.

"Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur."Kemal ATATÜRK .
TUTSAK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
TUTSAK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Aralık 2008 Perşembe

BEDEN ve MEZAR
















Ben AŞK idim öldüm mezara kondum,
Korku, kuşku, hırsı mezarda buldum,
Mezarımı hep bunlarla doldurdum,
Yoktu mezarımda AŞK'a bir mekan.

Bu mezara münkir, nekir geldiler.
Benden AŞK’ı bu diyarda sordular.
Aradıkta bulamadık dediler.
Nerde mezarında AŞK a bir mekân?

Hapsedildim bu mezara unuttum.
Âdem oldum cennetten de kovuldum.
Tanısam şeytanı ben kurtulurdum.
Nerde mezarımda AŞK a bir mekân?

Şeytan dedi;"kuşku, vesvese benim.
Boş mezar bulunca hemen girenim.
Ben de bir şeylerden korkar giderim.
Varsa mezarında AŞK a bir mekân"

Tutsak Kamil der ki;"mezardan çıksam
Dünya benliğime bir kurşun sıksam
Yeniden dirilsem bana kavuşsam
Olsam da mezarsız AŞKla LA-MEKÂN."

Bugüne kadar öğrendiğimiz ya da bize dayatılan bazı dinsel kavramları tersinden düşünürsek ne olurdu acaba. Örneğin Ölüm, Cennet, Cehennem, Sorgu melekleri ve vs. vs. Ancak bütün bunu gene dinsel kitapların bize anlattıklarından yola çıkarak yapmaya çalışacağım.
Öncelikle yaratılış kavramını inceleyelim;...
‘’Yemin olsun ki biz insanı topraktan yarattık ruhumuzdan üfledik ‘’
Ancak bu yaratılış büyük bir ihtimalle cennetten kovulma sonrasındaki yaratılış olmalı, çünkü
- Dedik ki: "Ey Âdem, sen ve eşin cennette oturun, ikiniz de ondan dilediğiniz yerde bol bol yiyin’’
- Bunun üzerine şeytan onları oradan kaydırdı, içinde bulunduklarından çıkardı. Biz de: "Birbirinize düşman olarak inin, orada belirli bir vakte kadar sizin için bir karar yeri ve bir nasip vardır." dedik.
Cennetten çıkarılan Âdem ile Havva yani insan nereye indi (Birbirinize düşman olarak inin) Dünya olabilir mi ya da başka bir bakış açısı ile maddesel yaşam. Burada başka bir boyut ortaya çıkıyor bence. Önce cennet kavramını bir inceleyelim isterseniz;
- Rab'leri, onları kendi katından bir rahmet, bir rıza ve bir cennetle müjdeler ki o cennette onlar için bitmez tükenmez nimetler vardır.
- Allah mümin erkeklere ve mümin kadınlara, altlarından ırmaklar akan cennetler vaad buyurdu. Orada ebedi kalacaklardır. Hem de Adn cennetlerinde hoş meskenler vaad etmiştir. Allah'ın rızası ise hepsinden büyüktür. İşte asıl büyük kurtuluş da budur.
- İşte onlara Adn cennetleri vardır; altlarından ırmaklar akar, orada altın bileziklerle süslenecekler, ince ve kalın ipekliden yeşil elbiseler giyerek koltuklar üzerine dayanıp kurulacaklar. O ne güzel karşılık ve ne güzel kalma yeri!
Herhangi bir zorluk, herhangi bir deneme, herhangi bir sınav görünmüyor ortalıkta (ekmek elden su gölden misali). Sanırım bu ruhsal boyut (ya da enerji boyutu) diyebileceğimiz bir boyut olmalı. Bir de Dünyaya bakalım ya cehennemin tarifine bu konuda ne diyor Kur’an;
- Ödül ve ikram olarak, bu mu daha hayırlı yoksa zakkum ağacı mı? O ağaç ki, zalimler için onu bir fitne yaptık. Cehennemin ta dibinden çıkan bir ağaçtır o.(zakkum un nerede yetiştigini hepimiz biliyoruz.)
- Ayetlerimizi inkâr edenleri yakında bir ateşe yaslayacağız. Derileri piştikçe, azabı tatsınlar diye, derilerini öncekinden başka derilerle değiştireceğiz. Allah Azîz ve Hakîm'dir. (acaba tekâmül tamamlanıncaya kadar sınav ortamını; tekrar, tekrar dünyaya gelmeyi mi anlatıyor)
- İçinizden hiçbiri istisna edilmemek üzere mutlaka herkes cehenneme varacaktır. Bu, Rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür.
Ruh (enerji=ya da daha ötesinde bir şey) ve Madde
Cennet ve Cehennem
Bir de ara bir boyut var sanırım o da maddesel yaşamı deneyimleyip tekâmülünü tamamlayamamış olan ruhsal ve maddesel boyutu her ikisini de aynı anda görebilen bir boyut ki onu da Kur’an A’raf olarak adlandırıyor:
- Cennetliklerle cehennemlikler arasında bir perde vardır. A'raf üzerinde de, her iki taraftakileri simalarından tanıyan kişiler vardır. Bunlar cennetliklere: "selâm olsun size" diye seslenirler. Bunlar henüz cennete girmemiş, fakat girmeyi arzu eden kimselerdir.

