.

"Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur."Kemal ATATÜRK .
KİTAP etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
KİTAP etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Haziran 2009 Perşembe

DİKEN ve İĞNE ÜSTÜNE çeşitleme:


Mecnun bir fırsatını buldu, Leyla ile baş başa kaldı. Leyla da ondan bir dilekte bulundu:
“-Ey âşık! Neyin varsa getir!..”
“-A Ay yüzlü!..Senin aşkınla ne suyum kaldı, ne kuyum. Ne ciğerimde azıcık kan, ne geceleri gözümde uyku. Aşkın aklımı yağmaladıktan sonra her şeyim birer birer gitti. Şimdi sahip olduğum tek şey yaralı bir kuşa dönmüş canım. Senden bir emir bekliyorum. Ver dersen hemencecik vereyim.”

Leyla güldü bu sohbete. Sonra sitem etti:
“-A Yiğit!..Ben senden bunu ne vakit istersem alırım, başka neyin var?!..
Bu söz üzerine Mecnun biraz düşündü, bakındı, arandı. Sonra birden hatırlamış gibi partal giysilerinin eprimiş yakasından çıkardığı bir iğneyi Leyla’ya sundu:
“-Vallahi varlık âleminde malik olduğum tek şey işte bu. Bundan başka hiçbir nesneye sahip değilim. Bunu taşımamın sebebi ise yine sensin a gönlümü alan!..Çölde, ovada, dağda, kırda senin hayalini izlerken çok düşüyorum; dikenler ayağıma batıyor. Bu iğne onları ayağımdan çıkarmak için.”
“İŞTE BENde tam da ONU arıyordum… Aşkta gerçek isen, bu iğne sana nasıl layık oluyor, a perişan aşık!..Bencileyin bir güzelin peşindeyken ayağına diken batsa o dikeni çıkarmak doğru olur mu? Eğer o dikeni çıkarırsan seninkine vefa derler mi? GÜL DİKENİ, bir gül elde etmek için her yıl dikenlere sabrediyor da SEN gülfidanından da aşağı mısın ki ayağından bir dikene sabredemiyor, onu iğneyle çıkarıyorsun? Leyla’nın aşkıyla ayağına batan diken, onun başkalarına armağan edeceği yüzlerce gül demetinden daha değerli değil mi yoksa?”
Alıntı:” Katre-i matem”

Bu da Mevlana’nın Şems’e niyazıdır.
Başın kille ıslaksa da, ayağına diken batmışsa da, durma gel Allah aşkına, gel demeden kurtar beni. Ey âşıklar peygamberi, gönül ateşinde yanmışım ben, boğulmuşum gözyaşına. Git sor Allahın seversen: Ne yol gösterir sevgili, Ne çare yazar bana?
Sevgilerimizle.
Devamı Buradan ...>>

9 Haziran 2009 Salı

HAFIZ ÇELEBİ'nin LALE yetiştirme sırrı:


“Lale bir ilham; güzellik uğuldar renklerinde, sevgiler coşar yapraklarında. Lale bir güzel bahçe, şevk ile yürünür tarhlarında ve şavklar saçılır altı yöne altı yaprağında. Lale hasbi bir tebessüm, kalbî bir yakınlık… Lale bir aşkın adı; bir derin hüzün buketi… Lale ile acı gerçekler mutlu düşlere, paslı demirler parlak gümüşlere, yavuz bakışlara tatlı gülüşlere döner birden; lale ile uğruna can verilecek bir sevgili yaşar içimde. Lale başıma taç ve ben ona muhtaç. İstanbul toprağına düşmeyince bir lale renge durmaz yaprağı, gülümsemez çiçeği. Bakir kâselerinde demlenmiş düşler getirir lale hayatımıza ve yaşama sevinci vurur kalplerimizin duvarlarına.

Kapa gözlerini ve dinle saki, bir İstanbul lalesinin çığlıklarını duyuyor musun? İstanbul’a çıkmayan bir lale yolu, laleye çıkmayan bir İstanbul kadar kayıptır, yitiktir. Rüzgârları toplayan hüzünler ağlar yoksa İstanbul bahçelerinde ve bir kabir başında yas tutar gibi laleler seher vakitlerinde.”diyor İskender Pala.
Hafız Çelebi’nin lale yetiştirme konusundaki kimseciklere söylemediği sırlarını yine onun kaleminden KATRE-İ MATEM kitabından okuyorum şu sıralar.

