AYAĞINI YERE VURAN KELEBEK - SUFİ SAJA

.

"Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur."Kemal ATATÜRK .

26 Temmuz 2008 Cumartesi

AYAĞINI YERE VURAN KELEBEK


"Bu hikâye, bir tanem, yeni ve harika bir hikâye diğer hikâyelerden oldukça farklı bir hikâye. Davut oğlu Bilge ve Yüce Kral Süleyman Bin Davut ile ilgili bir hikâye.

Süleyman Bin Davut ile ilgili üç yüz elli beş tane hikâye var ama bu onlardan biri değil. Bu hikâye suyu bulan kızkuşunun hikâyesi de değil, Süleyman bin Davut'u sıcaktan koruyan çavuşkuşunun hikâyesi de değil. Bu, camdan kaldırımın hikâyesi de değil, delikli yakutun hikâyesi de değil, ya da Belkıs'ın altın külçelerinin hikâyesi de değil. Bu, ayağını yere vuran kelebeğin hikâyesi. Şimdi dikkat et ve dinle!

"Süleyman Bin Davut bilgeymiş. Hayvanların ne dediğini anlarmış, kuşların ne dediğini anlarmış, balıkların ne dediğini anlarmış, böceklerin ne dediğini bile anlarmış. Yeraltındaki kayalar biri birlerine doğru eğilip uğuldadıklarında onların neler söylediğini anlarmış, sabah rüzgârında hışırdayan ağaçların neler dediğini anlarmış. Koltukta oturan piskopostan duvardaki yosuna kadar herkesin neler dediğini anlarmış. Belkıs, Süleyman'ın Baş Kraliçesi, Güzeller Güzeli Belkıs da neredeyse onun kadar bilgeymiş.
Süleyman bin Davut güçlüymüş. Sağ elinin üçüncü parmağında bir yüzük varmış. Yüzüğü bir kere çevirdiğinde, yeraltından cinler ve ifritler çıkar gelir, o ne derse yaparlarmış. Yüzüğü iki kere çevirdiğinde, gökyüzünden periler iner, o ne isterse onu yaparlarmış, yüzüğü üç kere çevirdiğinde de büyük melek Kılıçlı Azrail gelip, ona üç dünyadan haberler getirirmiş,..

Yukarıdan, Aşağıdan ve Buradan.

Ama Süleyman Bin Davut kibirli değilmiş. Gösteriş yaptığı çok az görülürmüş ve yaptıktan sonra da hemen pişman olurmuş. Bir keresinde, dünyadaki tüm hayvanları bir gün içinde doyuracak bir şölen vermeye karar vermiş, ama tüm yiyecekler hazır olduğu sırada denizin derinliklerinden gelen bir hayvan hepsini üç lokmada yemiş bitirmiş. Süleyman Bin Davut çok şaşırmış, "Ey Yaratık, sen kimsin?" diye seslenmiş dev hayvana. Ve Yaratık da cevap vermiş, "Ey Kral, sonsuza kadar yaşa! Ben otuz bin kardeşin en küçüğüyüm, evimiz denizin dibindedir. Dünyadaki tüm hayvanları besleyeceğini duyduk ve kardeşlerim yemeğin ne zaman hazır olacağını sormam için beni gönderdiler." Süleyman Bin Davut çok daha fazla şaşırmış, demiş ki, "Ey Yaratık, sen zaten tüm hayvanlar için hazırladığım yemeği yedin bitirdin." Ve Yaratık cevap vermiş, "Ey Kral, sonsuza kadar yaşa, ama sen buna yemek mi diyorsun? Benim geldiğim yerde biz iki öğün arasında bunun iki katı kadar yeriz." O zaman Süleyman Bin Davut yüzüstü yere kapanarak demiş ki, "Ey Yaratık! Ben bu şöleni hayvanlara yararım dokunsun diye değil, ne kadar zengin ve büyük bir kral olduğumu göstermek için vermiştim. Şimdi kendimden çok utanıyorum ama bunu hak etmişim." Süleyman Bin Davut gerçekten de çok ama çok bilge bir adammış, bir tanem. O günden sonra gösteriş yapmanın ne kadar aptalca bir şey olduğunu hiç aklından çıkarmamış. Şimdi asıl hikâyemiz başlıyor. Süleyman Bin Davut'un bir sürü karısı varmış. Güzeller Güzeli Belkıs haricinde dokuz yüz doksan dokuz tane. Hepsi bir arada fıskiyelerle süslü cennet gibi bir bahçenin ortasındaki altından yapılma bir sarayda yaşarlarmış. Süleyman Bin Davut aslında o kadar çok sayıda kadınla evlenmek istememiş ama o zamanlar erkeklerin pek çok karısı olurmuş ve kral da kral olduğunu göstermek için herkesten daha fazla sayıda kadınla evlenmek zorundaymış.
Süleyman'ın eşlerinden bazıları iyi ve sevimliymiş, ama bazıları gerçekten de kötü kalpliymiş ve kötü kalpli olanlar sevimli olanlarla sürekli kavgaya tutuşup zamanla onları da kendileri gibi kötü yapmışlar, sonra hep birlikte Süleyman Bin Davut'la tartışmaya başlamışlar, bu da onun canını çok sıkmış. Ama Güzeller Güzeli Belkıs Süleyman Bin Davut'la hiç tartışmamış. Çünkü onu çok seviyormuş. Belkıs, Altın Saray'daki odasında oturur, Saray Bahçesi'nde dolaşır ve Süleyman Bin Davut'un haline çok üzülürmüş.