Sınırsız, sonsuz, zamansız bir varlık olan ruhun kendi varlığını unutmuş olarak topraktan yapılmış bir bedende; kendisinin sadece bu bedenden ibaret olduğunu sanarak yaşaması onun ölüp mezara konmuş olması değil midir? Ve bizden istenen sadece bu bedenden ibaret olmadığımızın farkına varmamız mı acaba? Daha da ötesi: Dünya, A’raf, Cennet, Cehennem Hepsi varlık âlemi. Yunus Emre’nin dediği gibi; ‘’İsteyene ver onları,
bana seni gerek seni’’
daha da ötesi mi erişilmesi gereken yer? Mevlana’nın dediği gibi VUSLAT a ermek mi? BU ŞEB-i ARUZ gününde.

Devamı Buradan ...>>

5 Aralık 2008 Cuma

KURBAN GERÇEKTE NEFSİMİZDİR















Selam tüm dostlara
Kurban geleneği Hz. İbrahimle başlamış bir gelenektir ve aslı nefsi kurban etmektir.
Hz. İbrahim çok yaşlı olduğu halde rabbinden bir çocuk dileğinde bulunur. Dileği kabul edilir ancak bir şartla; belli bir yaşa geldiğinde çocuğunu Rabbine kurban etmesi gerekmektedir. Hz. İbrahim kabul eder ve bir çocuk sahibi olur. (sahip olduğumuzu düşündüğümüz hiçbir şey bizim değildir ve nefsimiz onu sahiplenmek için elinden geleni ardına koymaz) Aslında bu onun için bir sınavdır. (Nefsine mi yoksa HAK ka mı uyacağı konusunda). Oğlu belirlenmiş yaşa geldiğinde ''hadi artık zamanı geldi '' denir ve onu kurban etmesi istenir. Hz. İbrahim tereddütsüz bu isteği tam yerine getireceği zaman (ki o sınavı geçmiştir çünkü... onun nefsini temsil eden oğlunu Rabbi uğruna kurban etmekte biran bile düşünmemiştir) ona armağan olarak bir koç gönderilmiş ve KURAN da '' O dosdoğru bir Müslüman idi '' İfadesi onun için kullanılmıştır.
NEFSİMİZİ KURBAN ETMEK HEPİMİZE NASİP OLSUN İNŞAALAH
Peygamberimize ümmeti hakkında sorulduğunda; '' Davetini kabul edenler ve davet edilenler olarak tüm varlığın onun ümmeti'' olduğunu söyler.
Peygamberimizin ümmetine Hayırlı Bayramlar dilerim
SEVGİ İLE KALIN

Antalya Belek te yaşadığım dönemdebir kurban bayramında yazdığım bir şiirimi Sevgili Tontini (yani ablam Dilek) ile mesaj yolu ile paylaşımım sonucunda oluşan bir atışmayı da sizlerle paylaşmak isterim.

Bayram geldi kurbanını kestin mi?
Kurban bilip benliğinden geçtin mi?

Arayıp ta doğru yolu seçtin mi?
Yol ehlinden dolu bade içtin mi?

Bade içip bu dünyadan kaçtın mı?
Hüzne derde sen hiç neşe saçtın mı?

Kamil gibi ilden ile göçtün mü?
Kurban deyip kendi kanın içtin mi?

buna gelen cevap aşağıdaki gibi oldu

Baştan gövdeyi ayırdı kasap
Derimi incecik yüzdü kasap
Pişirip sofraya koydu kasap
Lokma olduk ağzına sağlık kasap
Bu bir gizli hesap

benim cevabım

Hesabı bildim de geldim
Derimi yüzdüm de geldim
Bütün derya ben olsam da
Derede yüzdüm de geldim