“Kâğıthane deresinden ve can kuyusundan gelen tatlı suların karışımından oluşan havuzda Hafız Çelebi eğir otu yetiştiriyor. Beslediği kaplumbağaları da eğir köküyle besliyordu. Hafız Çelebinin de bütün sermayesi bu kaplumbağalardı.
Kimse bilmezdi ama Çelebi güz mevsimi geldiğinde, lale soğanlarını toprağa gömmeden evvel bu kaplumbağaları toplar, iki gece tahta kasalar içinde bekletir, bu sırada kasaların zeminine değişik renklerde toprak boya yığar, boyaların arasına nane ve fesleğen unu karıştırıp kaplumbağaların onunla beslenmesini sağlar, sonra onları boş kasalara alıp iki üç gün aç bırakır ve bu sefer de önlerine yiyecek olarak lale soğanlarını koyardı. Kaplumbağa salyası bulaşan soğanları bu sefer besili koyunlardan aldığı kuyruk yağına yatırıp bir gece bekletir, ertesi gün toprağa gömerdi. Bu usulü bulasıya kadar tam otuz yıl denemeler yapmış ve nihayet istediği renkte lale elde etmeyi başarmıştı. Kaplumbağalara hangi renk toprak yedirirse ısırılan lale soğanı o renkte çiçek açıyordu. Bunun içindir ki Hafız Çelebi, bahçesindeki yeni soğanların ne renkte laleler vereceğini daha toprağa diktiği günden itibaren bilir, bunu herkese ilan eder, bütün bir kış insanları merakta bırakır, bahar gelince de laleler tam onun istediği renklerde büyürdü. Hafız Çelebi ertesi yılda yeni bir tonda lale yetiştirerek herkesi yeniden şaşırtırdı.” Diyordu ünlü yazar,İskender PALA.
Ve Ben de birbirinden gizemli hikâyenin içinde var olup eski İstanbul’un zamanlarında kayboluyordum.

Devamı Buradan ...>>

13 Ağustos 2008 Çarşamba

ANASTASYA/ ÇINLAYAN SEDİR


Çınlayan sedir Dizisinin 1. kitabı olan "ANASTASYA" Sibirya'lı iş adamı Vladimir Megre tarafından kaleme alınmış yaşanmış gerçek bir hikaye.Kitabı okurken; kuş cıvıltılarını,ağaçlardaki yaprakların hışırtılarını,sincapların şakacı kahkahalarını,ormandaki ayıların sıcaklığını,kurtların dostluğunu yüreğinizde hissedeceksiniz.Enerji biriktiren sedir ağaçlarına dokunmak onlara sarılmak isteyeceksiniz inanın.

Sizinle Sibiryalı Şaman Anastasya’nın kendi ismini taşıyan ANASTASYA kitabından bir bölümü paylaşmak istiyorum.
Diktiğiniz her tohumun içinde muazzam bir evrensel bilgi saklıdır." Hem de insan yapımı hiçbir şeyle kıyaslanamayacak kadar büyük bir bilgi. İşte bu bilgi sayesinde tohum, ne zaman canlanıp büyüyeceğine, topraktan hangi özsuları emeceğine, Güneş, Ay, yıldızlar gibi gökcisimlerinin ışınlarından nasıl yararlanacağına saniyenin on binde biri kadar kısa sürede, kesin olarak karar verir; nasıl gelişeceğini ve hangi meyveyi vereceğini gayet iyi bilir...


Meyveler, insanın yaşam destek ünitesi gibidir. Her tür hastalığa karşı vücudun direncini artırır, onlarla mücadele ederler; halihazırda var olan ve gelecekte üretilecek insan yapımı tüm ilaçlardan daha etkilidirler.

Ama tohum, bu mücadeleyi verebilmek için insanın durumunu bilmek zorundadır. Zira hasta ya da hastalığa meyilli bir insanı iyileştirebilmek için, olgunlaşma evresinde meyvesine hangi maddeleri yükleyeceğini önceden bilmesi gerekir.

Belli bir bahçede yetiştirilen bir salatalığın, domatesin ya da herhangi bir bitkinin tohumunun böyle bir bilgiye sahip olması için bazı şeyler yapılmalıdır:

1. Tohumu ekmeden önce, dilinizin altına bir ya da birkaç tohumu en az dokuz dakika boyunca tutun.

2. Tohumu ağzınızdan avucunuzun içine koyun ve 30 saniye kadar tutun. Bunu yaparken çıplak ayakla tohumu ekeceğiniz toprağın üzerinde durmanız önemli. (Bedensel hastalıklarla ilgili bilgileri içinde taşıyan toksinlerdeki bu bilgiler tohum tarafından alınıyor. Tohum, bilgileri daha sonra hastalığı engellemesi ya da iyileştirmesi için meyvesine aktarıyor.)

3. Sonra ellerinizi açın. Avucunuzun içindeki tohuma hafifçe üfleyerek (hohlayarak) tohumu nefesinizle ısıtın. Minik tohum artık sizinle ilgili tüm bilgiye sahip olacaktır.

4. Avucunuzdaki tohumu havaya kaldırıp 30 saniye günışığına tutun.

Bahçenize ektiğiniz bitkilerle bu şekilde bağlantı kurduğunuzda, bitkileriniz sizin doktorunuz olacaktır. Size en doğru teşhisi koyacak ve sizin bedeniniz için özel üretilmiş en uygun, en etkili ilacı size sunacaktır.

