sevgilerimle.

Resim:Katerina Lomonosov

Devamı Buradan ...>>