Son olarak karşıdan gelen cevap

Senin gibi aşıkları
İpe dizdim de geldim

Devamı Buradan ...>>

20 Kasım 2008 Perşembe

TOPRAK OLDUM, TOHUM CAN BULDU BENDE


Selam, tüm dostlara. Eski bir yazım ama konu tasavvufa gelince.... özellikle çok sevdiğim şiirimi bir kez daha yayınlamak istedim. Dilerim bir gün birileri müziği ile birlikte dile getirir.
Allah meleklerine ;" Âdem’e secde edin" demişti. Kabul ettiler. Sadece biri hariç. Âdem topraktan yaratılmıştı, O ise ateşten. Dedi ki Şeytan;" Ben istersem toprağı şekilden şekil’e sokarım istersem seramik bir vazo, istersem camdan bir şişe." Ama unutmuştu ki; hava olmadan ateş yanmaz, Su ise ateşi söndürür. Ateş, Hava, Su, Toprak Âdemde hepsi mevcuttu.
Gelelim secde meselesine; apaçık diyor ki kuran ;
"Sen İnsan’a (Adem) secde eden misin? (yani melek mi?), yoksa müddet verilenlerden misin? (Şeytan mı?" Şeytana neden müddet verildi? Çünkü o BEN varım, BEN üstünüm, BEN kimseyi tanımam (ama bu arada hatırlatmak gerek ki Şeytan da bir melek ti ve Allah’a secde etmekteydi) yani BEN diyen Şeytan dı.
Allah İnsanı meleklerine;"halifem" diye

tanıttı. Yani ATEŞ, HAVA, SU, TOPRAK’ ı onun eline varlığına vermişti. Ondan istediği ise Toprak bedeninde var olan Su ve Hava ile kendisine isyan edebilen Ateşi dengede tutabilmesiydi. Öyle mükemmel (Adil) yasalar koymuştu ki evrenin her noktasında, şaşmasına imkân yoktu. Allah’ın iradesi mükemmel yasalarını koymuş bize ise, cüz-i bir irade bırakmıştı ve "sen yasalar çerçevesinde özgürsün" demişti. Toprak olmak, Su, Ateş ya da Hava olmak bize kalmıştı.

Ateş olursan eğer suyun buharlaşır, havan tükenir sonuçta kendin de sönersin ve sadece TOPRAK kalırsın. Tohum atılmadan, sulanmadan, havasız ve yeterli miktarda Ateş olmadan da asla Can bulamazsın. Tohum atılıp ta bunlardan birisi (Ateş, Hava, Su) az ya da çok olursa yine yaşayamazsın. Sen Toprak olduğunu kabul et ki Ateş, Hava, Su sana secde etsinler.

Ateş bende, hava bende su bende
Toprak oldum tohum can buldu bende

Zaman yokken bir güzele vuruldum
Aşk uğruna bu dünyaya kovuldum
Aşkım zincir, bense bir köle oldum
Tüm varlıkta Aşkın özünü buldum

Ateş bende, hava bende, su bende
Toprak oldum tohum can buldu bende

Ateş idim yana, yana kül oldum
Rüzgâr olup ese, ese yoruldum
Seller gibi çağlar idim duruldum
Günü geldi, Toprak oldum dürüldüm

Ateş bende, hava bende, su bende
Toprak oldum tohum can buldu bende

Tohum iken bitki oldum, ot oldum
Hayvan yedi bedeninde et oldum
Sonunda kendimi İnsanda buldum
Bedenimden sıyrıldım ben AŞK oldum

Ateş, Hava, Su, Toprak hepsi oldum
Gerçek Aşk’ı Yalnız HİÇLİKte buldum

Devamı Buradan ...>>

12 Kasım 2008 Çarşamba

BİR MUSİBET, BİN NASİHATTAN HAYIRLIYMIŞ


Sevgili dostlar yeniden merhaba.Ben TUTSAK olarak epey uzun zamandır sizlerin güzel yazılarınıza yorum yazmak dışında içimden pek bir şey yazmak gelmiyordu nedense, ama sevgili Ela’nın yazısı ve karga hikâyesi benim oğlum Ege ile yaşadığım bir anımızı aklıma getirdi ve faydalı olacağı düşüncesi ile sizlerle paylaşmak istedim.

O zamanlar Marmaris’te yaşıyoruz ve Ege daha henüz 3 yaşlarındaydı. Annesi ve ben her ikimizde birer sigara tiryakisi olduğumuzdan onun yanında da düşüncesizce (daha doğrusu düşünüyorduk ama kendimize engel olamıyorduk demek daha doğru sanırım) onun yanında da bu eylemimizi sürdürmeye devam ediyorduk.

Bir gün evin bahçesinde oturup ikimizde birer sigara tüttürdüğümüz bir anda meraklı ve arzulu bir çift gözün bizi izlediğini fark ettik. Ege 1 metre ötemizde bütün dikkatini bizim keyifle içtiğimizi düşündüğü sigaralara yoğunlaştırmış anlatamayacağım hoş bir ifadeyle bize bakıyordu.