Bu metotla elde edilen meyve sebze, onun bilgisini taşıyan kişi tarafından yenildiğinde, sadece hastalıkları iyileştirmekle kalmıyor, yaşlanma sürecini de önemli ölçüde geciktiriyor. Ayrıca kişiyi zararlı alışkanlıklardan özgürleştiriyor, zihin kapasitesini arttırıyor ve iç huzuruna kavuşmasına yardımcı oluyor..

Yukarıdaki bilgiler kitabın bir bölümünden alınma, hadi gelin siz de bu kitabı okuyun isterseniz.Sevgilerimle.Dilek.
..
Devamı Buradan ...>>

19 Ocak 2008 Cumartesi

MANTIKUT TAYR / KUŞ DİLİ



Mantıkut Tayr/ Kuş Dili


Feridüddin Attar Nişabur’da 1120’da dogmuş ve muhtemelen 1194’da
vefat etmiş ünlü bir şair ve mutasavvıftır. Hekim ve eczacı
olmasından dolayi Attar olarak anılmaktadır. Tac’ül Ârifin Necmettin
Kübrevi’ye bagli olmakla birlikte; benimsediğı tasavvuf anlayışı bir sistemden ziyade İsrâki’dir. Hz.Mevlâna, şeyh Galip ve diğer
mutasavvıflar tarafindan yüceltilen Attar, çogu günümüze kadar
ulaşan pek çok eser bırakmiştır.
Bunlarin arasinda en ünlüsü 1187’de yazmis olduğu Tuyûrnâme
(Mantiku't-tayr veya Mantik Al-Tayr) adli 4931 beyitten oluşan eseridir.

Attar, Kuşdili veya Kuşlar Meclisi olarak da bilinen bu mesnevî
tarzi eserinde, tasavvufun Vahdet-i Vücûd anlayişini anlatır.Eserde
çok zengin bir sembolik dil kullanilmiş ve Hakikât’i arayanlar, yani
Hakikât Yolunun Yolculari kuşlarla simgelenmiştir..... Hüthüt adli kuş
onlarin önderleri, kılavuzları, yani mürşitleridir. Aradiklari
Simurg adli efsanevî kuş, Allah’in görünümü ve ruhudur .
Ancak,Vahdet-i Vücut’a, yani Varlik Birliği’ne ulaşanlar, “halkın
Hakk’in zuhuru; Hakk’ın halkın bütünü olduğunu” idrak edebilirler.

Kuşdili aşağida özetlenmeye çalişilacaktir:

“… Günlerden bir gün, dünyadaki bütün kuşlar bir araya gelirler.
Toplanan kuşlarin arasinda hüthüt, kumru, dudu, keklik, bülbül,
sülün, üveyk, şahin ve diğerleri vardir. Amaçlari, padişahsiz hiç
bir ülke olmadiği düsüncesiyle, kendilerini yönetmek üzere bir
padişah seçmektir.

Hüthüt söze başlar ve Hz.Süleyman’in postacisi oldugunu
belirttikten sonra; kuslarin Simurg adinda bir padişahlari olduğunu
söyler. Ama, hiç bir kuşun haberlerinin olmadiğini, herkesin
padişahinin daima Simurg oldugunu belirtir. Ancak, binlerce nur ve
zulmet perdelerinin arkasinda gizli olduğu için bilinmediğini ve
onun “bize bizden yakın, bizimse uzak” oldugumuzu anlatir. Simurg’u
arayip bulmalari için kendilerine kilavuzluk edeceğini
ilave edince; kuşlarin hepsi de hüthütün peşine takilip onu aramak
için yollara düşerler. Kuşlarin hepsi de Simurg’un sözü üzerine yola
revan olurlar…

Ama, yol çok uzun ve menzil uzak olduğundan; kuşlar yorulup
hastalanirlar. Hepsi de, Simurg’u görmek istemelerine rağmen,
hüthütün yanina varinca “kendilerince geçerli çesitli mazeretler
söylemeye” başlarlar. Çünkü, kuşlarin gönüllerinde yatan asıl
hedefleri çok daha basit ve dünyevî’dir (!)

Örnek olarak, bülbülün
isteği gül; dudu kuşunun arzuladiği abıhayat;
tavuskuşunun amacı cennet; kazın mazereti su; kekliğin aradığı
mücevher; hümânin nefsi kibir ve gurur; doğanin sevdasi mevki ve
iktidar; üveyiğin ihtirası deniz; puhu kuşunun aradiğı viranelerdeki
define; kuyruksalanin mazereti zaafiyeti dolayisiyla aradiğı
kuyudaki Yûsuf; bütün diğerlerinin de başka başka özür ve
bahanelerdir.
Bu mazeretleri dinleyen hüthüt, hepsine ayri ayri, dogru,
inandirici ve ikna edici cevaplar verir. Simurg’un olağanüstü
özelliklerini ve güzelliklerini anlatir.