Tabii ki kral parmağındaki yüzüğü çevirip cinleri ve ifritleri çağırabilir, bütün karılarını büyü ile beyaz çöl katırlarına, ya da tazılara, ya da nar tanelerine dönüştürebilirmiş ama bunun gösteriş yapmak olacağını düşünüyormuş. O yüzden, karıları çok fazla tartışmaya başladıkları zaman Saray Bahçesi'nin uzak bir köşesinde tek başına dolaşıp üzüntüden hiç doğmamış olmayı dilemekle yetmiyormuş.
Bir gün, üç hafta boyunca dokuz yüz doksan dokuz karısıyla birden kavga edip tartıştıktan sonra Süleyman Bin Davut biraz sessizlik ve huzur bulmak için bahçeye çıkmış ve portakal ağaçlarının arasında dolaşırken Güzeller Güzeli Belkıs ile karşılaşmış. Belkıs, Süleyman Bin Davut'u düşünceli gördüğü için çok üzgünmüş, ona demiş ki, "Ey Efendim ve gözlerimin ışığı, parmağındaki yüzüğü çevir ve bu Mısır, Mezopotamya, İran ve Çin kraliçelerine nasıl yüce ve korkunç bir kral olduğunu göster." Süleyman Bin Davut başını iki yana sallayıp cevap vermiş, "Ey Hanımım ve yaşama sevincim, denizin dibinden gelip gösteriş yaptığım için beni dünyadaki tüm hayvanların önünde rezil eden yaratığı hatırla. Şimdi, eğer bu İran, Mısır, Habeş ve Çin kraliçeleri beni üzdükleri için gösteriş yaparsam, daha öncekinden çok daha utanç verici bir duruma düşebilirim."
O zaman Güzeller Güzeli Belkıs sormuş,
"Ey Efendim ve ruhumun hazinesi, şimdi ne yapacaksın?" Süleyman Bin Davut yanıt vermiş, "Ey Hanımım ve kalbimin mutluluğu, kaderime razı olup bu dokuz yüz doksan dokuz kraliçenin tartışmaları ve kavgalarıyla sürekli canımı sıkmalarına katlanmaya devam edeceğim."
Böyle söyledikten sonra zambaklar, papatyalar, güller ve mis kokulu zencefiller arasında dolaşmaya devam etmiş, ta ki büyük Süleyman Bin Davut'un Ulu Kâfur Ağacı denilen kâfur ağacının yanına gelene kadar. Ama Belkıs da gerçek aşkının yanında olmak istediği için uzun irisler, benekli bambular ve kırmızı zambakların arasında saklanıp onu izlemiş. O sırada iki kelebek ağacın altında tartışıyorlarmış. Süleyman bin Davut bir kelebeğin diğerine şöyle dediğini duymuş,
"Benimle nasıl böyle kibirli konuşuyorsun hayret ediyorum. Ayağımı yere bir kere vursam Süleyman Bin Davut'un sarayının ve bahçesinin anında korkunç bir gürültüyle ortadan kaybolacağını bilmiyor musun?"
O zaman Süleyman Bin Davut dokuz yüz doksan dokuz karısını unutmuş ve kâfur ağacı sarsılana kadar Kelebeğin kendisiyle övünmesine gülmüş, gülmüş. Sonra bir parmağını uzatıp Kelebeğe seslenmiş,
"Küçük adam, buraya gel."
Kelebeğin korkudan ödü kopmuş ama Süleyman Bin Davut'un eline kadar uçup parmağına asılıp kalmış, bir yandan da kanatlarıyla kendini yelpazeliyormuş. Süleyman Bin Davut başını eğip yavaşça fısıldamış, "Küçük adam, ayağını yere vurmanın bir otu bile kımıldatmayacağını biliyorsun. Karına ki karın olduğu belli neden o palavrayı attın?"
Kelebek Süleyman Bin Davut'a bakmış ve Bilge Kralın gözlerinin ayazlı bir gecede gökyüzünde parlayan yıldızlar gibi ışıldadığını görmüş, iki kanadıyla cesaret toplayıp başını bir yana eğip şöyle yanıt vermiş,
"Sonsuza kadar yaşa, ey kral. Evet, o benim karım, eşlerin nasıl olduğunu bilirsin."
Süleyman Bin Davut sakalının arkasından gülümsemiş ve demiş ki,
"Evet çok iyi bilirim küçük kardeş."
"Onları kontrol altında tutmak gerekir" demiş Kelebek
"ve benim eşim sabahtan beri benimle tartışıyor. O söylediğimi biraz sessiz olsun diye söyledim."
Süleyman Bin Davut cevap vermiş,
"Umarım öyle olur. Haydi eşinin yanına dön, küçük kardeş ve benim duyabileceğim gibi konuş."
Kelebek bir yaprağın arkasında saklanan eşinin yanına uçmuş, eşi hemen atılmış,
"Seni duydu! Süleyman Bin Davut ne söylediğini duydu!"
"Duymak mı!" demiş Kelebek. "Tabii ki duydu. Zaten duysun istemiştim."
"Ne dedi sana? Ay, ne dedi söylesene?"