Bir anda benim sigaraya başladığım dönemlere gitti düşüncelerim. Yasaklarla çocukların eğitilmeye çalışıldığı bir ortamda yaşıyorduk. Yasakların cazibesi, merak, büyüme isteği (ki büyükler sigara içerlerdi ) hepsi bir araya gelince, büyüklerimizin:’’evladım içki iç ama sigara içme içkiyi ancak paran olursa içersin ama sigara öyle bir illet ki paran olmasa da sokakta birisinden istesen verir’’ tavsiyelerinin o zamanlar benim için ne anlam ifade ettiğini hatırladım. O anda karar verdim ve cebimdeki paketten bir tane sigara çıkararak Ege’ye doğru uzattım:’’ içmek mi istiyorsun?’’ diye sordum. Evet, anlamında başını sallayışı ve gözlerinin içindeki parıltıyı hala unutamam. Neyse sigarayı ona uzattım ve bir müddet ne yapacağını izlemek istedim. O kadar dikkatle izlemiş ki, sigarayı iki parmağı arasına sıkıştırıp bizi taklit etmeye çalışması bir an için ikimizin de gülümsemesine sebep oldu. Ama ben devam etmeye kararlıydım ‘’Egecim bak o öyle olmaz’’ dedim ve ondan sigarayı alıp yaktım ‘’bak böyle içeceksin’’ diye derin bir nefes sigaradan çekerek ona ne yapması gerektiğini uygulamalı olarak gösterdim. Sigarayı tekrar eline verdiğimde hiç tereddüt etmeden ağzına götürüşü, derin bir nefes çekişi, gözlerinden yaşların akarak ve öksürerek ‘’KATİL SİGARA NEDEN İÇİYORSUNUZ BUNU ‘’ demesi sadece ve sadece 1 saniye bile sürmedi. Bugün Ege 20 yaşında ve ağzına sigara koymamış bir genç. Sanırım ve dilerim bundan sonra da asla içmeyecek. Üstelik annesine kız kardeşiyle birlikte baskı yaparak sigarayı bıraktırma başarısını göstermişti bir zamanlar. Atalarımız boşuna dememişler demek ki :’’ Bir musibet bin nasihatten hayırlıdır ‘’ diye…
...
Devamı Buradan ...>>

31 Ağustos 2008 Pazar

SİYAH, SARI ve BEYAZ




Siyah, Sarı ve Beyaz
Aslında bu hem biraz geç kalmış bir protesto yazısı benim için hem de birkaç ayrı yönde ders aldığım bir olayın hikâyesi.
Öncelikle sahipsiz sokak köpeklerini zehirli yiyecek atarak yaşam haklarını ellerinden alan tüm belediyeleri protesto ediyorum. Attıkları zehirli yiyeceklerle sadece başıboş sokak köpeklerini değil aynı zamanda (kontrolsüz bir şekilde yaptıkları için ) evlerimizde ailenin bir ferdi durumuna gelmiş olan bizim dostlarımızı da katlediyorlar farkında olmadan.

Anlatacağım hikâye de Antalya’nın Belek beldesinde yaşanmış bir olay..

hala devam ediyorlar mı bilmem ama orada yaşadığım 3 sene boyunca bayağı bir hayvan katliamına sebep olmuşlardı. Dilerim artık katliam yapmak yerine aşılarını yaptırıp gerekirse kısırlaştırıp yaşadıkları doğal ortama bırakma yönteminin farkına varmışlardır.
Belek sahilinde bir arkadaşımın işlettiği bir restoranda ikamet eden hem renkleri, hem de isimleri Siyah, Beyaz ve Sarı olan anneleri ve babaları bir sene öncesi belediye tarafından
atılan zehirli yiyeceklerle öldürülmüş 3 köpek yavrusu vardı. Arkadaşım onları müşterilerden kalan yemeklerle beslerdi ve şirinlikleri ile oraya gelen turistlerin maskotu olmuştu 3 ü de. O günlerde İstanbul’da işleri olan arkadaşım: benimde hayvanları çok sevdiğimi bildiğinden onların bakımı konusunda bana rica ederek 1 haftalığına İstanbul’a gitti. Ben de orada müzik yapıp orada kaldığım için: hem akşamüzeri onlar için ayrılmış olan yemek artıklarını onlara verir, hem de onların birbirleriyle didişmelerini izlerdim. Arkadaşın gittiği 4. gündü sanırım sabah erkenden balık tutmak için kalkmıştım. Sahile baktığımda Siyah yerde kıvranıyor öldü ölecek bir durumdaydı. Hemen diğerlerini aramaya başladım baktım az ileride beyaz daha iyi durumda ama o da yalpalaya yalpalaya yürümeye çalışıyor, Sarı da ise hiçbir şey yok. Siyah çok kısa bir süre içinde öldü. Bu arada ben de restorana gidip bir kap içine yoğurt koydurdum ve yemek istememesine rağmen zorla Beyaz a yedirdim. Neyse 2–3 gün içinde o da kendisini toparlayıp eski haline döndü. Belediyeciler yine yapacaklarını yapmışlardı. O gün civarda bir sürü köpek ölüsü bulduk. Yalnız arkadaşım gelip de konuştuğumuzda ikimizin de garibine giden bir şey olmuştu! Neden sadece Siyah ölmüştü de; Beyaz az etkilenmiş, Sarıya ise hiç bir şey olmamıştı? Onları yemek yerken izlediğimde kendi aralarında bir hiyerarşi oluşturduklarını görmüştüm. Yemek verildiğinde önce Siyah sahipleniyor o doyduktan sonra sıra Beyaz a geliyor ve de en son olarak ta Sarı kalanları yiyordu. Anladık ki o sabah zehirli yiyecek verildiğinde siyah gene hepsinden önce sahiplenmiş, Beyaz'a az bir şey kalmış ve Sarı yiyemediği için zarar görmeden kurtulabilmişti.