Hüthüt söz alır ve şunlari söyler. Söyledikleri, ayna ve gönül
açısından ilginçtir:

Simurg, apaçık meydanda olmasaydi hiç gölgesi olur muydu?
Simurg gizli olsaydi hiç âleme gölgesi vurur muydu?Burada gölgesi
görünen her şey, önce orada meydana çikar görünür.Simurg’u görecek
gözün yoksa, gönlün ayna gibi aydın değil demektir.Kimsede o
güzelliği görecek göz yok; güzelliğinden sabrımız, takatımız
kalmadı.Onun güzelliğiyle aşk oyununa girişmek mümkün değil.O, yüce
lûtfuyla bir ayna icad etti.O ayna gönüldür; gönüle bak da, onun
yüzünü gönülde gör!

Hüthütün bu söylediklerine ikna olan kuşlar, yine onun rehberliğinde
Simurg’u aramak için yola koyulurlar.Ama, yol, yine uzun ve
zahmetli, menzil uzaktır…Yolda hastalanan veya bitkin düsen kuslar
çesitli bahaneler, mazeretler ileri sürerler. Bunlarin arasinda,
nefsanî arzular, servet istekleri,ayrildiği köşkünü özlemesi, geride
biraktiği sevgilisinin hasretine
dayanamamak, ölüm korkusu, ümitsizlik, şeriat korkusu, pislik
endişesi,himmet,vefa, küskünlük, kibir, ferahlik arzusu,
kararsizlik, hediye götürmek dileği gibi hususlarla; bir kuşun
sorduğu “daha ne kadar yol gidileceği” sorusu vardir.

Hüthüt hepsine, bıkıp usanmadan tatminkâr cevaplar verir ve daha
önlerinde aşmaları gereken “yedi vadi” bulunduğunu söyler. Ancak,
bu “yedi vadi”yi aştıktan sonra Simurg’a ulaşabileceklerdir.
Hüthütün söylediği, “yedi vadi” şunlardır.

VADİLER

1.Vadi :istek vadisi

2.Vadi ;aşk vadisi

3.Vadi: marifet vadisi

4.Vadi:istiğna vadisi

5.Vadi:vahdet birlik vadisi

6.Vadi:hayret vadisi

7.Vadi:yokluk fena vadisi

BEKÂ

Kuşlar gayrete gelip tekrar yola düşerler…

Ama, pek çoğu, ya yem isteği ile bir yerlere dalip kaybolur, ya aç
susuz can verir, ya yollarda kaybolur, ya denizlerde boğulur, ya
yüce dağlarin tepesinde can verir, ya güneşten kavrulur, ya vahşi
hayvanlara yem olur, ya
ağir hastaliklarla geride kalir, ya kendisini
bir eglenceye kaptirip kafileden ayrilir.

Bu sayilan engellerin hepsi de Hakikât yolundaki zulmet ve nur
hicaplaridir.Bu hicaplardan sadece otuz kus geçer.Bütün vadileri
aşarak menzil-i maksudlarina yorgun ve bitkin bir halde
uzanan bu kuşlar, rastladiklari kişiye kendilerine padişah yapmak
için aradiklari Simurg’u sorarlar.

Simurg tarafindan bir görevli gelir…Görevli, otuz kuşun ayri ayri
hepsine birer yazi verip okumalarını ister.Yazilarda, otuz kuşun
yolculuk sırasında birer birer başlarina gelenler
Ve bütün yaptiklari yazilidir.

Bu sirada, Simurg tecelli eder…

Fakat, otuz kuş, tecelli edenin (!) bizzat kendileri olduğunu; yani,
Simurg’un mânâ bakımından otuz kuştan ibaret olduklarini görüp
şaşirirlar.Çünkü, kendilerini Simurg olarak görmüşlerdir.Kuşlar
Simurg, Simurg da kuşlardir.Bu sirada Simurg’dan ses gelir:

“Siz buraya otuz kuş geldiniz, otuz kuş göründünüz. Daha fazla veya
daha az gelseydiniz o kadar görünürdünüz. Çünkü, burasi bir aynadir!”

Hasılı, otuz kuş, Simurg’un kendileri olduğunu anlayinca; artik,
ortada, ne yolcu kalir, ne yol, ne de kilavuz...

Çünkü, hepsi BİR’dir.

Aynı, aşıkla, maşukun aşkta; habible, mahbubun muhabbette; sacidle,
mescudun secdede; bir olmasi gibi...Aradan zaman geçer, “fenâda
kaybolan kuşlar yeniden bekâya dönüp”,yokluktan
varlığa ererler…”

Kuşdili sembolizmasi yukarida özetlenmiştir.

Attar, “ölümden sonraki ölümsüzlüğün sırrına” lâyık olacaklarin
bilinciyle;ancak, bunlari yazabilir Kusdili olarak; sembolik lisanla!
Tabiî ki, okuyup da anlayanlara (!)...