"Şey" demiş Kelebek ciddi ciddi yelpazelenerek,
"ikimiz arasında kalsın şekerim onu suçlamıyorum, çünkü sarayı için gerçekten de çok para harcamış olmalı, portakallar da yeni büyümeye başladı, ayağımı yere vurmamamı istedi benden, ben de vurmayacağıma söz verdim."
"Gerçekten mi?"
demiş karısı ve sessizliğe bürünmüş, ama Süleyman Bin Davut gözlerinden yaşlar gelene kadar küçük kötü Kelebeğin kendiyle övünmesine gülmüş.
Kraliçe Belkıs ağacın arkasındaki kırmızı zambakların arasında saklandığı yerden ayağa kalkıp kendi kendine gülümsemiş, çünkü bütün konuşulanları o da duymuş. Şöyle düşünmüş,
"Akıllıca davranırsam Efendimi bu kavgacı kraliçelerin zulmünden kurtarabilirim." Böylece bir parmağını havaya kaldırıp Kelebeğin karısına yavaşça fısıldamış,
"Küçük hanım, buraya gel." Kelebeğin karısı çok korkmuş ama uçup gelmiş, Belkıs'ın parmağına yerleşmiş.
Belkıs güzel başını ona doğru eğip fısıldamış,
"Küçük hanım, kocanın sana biraz önce söylediklerine inanıyor musun?"
Kelebeğin karısı Belkıs'a bakmış, Güzeller Güzeli Kraliçe'nin gözlerinin, üzerine yıldızların ışığının düştüğü derin sular gibi parıldadığını görmüş, iki kanadıyla tüm cesaretini toplayıp şöyle yanıt vermiş,
"Sonsuza kadar güzel kal, Kraliçem. Erkeklerin nasıl olduklarını bilirsin."
O zaman Kraliçe Belkıs gülümsemesini gizlemek için eliyle dudaklarını saklayıp demiş ki, "Küçük kız kardeş, çok iyi bilirim."
"Çok çabuk sinirlenirler" demiş Kelebeğin karısı hızla yelpazelenerek, "hem de hiç sebep yokken, ama biz onları idare etmeliyiz, Ey Kraliçe. Söylediklerinin çoğunda aslında ciddi bile değillerdir. Eğer kocam, Süleyman Bin Davut'un sarayını ayağının bir vuruşuyla yıkabileceğine inanmamla mutlu olacaksa, ne fark eder ki? Yarın söylediklerinin hepsini unutur nasıl olsa."
"Küçük kız kardeş" demiş Belkıs. "Çok haklısın, ama bir daha övündüğünde, tehdidini yerine getirmesini söyle ona. Ayağını yere vursun ve neler olacağını gör. Erkeklerin nasıl olduklarını biliriz, değil mi? Çok utanacaktır."
Kelebeğin karısı kocasına doğru uçmuş ve beş dakika içinde her zamankinden daha şiddetli bir tartışmaya tutuşmuşlar.
"Unutma/" demiş Kelebek. "Ayağımı yere bir vurursam neler olacağını unutma!"
"Söylediğine zerre kadar inanmıyorum" demiş karısı, "Nasıl yapacağını görmek isterdim. Haydi, şimdi vur ayağını yere."
"Süleyman Bin Davut'a söz verdim" demiş Kelebek. "Sözümde durmak zorundayım."
"Durmasan ne fark eder?" demiş karısı. "Ayağını yere vursan bir otu bile eğemezsin ki. Haydi, yap da görelim. Vur! Vur! Vur!"
Kâfur ağacının dibinde oturan Süleyman Bin Davut bu konuşmanın her kelimesini duymuş ve daha önce hayatında hiç gülmediği kadar gülmüş. Kraliçeleri unutmuş, denizin dibinden gelen dev yaratığı unutmuş, gösteriş yapmakla ilgili düşüncelerini unutmuş. Neşeyle gülüyormuş, ağacın diğer tarafında saklanan Belkıs da gerçek aşkını bu kadar neşeli gördüğü için gülümsüyormuş.
Sonra korkunç bir gürültü duyulmuş, çünkü dokuz yüz doksan dokuz kraliçe de saraydan fırlayıp çığlıklar atıp bağırarak ve bebeklerine seslenerek sağa sola koşmaya başlamışlar. Sarayın büyük mermer merdivenlerinden inip yüz tanesi önde koşmaya devam etmişler, Bilge Belkıs onları yarı yolda karşılayıp sormuş,
"Derdiniz nedir, kraliçeler?"
Kraliçeler, yüz tanesi önde, mermer merdivenlere dizilip bağırmaya başlamışlar, "Derdimiz nedir mi dedin? Her zaman olduğu gibi huzur içinde altından sarayımızda yaşayıp giderken ansızın saray kayboluverdi, kendimizi gürültülü bir karanlıkta bulduk, fırtınalar kopuyordu, karanlıkta cinler ve ifritler vardı! Derdimiz bu işte, ey Baş Kraliçe, bu dert bizi çok dertlendirdi çünkü çok dertlendirici bir dertti, daha önce hiç böyle dertlenmemiştik!"