Bu olay da yine yaşamın ayetlerinden birisiydi bence. Kendisine kardeşleri ile paylaşılmak üzere verilenleri, paylaşmak yerine sahiplenenlerin başına neler gelebileceğini, Dünyanın da yaşamı paylaşmak üzere tüm canlılara verilen bir yer olduğunu bunu paylaşmak istemeyen ve diğerlerinin hakkına tecavüz edenlerin kendi kuyularını nasıl kazdıklarının bir örneğiydi.

Bize ait hiçbir şey yok ve olmayacak, ama bize sahip olan bir şey var ki biz ona sahip olabileceğimizi düşünüp önümüze çıkan her şeyi yok etmeyi bile düşünebiliyoruz. Bize hayatımız boyunca yaşamamız için gerekli tüm besinleri, bedenimizi, sahip olduğumuzu sandığımız her şeyi veren asıl sahibimiz verdikleri ile beraber bizi de geri alacak. Ne güzel söylemiş Aşık Veysel ;''BENİM SADIK YARİM KARA TOPRAK’tır'' diye.Sevgi ile kalın.
....
Devamı Buradan ...>>

18 Ağustos 2008 Pazartesi

AİDS E FARKLI BİR YORUM


ALLAH(C.C) 4 kitapta Âdemoğluna gönderdiği ilahi yasalar (ayetler) haricinde bütün bir evreni canlıları (ya da varlıkları) düşünen bir akıl için (ki bu insandır.)ayet olarak var etmiştir. Örneğin Araf suresi 58. ayette; ‘’Rabbinin izniyle güzel memleketin bitkisi güzel çıkar; kötü olandan ise faydasız bitkiden başka bir şey çıkmaz. İşte şükreden bir kavim için biz ayetleri böyle açıklıyoruz’’ der. Peygamberimiz Hz. Muhammed’e (S.A.V) ilk gelen ayet ‘’OKU’’(ikra) dır.Ümmi olduğu söylenen (yani okuma yazması olmayan) birisi neyi okuyacaktır? Tabii ki EVREN’İ! Ya da evrenin dört bir yanına dağıtılmış olan ALLAH(C.C.)’in ayetlerini okuyacaktır.
Aynen Arşimet’in hamamda yıkanırken EUREKA, EUREKA (buldum, buldum) diye çırılçıplak fırladığı anda okuduğu ayetin benzerlerini okuyacaktır ve bütün bu ayetler zaten var olan şeylerdir ve bizden bu ayetlerin farkında lığında olmamız istenmektedir. YANİ.. onları okumamız. Evrenin var oluşundan sonuna (kıyamet) kadar (bizim zaman diye adlandırdığımız; ki o sadece bir AN dan ibarettir.) olmuş ve olacak her şey planlanmış ve LEVH-İ MAHFUZ’A (korunan levha ya da kitap) yazılmıştır ve bunu okumakta bize bırakılmıştır (okuyabildiğimiz kadarıyla).Basit bir örnekle anlatmak istersek bir bitkinin tohumu, o bitkiyi yeniden oluşturacak, gövdesi, dalları, vereceği meyvenin nasıl olacağı, ne kadar büyüyeceği gibi tüm bilgileri içeriyorsa; LEVH-İ MAHFUZ da Evrenin bütün bilgilerini içeren bir tohumdur.


Bana göre çağımızın en çarpıcı ayetlerinden birisi olduğunu düşündüğüm bir Ayetten bahsetmek istiyorum.