Kuşdili, mesnevî anlam ve kapsam olarak zengin bir
sembolizmadir.Kuslar, “Hakikât Yolunun Yolculari” ;
Simurg, “Hakikât” olarak tanımlanır.İnsan ömrünün engebelerine
eşdeğer merdiven basamaklarını çikabilmek ve sonunda ancak çok az
kişinin hedefine ulaşabilmesi şeklinde düşünülebilir.Bunlar, tekamül
merdiveninin, İstek’ten Fenâ’ya dogru çıkan
basamaklarıdır.Açiklandiği gibi, kuşlarin bazıları, Fenâ’dan daha
ileri giderek

Fenânin da Fenâsını, yani Bekâ'yi idrak eder.Sembolik evrende terk
etme , yegâne kemalât yoludur. Bu sembolizmada, kuşlar sâlikleri,
kılavuz Hüdhüd kuşu mürşidi temsil eder.Sîmurg (otuz kuş), yani Anka
ise, Allah'ın zuhûr ve taayyünüdür.Tûyurname, bir vadiden öteki
vadiye sırayla geçilerek olgunlaşmak şeklinde kuşlarla temsil edilen
ilginç bir örneğidir.Ves-selâm…....

Devamı Buradan ...>>

15 Ocak 2008 Salı

Aşk Ermişi Bhagwan






Bhagwan, bireyin yaşamda yetkinleşme öğretisini, doğu düşüncesinin kaynaklarından yola çıkarak oluşturdu. Ancak kitapta, yalnızca doğu din ve düşünce kaynaklarına değil, başta Nietzsche olmak üzere, batı düşünüşünün başlıca isimlerine ve hristiyanlığa da göndermeler yapılıyor. Kitapta, koyu dindarlara olduğu kadar, militan materyalistlere de yaşamda birey olarak yer alma ve özgürleşme üstüne ilginç gelebilecek bir bakış tarzı öneriliyor. 1960'larda ABD'de hızla yaygınlaşan ve Beatles'ı de etkileyen Bhagwan düşüncesi, asıl gücünü insan sevgisi ve aşktan alıyor. Kitleyle onun içindeki birey arasında bulunan belli belirsiz ama iletken zarın yaratıcı ve özgür bir bilinç/eylem diyalektiği sürecinde nasıl oluşabileceğine, kimi zaman mistik, kimi zaman materyalist sayılabilecek bir yaklaşımla ışık tutuyor. Aşkta seksi ve orgazmı sanatsal yaratıcılıktan daha üstün tutacak ölçüde yüceltmekle birlikte, "tüm varoluşla birleşerek gerçekleştirilecek tanrısal orgazma" ulaşmayı mutluluğun doruğu olarak gören bir tasavvufi aşk anlayışıyla noktalıyor
Devamı Buradan ...>>

11 Ocak 2008 Cuma

HALİL ÖZTOPRAK


Halil Öztoprak, 1950’li ve 1960’lı yıllarda Anadolu’daki etkin Alevi önderlerindendir. Aslen Elbistan’ın Alhas köyü ve aşiretine mensuptur. Kendini yetiştirmiş bir aydın köylü bilgedir. Yaşadığı dönemin karizmatik halk önderlerindendir.
Halil Öztoprak, sadece Alevi kitleye bir bilge, bir din adamı olarak görev yapmakla kalmamış, yazdığı kitaplar ve yaptığı siyasal çalışmalar ile de Alevilerin büyük desteğini, sevgi ve saygısını kazanmıştır.
Yazdığı kitaplarda, yüzyıllardır Alevilere yöneltilen Sünni kaynaklı suçlamalara, dini kaynaklara dayanarak cevapvermiştir. Yaşadığı dönemde Aleviliğin teorik çatısı için yoğun çalışmalar yapmış, yönlendirici olmuştur.
Halil Öztoprak’ın 1956 yılında Ankara’da Milli Eğitim bakanlığı’nın izni ile 4’üncü basımı yapılan “KURAN'DA HİKMET,TARİHTE HAKİKAT adlı “Alevilerde Namaz” alt başlıklı kitabı en büyük yankıyı yapan kitapları arasındadır.(65)
Şimdi, bu kitabından aktarmalarla Halil Öztoprak’ın neler savunduğunu görelim
...