O zaman, Güzeller Güzeli Kraliçe Belkıs, Süleyman bin Davut’un bir tanesi, Saba, Sabie ve Güney'in Altın Nehir'lerinin Zinn Çölü'nden Zimbabve Kuleleri'ne kadar Kraliçesi, neredeyse Süleyman bin Davut kadar bilge olan Belkıs demiş ki,
"Bir şey yok, kraliçeler! Bir kelebek kendisiyle sürekli tartışan karısını şikâyet etti ve Efendimiz Süleyman bin Davut ona sesini yükseltmemek ve alçak gönüllü olmak konusunda bir ders verdi, çünkü bu özellikler kelebek hanımlarda erdem sayılır."
O zaman, Firavun'un kızı olan Mısır Kraliçesi şöyle demiş,
"Bizim sarayımız küçük bir böcek istedi diye bir pırasa gibi kökünden kopartılamaz. Hayır! Süleyman bin Davut ölmüş olmalı, biz de dünyanın bu acı haber üzerine kararıp fırtınalar koparmasına tanık olduk!"
Belkıs cüretkâr kraliçeyi bir işaretiyle yüzüne bile bakmadan susturmuş ve bütün kraliçelere seslenmiş,
"Gelin ve görün."
Kraliçeler, yüz tanesi önde, yavaşça yaklaşmışlar ve kâfur ağacının dibinde, gülmekten yorgun düşmüş Bilge Kral Süleyman bin Davut'u, iki elinin üzerinde birer kelebek, öne arkaya sallanırken görmüşler ve şöyle söylediğini duymuşlar,
"Ey havadaki erkek kardeşimin karısı, bundan sonra kocanı her zaman mutlu etmeyi sakın unutma, yoksa yine sinirlenip ayağını yere vurur. Çünkü bu büyüyü çok iyi tanıdığını söyledi ve kendisi fevkalade kuvvetli bir büyücü bizzat Süleyman Bin Davut'un sarayını çaldı. Şimdi huzurla uçun, küçük dostlar!" Ve kral kelebekleri kanatlarından öpmüş, onlar da uçup gitmişler.
Bunu gören bütün kraliçeler, Belkıs hariç Güzeller Güzeli Şahane Belkıs kenarda durmuş gülümsüyormuş yüzüstü kapanıp şöyle demişler,
"Eğer bir kelebek karısından hoşnutsuz olunca bunlar oluyorsa, günlerdir kavga gürültülerimizle kralımızın başını şişiren bizlere kim bilir neler olur?"
Sonra peçelerini başlarına sarıp, ağızlarını elleriyle kapatarak, parmak uçlarında, fareler gibi sessizce yürüyerek saraya dönmüşler.
Onlar gidince, Güzeller Güzeli Şahane Belkıs, kırmızı zambakların arasından kâfur ağacının gölgesine doğru ilerlemiş ve elini Süleyman bin Davut'un omzuna koyarak demiş ki,
"Ey Efendim ve ruhumun hazinesi, sevin, çünkü Mısır, Etiyopya, Habeş, İran ve Çin kraliçelerine asla unutmayacakları bir ders verdik."