Günümüzde İngilizce küresel bir dil olarak bütün dünyada kullanılır bir dil haline gelmiştir ve bu dilde AİD kelimesi;’’ zor durumda olanlara gönderilen yardım’’ anlamına gelmektedir. Gelelim bu konuyla hiç ilgisi yokmuş gibi görünen bir başka konuya. Bu konumuz bir hastalık ve bu hastalığı tanımlayan kişiler ‘’elde edilmiş bağışıklık eksikliği sendromu’’ anlamına gelen ‘’ Acquired Immunodeficiency (or Immune Deficiency) Syndrome.’’ adını vermişlerdir ve kelimelerinin ilk harflerini alarak kısaca A.I.D.S demişlerdir.Bu da yukarıda söylediğimiz gibi AİD kelimesinin çoğulu olan YARDIMLAR anlamına gelmektedir. Kendi kendime sorduğumda bir hastalık neye yardım edebilir diye bir anda farkına vardım ki! O gerçekten insanlığa bir yardım dı. Nasıl mı? Günümüzün AŞK tan uzak sadece içgüdüsel ya da bedensel tatmin aracı olan, gerçek amacından uzaklaşmış cinsel yaşamını gözünüzün önüne getirdiğinizde bu hastalığın gerçekten insanlığa bir yardım (ayet) olarak gönderildiğini göreceksiniz.

Bizden istenen Âdem ile Havva’nın cennetten kovulmadan önceki (ki onlar o zaman bedenlerinin farkında bile değillerdi) AŞK larına geri dönebilmemizdir. BENCE!
..
Devamı Buradan ...>>

12 Ağustos 2008 Salı

BİR BAŞKA BEDENDE UYANMAK


Dün gece bir başka zamanda - bir başka yerde - bir başka bedende uyandım!
Tatlı mavi bir gökyüzünün altında, küçücük bir çimenli¬ğin ortasında yatıyordum. Çıplak bedenim ürperiyordu. Ne hoş bir özgürlük! Ayağa sıçradım, koşuyordum, hiç yorgunluk duy¬madan koşuyor, koşuyordum. Yine iki bacağım olduğunu fark edince gözlerim sevinç yaşlarıyla doldu. Dört yıl önce Vietnam' da yitirdiğim bacağım geri gelmişti. Bedenim sağlamdı, kusur¬suzdu, yara izlerim yok olmuştu! Düş mü görüyordum?
Bir patika boyunca koşuyordum, birden önümde ışıltı sa¬çan gerçek bir kadın belirdi. "Seni uzun süredir bekliyordum Jon Lake" dedi, "Adım Lea." Dile getiremediğim düşüncelerimi yanıtlayarak "İki Jon Lake var" diye açıkladı, "biri 1976'da uyuyor, diğeri burada M.S. 2150 yılı diyebileceğin bir zamanda bu kadar hoşlandığın bir bedenle -senin o eşsiz elektronik var¬lığını, yani gerçek 'sen'i barındıran astral ya da ruhsal bedenin¬le yanımda duruyor."
"Burada kalabilir miyim" diye sordum heyecanla, "yoksa o topal bedenime geri mi dönmek zorundayım?"

"Üst düzey Makro farkindalığa erişecek ölçüde özgürleşene kadar" diye yanıtladı, "yani, şu anda var olan, geçmişte var olmuş ve bundan böyle var olacak her şeyin makrokozmik 'bir'liğini fark edene kadar hep 1976'da uyanmak zorunda¬sın..."Kitabın Orijinal Adı: 2150 A.D.

AŞAĞIDAKİ LİNKTEN İNDİREBİLİRSİNİZ
M.S 2150 (Thea Alexander) Downloads: 151 times
Devamı Buradan ...>>

3 Ağustos 2008 Pazar

10 SENE EŞEKLİK YETER





Bu sefer de çocukluğumdan beri hiç unutmadığım bir fıkrayı (ya da meseli) sizlerle paylaşmak istiyorum. Üniversiteye yeni başladığım senelerdi. Derslerden fırsat buldukça sohbet etmek üzere gittiğim bir arkadaşımın dükkânına sürekli gelen 70 yaşlarındaki hoşsohbet bir büyüğümüzden duymuştum ve bugüne kadar da aklımdan silinmedi. Hatta yakın arkadaşlarım bilir:
"- Hep 10 sene eşeklik bana yeter demişimdir." Neyse gelelim mesele:..