3üncü sayfadan: “İslam tarihinde birçok mesele vardır ki; başlangıçta büyük ihtilaflar doğurmuş ve uğruna kanlar dökülmüştür. Neticede ağır basan taraf (güçlü olan taraf) kazanmıştır. İşte Ehlibeyt meselesi, işte namaz ve oruç meselesi, Şiilik ve Sünnilik meselesi...
Kıble, hac vs. bütün bunlar anlayış farklarından, Kur’an’ı Kerim’i ve hadisleri tefsir tarzından ileri gelmiştir.”
Halil Öztoprak, Alevilerde ibadet için şöyle diyor:
“Aleviler de Kur’an’a ve Hz. Muhammed’in emirlerine uymakta ve ona göre ibadet etmektedirler. Ayrılık sadece ibadet ve taatın şeklindedir.”(s.4)
Öztoprak, “Aleviler Müslüman değildir” diye fetva veren din adamlarına şiddetle karşı çıkıyor ve onların bazı konularda Alevilerin en son gelen ayetlere inandıklarını bilmezlikten geldiklerini yazıyor. Üstelik, Abbasiler zamanında verilmiş bir karar ile Alevileri itham etmek doğru değildir,diyor. Buna delil olarak da;Bakara süresinin 106. ayetini hatırlatıyor:
“Kaçan bir ayetin hükmünü kaldırıp yerine başka bir ayet hükmünü getiririz. Allahü teala ahkamında, tebdil ve tağyirinde halkına elverişli olanı bilir, zira bir vakitte makbul olan icabında başka vakitte fesat da buyurur.(s.5)
Öztoprak, daha sonra namaz konusunu ele alarak, “Bazı kimseler namazın ve bu namazın bugünkü şeklinin miraçtan Kur’an’la birlikte geldiğini iddia etmektedirler. Ve Alevileri bu namazı kılmadıkları için dinsiz tanımakta, onların kestikleri yenmez, cenazeleri kaldırılmaz, demektedirler. Ve hatta bazıları Alevilerin katlinin vacip olduğuna inanmaktadırlar (s.6) diyor ve arkasından da namazın miraçtan nasıl geldiğini, Kur’an’da nasıl yer aldığını, ayetlere dayanarak veriyor. Namaz hakkında, İsra suresinin, 78. ve 79., Necm suresinin 8. ve 9., Müzemmil suresinin 1. ve 7., suretül Nebe’nin 9. 10. ve 11. ayetlerinden alıntılar yaparak namazın esasen beş vakit olmadığını ve esas olarak iş zamanı dışında gece ibadet olarak yapılmasının Kur’an’ın gereği olduğunu yazıyor.
İşte bazı ayetler:İsra suresinin 78. ve 79. ayetleri
“Farz olan ibadete kalk. Gün aştıktan gecenin karanlıklarından Kur’an okuyarak şafak ağarıncaya kadar, ibadet eder isen gece ve gündüz melekleri şehadet eder.”
Münezzil süresinin 1. ayeti:
“Ey nübüvvet içinde olan nebi gece kalk namaz kıl...”
Aynı surenin 7. ayeti:
“Gündüzleri uzun uzadıya halkın işleri ile meşgul olursun. Gece ibadete yönelmen evladır.”
Suretül Nebe’nin 9. 10. ve 11. ayetleri:
“Geceyi ibadet için, gündüzleri geçim ve maaş için kıldık.”
Halil Öztoprak, beş vakit namazın Abbasiler zamanında ortaya çıktığını, onun da bir ihtilafın halli için ortaya atıldığını yazar. Hz. Muhammed’in sağlığında namazın beş vakit olmadığını, Peygamberin kendisinin de ibadetlerini gece yaptığını yazar.
Alevilerin, ibadetlerini, yani cem ayinlerini gece yapmaları bu anlayıştan geliyor olsa gerek. Sonraları bu ibadetler adeta gizli ibadetlere dönüşür. Emevi, Abbasi ve Osmanlı döneminde gece ibadet edenler çeşitli katliamlara uğramışlardır. Bugün bile Alevi cemlerinde ibadet yapılan konutun güvenliğini dedenin görev verdiği nöbetçiler sağlar.
Halil Öztoprak, ibadetin evlerin dışında, açıkta yapılmasının Kur’an tarafından yasaklandığını, bunun gösteriş olduğunu yazıyor. Kaynak olarak da Maun suresinin Tefsiri-Tıbyan’dan aktarmasını gösteriyor:
“Şiddetli Cehennem azabı ol açıktan açığa namaz kılan aynacılar içindir ki, ellere Müslümanlık ve sofuluk göstermek için selamet vs. tenha yerleri terkedip namazı aşikar kılarlar. Bunlar cemaattir ki, namaz deyu bütün işledikleri amel ve ibadetleri Allah için olmayıp dünya menfaatlerini kazanmak için halkın gözüne sofu ve Müslüman gözükmeleri içindir.”(s.17)
Ayrıca Halil Öztoprak, İslam’da ibadetin camide yapılması şartının olmadığını, hatta Hz. Muhammed zamanında camilerin yıktırıldığını, ibadetin evlerde yapılmasının dinin kuralları arasında olduğunu iddia ediyor. Kaynak olarak, Tövbe suresinin 108. ayetini veriyor, Alevilerin camilere gitmemesini de buna bağlıyor.
Tövbe suresi, 108. ayet:
“Müminlere zarar vermek ve gönüllerindeki saklı duran düşmanlığı kuvvetlendirmek için namaz kılmaya mescid meydana getirdiler. Bunlar Müslüman olmadan önce Hz. Muhammed’le harbeden münafıklardır. Müminlerin arasını açmayı, onları birbirlerine düşürmeyi akıllarına koymuşlardı. Ya Muhammed, Müslümanlar seninle birlikte namaz kılsın ve zikretsin diye böyle geniş mescid, cami yaptık derler. Allahu Taala şahitlik eder ki onlar yeminlerinde yalandır.”(s.21)
Tövbe suresinin 109. ayeti:
“Ya Muhammed kalkma ve ol mescidlerde ebediyen namaza durma. Evvelce Tanrı korkusu üzerine yapılan mescidi evvelde Hakka ibadet haklı ve lazım bir ibadetti.”(s.21)
Kısası Enbiya’da bu olay için, “Hz. Muhammed, Malik İbni Dahşam ve İbni Adi ile bir gönderip camileri yıktırdığı yazılıdır. Tarih-i Taberi’nin 2’inci cildinin Altı Parmak kitabının 306. sayfasında bu konu ile ilgili olarak “Hz. Muhammed’e Cebrail tarafından ‘Ol Camilerin yıkılmasını sana emretti’ şeklinde ayet geldiği, Hz. Muhammed’in de Kur’an farzı ile yıktırdığı” yazılıdır.(s.22)
Bu camiyi daha sonra Halife Ömer’in yeniden yaptırdığını, muhteşem camilerin ise daha ziyade Muaviye zamanında yapıldığını okuyoruz.
Halil Öztoprak’ın bütün bu konularla ilgili yorumu ise şöyledir:“Hakiki Müslümanlık, Kur’an’da yazılı olduğu gibi, camisiz, minaresiz olarak, huzuru kalb ile Allah’a inanmak ve daimi ibadet etmektir.”(s.23)
Halil Öztoprak, bir hadisi Nebevi’den şu aktarmayı yapıyor:
“Sen başka camilere yakın olma. Kalp camiiden Tanrıya yalvar.”
Arkasından da namazın camide değil, evlerde kılınmasının Kur’an’da farz edildiğine dair, Nur suresinin 36. ayetini bize aktarıyor:
“Ya Muhammed, kendi evlerinde ibadet edenleri Tanrı Taala tarafından tazim olunup sevap derecelerinin yükselmelerine izin verip emreyledi. Onlar şoy güruhtur ki evlerinde Allahı Taala’ya ibadet zikri tesbih edenlerdir...”(s.24)
Halil Öztoprak, Kabe konusunda ise, “Şahsivaril İslam” adlı tarih kitabından alıntı ile şu görüşlere yer veriyor:
“Kabeyi ziyaret İslama mahsus bir ibadet değildir. İslam dini çıkmadan önce putperestler zamanında Arabistan Yarımadası putperestleri, Kabe’ye hürmet beslerler ve ziyaret ederlerdi. Mekke ortasındaki Haceri Semavi (Yani Hacer-ül Esved) taşının etrafına toplanıp secdeye kapanırlardı. Burada, Kudüs ve Yunan putperestlerinden öğrendikleri üzere kurbanlar keserler.”(s.25)
Halil Öztoprak, Hacer-ül Esved’in etrafına toplanıp secde etmenin “cahiliye devri”ne ait bir adet olduğunu ve Hz. Muhammed tarafından bu ziyaretlerin kaldırıldığına ait Kur’an’da ayetler olduğunu yazıyor. Arkasından da, Suretil Bakar’ın 115. ayetini bize aktarıyor:
“Güneşin doğup battığı yerlerin cümlesi Tanrı Taala mülküdür; hangi tarafa yüz döndürür iseniz Allahü Taala ibadet tarafı orasıdır.”(s.34)
Sonra da şöyle yazıyor:
“Allaha yalvarmak için her taraf kıbledir. İbadet esnasında Hacer-ül Esved gibi belli bir noktayı ve bir şehri daimi olarak kıble kabul etmek o nokta veya şehri putlaştırmak gibi bir şey olur.”(s.35)