Hâlâ güneşte oynayan kelebeklerin arkasından bakan Süleyman bin Davut sormuş, "Hanımım ve mutluluğumun mücevheri, bu ne zaman oldu? Çünkü ben bahçeye çıktığımdan beri iki kelebekle şakalaşıyordum."
Sonra Belkıs'a neler yaptığını anlatmış.
Belkıs? Şefkatli ve sevimli Belkıs şöyle cevap vermiş,
"Ey efendim ve varlığımın ilk sebebi, kâfur ağacının arkasına saklanıp her şeyi gördüm. Kelebeğin karısına Kelebeğe ayağını yere vurması için ısrar etmesini ben söyledim, çünkü Efendimizin Kelebeğin hatırı için büyük bir büyü yapacağını ve bunu gören kraliçelerin korkacağını ummuştum." Sonra Belkıs krala diğer kraliçelerin neler gördüklerini ve söylediklerini anlattı.
Süleyman bin Davut bunları duyunca kâfur ağacının altındaki yerinden kalkıp kollarını açarak Belkıs'a şöyle demiş,
"Ey Hanımım ve günlerimin güzelleştiricisi, bil ki eğer kraliçelerime gurur ya da öfke yüzünden bir büyü yapsaydım hayvanlara verdiğim şölende olduğu gibi kesinlikle utandırılırdım. Ama senin bilgeliğin sayesinde bir şaka için ve bir kelebeğin hatırına bir büyü yaptım ve işte! Bu büyü beni dırdırcı karılarımın dırdırlarından da kurtardı! Söyle bana, Ey Hanımım ve kalbimin kalbi, böyle bilgece davranmayı nasıl akıl ettin?"
O zaman Kraliçe Belkıs uzun boylu ve güzel Süleyman bin Davut'un gözlerinin içine bakmış ve başını tıpkı bir kelebek gibi hafifçe yana eğerek şöyle demiş,
"İlk olarak, Efendim, seni çok sevdiğim için. İkinci sebep ise, kadınların nasıl olduklarını çok iyi bilirim."
Sonra saraya dönmüşler ve hayatlarının sonuna kadar mutlu olmuşlar.
Belkıs ne kadar da akıllıymış, değil mi?
Belkıs gibi bir kraliçe hiç olmamıştı, Dünyanın sonuna kadar da olmadı. Ama Belkıs bir kelebekle konuştu, Onun gönlünü arkadaşıymış gibi hoş tuttu.
Süleyman gibi bir kral asla olmamıştı, Dünyanın başlangıcından beri, Ama Süleyman bir kelebekle sohbet etti, Candan bir dostuyla konuşur gibi.
Belkıs bir kraliçeydi, Süleyman de Asya'nın efendisi, Ama ikisi de ihmal etmezdi, En küçük yaratığı bile sevmeyi!

RUDYARD KIPLING
ÖYLESİNE HİKÂYELER
Çeviren: Begüm Kovulmaz
İş Bankası Kültür yayınları
....

2 yorum:

beenmaya dedi ki...

çok güzel bir hikayeydi bu. herşeyin özünde sevginin olması gerektiğini hatırlatan güzel bir hikaye...

Ela'dan Mektuplar dedi ki...

deneme...1-2