Tanrı canlılara yaşam süresi verirken sırasıyla tüm canlıları çağırarak soruyormuş:
"- Sana 20 sene, 30 sene, 40 sene ömür veriyorum yeter mi?". Pek çoğu kendilerine verilen yaşam süresini kabul etmişler. Sıra eşeğe geldiğinde:
"-Sana 40 sene ömür veriyorum, yeter mi?" diye sormuş. Eşek düşünmüş taşınmış: "-Tanrım ben o kadar yük taşıyacağım, insanlara hizmet edeceğim, bu kadar süre bana fazla 20 sene bana yeter demiş." Yine birçok hayvan kendilerine verilen yaşam süresini olduğu gibi kabul etmişler ve sıra maymuna geldiğinde gene sormuş:
" Sana 40 sene yaşam süresi veriyorum yeter mi?."maymun da düşünmüş taşınmış ve:
"- Tanrım ben yaradılışım gereği insanları eğlendireceğim şaklabanlıklar yapacağım o kadar uzun süre nasıl dayanırım? 20 sene bana yeter."demiş. Yine birçok canlının yaşam süresi belirlendikten sonra en sonunda sıra insana gelmiş.
İnsana da ;
"- Sana 40 sene ömür veriyorum yeter mi? " diye sorduğunda Tanrı, insan hemen itiraz etmiş:
"- Olur mu ya rabbi! Bana akıl veriyorsun, halifen olarak dünyaya gönderiyorsun, bu kadar sürede ne yapabilirim ki ? "demiş. Peki, o zaman demiş Tanrı:
"-20 sene eşekten kaldı onu da sana vereyim yeter mi?" İnsan gene düşünmüş ve:
"-Ben bu kadar icadı buluşu 60 seneye mi sığdıracağım o da yetmez bana " diye cevaplamış. Bunun üzerine Tanrı;
"- Son olarak maymundan da 20 sene kaldı ama başka yok." demiş ve böylece tüm canlıların yaşam süreleri belirlenmiş olmuş.

Bu noktada en son söz de bizim 70 yaşlarındaki büyüğümüzden gelmişti. Dedi ki: "-İnsanların 40 yaşına kadarki süreleri insanlık çağlarıdır. 40 tan 60 a kadar dünyayı sırtlarında taşırlar ki o da eşeklik çağlarıdır. 60 tan sonra da benim gibi, çoluk çocuğun maskarası olurlar, o da maymunluk çağlarıdır." O zamandan beri hep düşünmüşümdür en fazla 10 SENE EŞEKLİK YETER diye.
....
Devamı Buradan ...>>

29 Temmuz 2008 Salı

ŞEKERCİ DEDE


Uzun zamandır kendi blogun'da yazan TUTSAK artık yazılarını bizimle paylaşacak.Kendisine; sufi-saja ailesine hoşgeldin diyoruz ve kendi blogunda yayınlamış olduğu bir yazıyı yayınlıyoruz.

Şekerci Dede

Net olarak hatırlamıyorum ama, zaman 1990'ların sonu veya 2000' li yılların başladığı bir dönemdi (sanırım 1996-2000 yılları arası ). İzmir'de; spritüel, felsefik ve dinsel konularda sürekli araştırmalar yapan, okumaya meraklı, okuduklarını ve duyduklarını birbirleri ile paylaşmayı; zaman zaman da, paylaşımlarını ateşli tartışmalara dönüştürmeyi seven; kimisi tarikatlı, kimisi medyumsal özellikler taşıyan, kimisi hiçbir konuya direkt müdahele etmeden sadece dinlemeyi tercih eden, kısacası çok sesli türk halk müziği korosu kıvamında 15-20 kişilik bir gruptuk. Zaman zaman antik kentleri gezer; tarihin o döneminde hangimizin hangi kimlikle yaşamış olabileceğini tartışır; aynı zamanda da reenkarnasyon, telepati, telekinezi v.s. gibi bilumum fenomenler konusunda hararetli konuşmalar geçerdi aramızda. Yine bir gün,..

aldığımız bir duyum üzerine O zatı görmek, tanımak üzere gruptan dört arkadaş Manisa'ya gitmeye karar verdik.
Manisa otogarında otobüsten indiğimizde biraz heyecan, biraz korku, biraz da kuşku ve merakla; bize günümüz Evliyalarından birisi diye anlatılan (ki daha sonradan Kutup ya da Gavs diye adlandırılan bir makama ermiş olduğunu öğrendiğimiz) Şekerci Dede'nin yerini sormak oldu ilk işimiz. Sorduğumuz taksici arkadaş;

"-durun ben de o tarafa gidiyorum sizi bırakıvereyim"

dedi. Çarşıya vardığımızda;

"-şu aralıktan yukarıya doğru yürüyün, kime sorsanız size gösterir"

dedi ve uzattığımız parayı almadan yanımızdan ayrıldı. Kısa bir yürüyüş ve birkaç kişiye sorduktan sonra sonunda bulmuştuk. Kapısının önünde 8-10 kişinin beklediği, girişin hemen yan tarafında içi ekmek dolu bir ekmek dolabı bulunan; dışarıdan göründüğü kadarıyla en fazla 15-20 metrekare büyüklüğünde bir dükkandı geldiğimiz yer. Bekleyenlerden birisi (ki üzerindeki giysilerden yoksul birisi olduğu anlaşılıyordu) kapıda duran gence;

"-4 tane ekmek alabilirmiyim?"

diye seslendi.