Devamı Buradan ...>>

2 Ocak 2008 Çarşamba

NOKTANIN SONSUZLUĞU



İnsan, varlığının farkına vardığı andan itibaren bir yandan kâinatı tanımaya çalışırken, diğer taraftan kendi derinliklerinde varlığını hissettiği "Gerçek Ben"i aramaya yönelmiş, farklı din ve inanca sahip pekçok insan kendi din ve inançları merkez olmak üzere Yaradan'a ulaşmaya çalışmışlardır.kendisi hakka geçtiğimiz günlerde can kuşunu havalandırmıştır başımız sağolsun......

İnsanın kendini tanıması ve kendinde var olanı görmesi fikir gözünün açılması ile mümkündür. Ancak o zaman insan fânide bâkiyi zevk edebilecektir.

Fikir gözü ya da gönül gözü ile seyredebilmek için cehil adı verilen karanlıktan kurtulup ilmin aydınlığına yönelmekten başka çare yoktur.

Asıl olan kişinin kendini gönül gözü ile görmesi ve kendinde var olan esasın farkına varmasıdır. Dört ciltten oluşan bu eser, işte bu arayışın meyvesidir.

Kitap içinde tasavvufi terminoloji mümkün olduğu kadar korunarak bunların bugünkü karşılıkları parantez içindeki bilgilerle verilmeye çalışılmıştır.

Kitapta yeralan sure ve ayetlerin yanlarındaki numaralarla Kur'an'daki yerleri işaret edilmiştir ( <2-156> gibi ).

Osman Dede ve Kenzî Aziz Şenol'dan bir ömür boyunca aldığı öğretiyi, kendi düşünce ve ilhamı ile harmanlayıp ifadeye çalıştığı bu bilgilerin aktarıldığı sohbetlerden elde edilen notların bir araya getirilip düzenlenmesi ile son halini alan bu sözlerin "dildeki tercümanı" Lütfi FİLİZ, fâni dünyada "Fâni" ismiyle kendini hep gizlemiş, yaşadığımız şu zamanın karmaşası içinde bile sade bir dil ve anlaşılır örneklerle bilinmezi anlatmaya çalışmıştır.
Devamı Buradan ...>>

TANRILAR OKULU


Size ‘öğretilen ve anlatılan dünyanın’, anlatıldığı gibi olduğunu söyleyenler sadece anlatanlardır. Korkmanız, çekinmeniz, endişe etmeniz gerektiği söylenen her şey, bu betimlemenin pençesindeki insanların fikirleridir. Oysa bunlar olumsuz duygulardır ve hiçbiri dünyaya geldiği haliyle insanın mayasında olan hisler değillerdir. İnsan korkusuz doğar. Korku, zorla ‘öğretilir’.
Hastalıklar ‘öğretilir’. Ne hastalıklar, ne ilaçlar, ne de tedaviler gerçektir. Hastalıklar, benlikteki olumsuz yöndeki değişimlere karşılık gelen semptomlardır. Onlar bizi ancak kendimizi kanalize etmemiz gereken düşünce şekli için uyarma amaçlı ortaya çıkabilirler. Bizi fiziken zor durumda bırakmak için değil.
Hayatınızda önünüze çıkan herkesin özel bir görev ile karşınıza geldiğine emin olun. Ve ona varlığı için teşekkür edin. Özellikle düşmanınızsa.
Herkes sizi gösterir. Çünkü herkesi siz yarattınız. Bu dünyayı siz yarattınız. Bu sizin dünyanız. Sizi arayan arkadaşınız sizsiniz. Çalışanlarınız, üstleriniz, aileniz, hepsi sizsiniz. Yay da, ok da, hedef tahtası da; hepsi sizsiniz.
Önünüzde gelecek varken, geçmişle uğraşmayın. Ama geleceği de yeni bir ‘eski geçmiş’ yaratmak için yaşamayın. Onu şekillendirin; bu kez şekillendirin; geçmişinizin tekrarlarından kurtulun.
Mea Culpa’ felsefesini inkar ederek yaşamaktan vazgeçin. Başınıza gelmiş ve gelecek her şeyin tek sorumlusunun kendiniz olduğu gerçeğiyle barışmayı reddettiğiniz her gün tedavi süreciniz gecikecek, ‘yeni bir eski geçmiş’ için her seferinde yeni bir adım attığınızla kalacaksınız.
Başınıza gelmiş ve gelecek her şey, düşünsel faaliyet kalitenizin, olaylar dünyasına uyarlanmış halidir. Düşlemezseniz, yaratamazsınız. Gerçek, düş artı zamandır. İnanmak için görmeyi beklemeyin. İnanın ki, görebilin.
Beden olmadan düşleyemezsiniz. Düşleyen bedendir. Ona çok iyi bakın.
Gereğinin ötesinde yiyecek, içecek, gereğinin ötesinde uyku, gereğinin ötesinde seks, hiçbir şeyin çözümü olmadığı gibi, çözümün üstünü örten uyuşturuculardır. Uyuşturucu almayın. Beyninizi örtmeyin. Orada geleceğiniz şekilleniyor.
Dünyadaki en büyük ekonomik gerçek ‘mutluluk’tur. Ekonominin tanımı Mutluluk’tan başka hiçbir şey değildir. Her zaman iyi bir ekonomist olun.
Düşleyin, düşleyin, düşleyin. Düş, var olan en gerçek şeydir.
Devamı Buradan ...>>

Sukut-u Harf




Üç harftir, Fazlullah, Nesimi ve Lazarus bu romanda, Adem'in üç harfine den düşen -ta ki harf sükut edene, kalübela'da başladıkları noktaya dönene kadar: "Bu daire üzerinde hareket edersen her zaman başladığın noktaya dönersin. Başladığın nokta, arayışın sonundaki hakikattir. Keramet baştadır. Pervane olanın başı döner ki başa dönsün. Bu sebeple hiç yoktan kanat çırpsın. Dönerken kanat çırpar pervane. Hakikati kanat çırpmak zanneder. Aslolan ışığa gark olmaktar. Sonrasında ışığa konar ve de yanar kül olur. Küllerinden yeniden doğar Zümrüd-ü Anka gibi. İşte doğmak, başladığın noktaya dönmektir."mutlaka okunmalı
Devamı Buradan ...>>