"-tabii ki! dolabın kapısı açık, ne kadar ihtiyacın varsa alabilirsin"

diye yanıtladı onu, gülümseyerek kapıda duran delikanlı.

Çok ziyaretçisi olduğu ve içerisi küçük olduğu için ziyaretçileri sırayla ve kısa süreli olarak içeri alıyorlardı. Kapıda bekleyenler arasında, giyimlerinden ekonomik durumlarının çok iyi olduğu anlaşılan birkaç kişi (ellerinde kucak dolusu paketlerle gelmişlerdi) dışında, çocuklar, türbanlı-türbansız bayanlar, kısacası toplumun her kesiminden insanlar vardı. Sıra bize gelip içeri girdiğimizde, tavana kadar yükselen raflar içinde bir sürü kitap, bazı raflarda rengarenk başörtüleri bir masa üzerinde de kaplar içerisinde envai çeşit şeker duruyordu. İleride sol tarafta geniş bir koltuk üzerinde 90 lı yaşlarını çoktan geçmiş olduğunu tahmin ettiğim , bembeyaz sakallı yumuşacık yanaklı, güleryüzlü tonton bir dede oturuyordu. Kapıdan giren herkes Şekerci Dede'nin ikramlarının herhangi birisinden mutlaka nasibini alıp öyle çıkıyordu dışarıya. Kimisi duasını istiyordu, kimisi bir başörtü, çocukların en sevdiği şey şekerler, kimisine de birşey istemese de oradan bir dua kitabı mutlaka veriliyordu.

Sıramız gelip yanına oturduğumda elini öpmek istedim müsaade etmedi ellerimi elinin içine aldı ve sessizce dua etmeye başladığında sanki ellerimden tüm vücuduma doğru bir ısı ve rahatlama yayılmaya başladı. O anda ne olduğunu anlayamamıştım. Üç dört ay sonra Şekerci Dede'nin ameliyat olmak üzere Özel Sağlık Hastanesine yattığını duyduk. 4 yaşındaki oğlumu da yanımıza alıp ziyaretine gittiğimiz de; oğlumla Şekerci Dede arasında yaşanan olay sadece bizi değil o anda odada olan herkesi şok etti. Mucize mi dersiniz keramet mi bilemem ama ben anlatayım ne olduğuna siz karar verin.

Biz hastaneye vardığımızda, bir gece önce ameliyat olduğu; o gün öğleden sonra da hastahaneden çıkıp Manisa'ya geri döneceği söylendi. Hastane görevlisinin yukarıya çıkmamıza izin vermek istememesine rağmen bir yolunu bulup odasına kadar çıkmayı başarabildik. Odasında da Manisa'daki dükkanda olduğu gibi şekerler, kolonya, açılmış ve gelenlere ikram edilmek üzere koltuğun ve masanın üzerine bırakılmış cips paketleri vardı. Hepimizin geçmiş olsun faslından sonra, oğlumu elini öpmek üzere Şekerci Dede'nin yanına götürdüğümde onun ufacık ellerini; ellerinin arasına aldı ve gene sessiz bir şekilde dua etmeye başladı. Ancak ilginç olan 4 yaşındaki oğlum sanki kendisinden geçmiş, tam bir trans hali ile dede'nin gözlerine kitlenmişti. Yaklaşık 15-20 dk. boyunca da öylece kalakalmıştı. Bu olayın hemen ardından (Arada hiçbir konuşma geçmediği halde ) oğlumun ilk yaptığı iş gidip masanın üzerindeki cips paketlerinden birisini alıp, orada bulunan herkese sıradan ikram etmeye başlamasıydı. İşin ilginç yanı ise 4 yaşındaki bir çocuğun kendisi için bir tane bile alıp yemeden, sanki kendisine bir görev verilmiş gibi herkese dağıtıp; sonra götürüp tekrar yerine geri koymasıydı. Bu arada yeni gelenler oldukça, bu olayı birkaç kez daha tekrarladı. Hepimiz donmuş kalmıştık sanki. Bu arada Şekerci Dede'nin öğrencisi olduğunu öğrendiğimiz sevgili Ahmet Hulusi, arabasıyla dede'yi alıp Manisa'ya götürmek üzere hastaneye geldi. Hep birlikte aşağıya inip dedeyi uğurlarken oğlum iki gözü, iki çeşme ağlıyor, bir yandan da;

"-ne olur dedeyi götürmeyin, onu bize götürelim"

diye yalvarıyordu. Ne yazık ki bu onu son görüşümüz oldu.
....
Devamı Buradan ...>>