.

"Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur."Kemal ATATÜRK .
GİZEM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
GİZEM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Şubat 2009 Pazar

SİHİRLİ OLAN KAVALCI MI, KAVAL MI ?


ÇANAKKALE’de, ‘Apollon Smintheus’ kazıları, arkeolojik araştırmalara yeni bir yön verecek bulgular elde edilmesini sağlamış. Apollon Smintheus Kazı Heyeti Başkanı Prof. Dr. Coşkun Özgünel, “Kazılarımızda aynı zamanda, Fareli Köyün Kavalcısı’nın da Çanakkaleli olduğu bulgusuna ulaştık. Smintheus farelerin efendisi demektir. Apollon da kavalcıdır” demiş.”Fareli köyün kavalcısı” masalını bilmeyeniniz yoktur sanırım. Kavalcımızın Çanakkale’li olduğu gerçeği ortaya çıkınca, masalı irdelememiz gerektiğini düşündük. Ne demek istiyordu bu masal bize? Fareli köy neresi? Kaval ne? Kavalcıyı ve köylüyü aldatan Köyün muhtarı kim? Fareler ve çocuklar neyin simgesidir acaba diye düşündük. Siz ne dersiniz?

Zamanın birinde halkı mutluluk içinde yaşayan bir köy varmış. Günlerden bir gün köyün bütün evlerine fareler dolmuş. Binlerce fare köyün sokaklarında, evlerde dolaşmaya başlamış.Ne bulurlarsa yiyorlarmış. Gel zaman git zaman halk ne yapacağını şaşırıp kalmış. Köy muhtarından bu işe bir çare bulmasını istemişler. Muhtarın da elinden bir şey gelmiyormuş. Böylece köyün adına FARELİ KÖY denmiş.
Bir gün fareli köye bir çalgıcı uğramış. Muhtara: "Eğer bana bir kese altın verirseniz, köyü farelerden temizlerim." demiş. Bütün köy halkı bu habere sevinmişler. Aralarında hemen çalgıcının istediği bir kese altını toparlamışlar ve muhtara teslim etmişler. Halkın tek istediği bu farelerden kurtulmakmış.

Çalgıcı isteğinin kabul edildiğini öğrenince başlamış kavalını çalmaya. Kavaldan öyle tatlı, öyle güzel sesler çıkıyormuş ki, fareler saklandıkları yerlerden akın akın çıkarak çalgıcının yanına geliyorlarmış. Kısa bir sürede çalgıcının etrafı binlerce fare ile dolmuş. Köydeki bütün farelerin çalgıcının etrafında toplandığı sırada çalgıcı yürümeye başlamış. Köye gelirken gördüğü dereye doğru hep birlikte yürümüşler. Çalgıcı önde kavalını üflüyor, fareler peşinden geliyormuş. Çalgıcı dere kenarına gelince suyun içine yürümüş. Derede o kadar çok su varmış ki, fareler de peşinden gelmek isteyince dereye düşen farelerin hepsi suda boğulup ölmüş. Çalgıcı bütün farelerin öldüğünü görünce ödülü olan bir kese altını almak için hemen köye geri dönmüş.

Fareleri yok eden başarısından sevinç duyduğu için, emin adımlarla yürüyormuş. Sonunda köye varınca: "Bir kese altınımı alırım. Bu altınlarla şehre gider, işimi kurarım. Bende zengin insanlar arasına katılır ve rahat yaşamaya başlarım" diye düşünmüş. Bu düşüncelerle muhtarın yanına varan çalgıcı muhtardan ödülünü istemiş. Muhtar oyunbozanlık yapmış. "Nasıl olsa farelerden kurtulduk, bir kese altını vermesem olur" diye düşünmüş. Çalgıcıya çeşitli nedenler göstererek altınlarını vermemiş.

Çalgıcı kandırıldığını anlayınca: "Ben size bir oyun oynayayım da görün" demiş. Başlamış kavalını tekrar çalmaya. Bu sefer kavalın sesini duyan bütün çocuklar çalgıcının yanına koşmuş. Çalgıcı da hem kavalını üflüyor, hem de yürüyormuş. Köyün bütün çocukları da kavalcının peşin sıra yürümeye başlamışlar. Köyde hiç çocuk kalmamış. Analar babalar kara kara düşünmeye başlamışlar.

Köylüler muhtara gidip: "Ne yapacağız, ne edeceğiz. Sen çalgıcının hakkı olan bir kese altını vermeliydin. Bak şimdi çocuklarımızı aldı götürdü" demişler.
Kavalcı kızgın kızgın, peşinde çocuklarla birlikte ormana varmış. Ormanda bir ağacın altında dinlenirken aklına tekrar muhtara gitmek altınlarını bir daha istemek gelmiş. O sırada telaşla yerinden kalkınca kavalını almayı unutmuş. Sihirli kavalı bulan bir çocuk, arkadaşlarının yanına gelmesi için başlamış çalmaya. Kavalın sesini duyan çocuklar hemen ormanda toplanmışlar. Hemen köye, annelerinin babalarının yanına dönmeyi düşünmüşler. Kavalı bulan çocuk köyün yolunu biliyormuş. Kavalı çalan çocuk önde diğerleri arkasında köye geri dönmüşler. Anneleri, babaları çok sevinmişler. Şenlikler düzenlemişler. Kırk gün kırk gece bayram etmişler.

Tabi bu sırada da köylüler muhtarı azarlamışlar. Çalgıcının hakkını vermesini söylemişler. Hakkını alan çalgıcıda hayallerini gerçekleştirmek için köyden ayrılmış. Onlar ermiş muradına, biz de ULAK'taki Zekeriya'nın dediği gibi:"Bu masalı anlatana da dinleyene de, okuyana da çok iş düşer" diyerek bitirdik sözümüzü.Sevgilerimizle.

Devamı Buradan ...>>

2 Ağustos 2008 Cumartesi

OSURUKTAN PARA KAZANAN ADAM


İşsiz misiniz? Yeni bir iş mi arıyorsunuz? Elimdeki tam size göre bir iş olabilir!
Öykümüze başlayalım.
Küçük Joey, l Haziran 1857 tarihinde, Fransa'nın Marsilya şehrinde doğmuştu. Gizli yeteneğini keşfetmesi uzun sürmedi. Genç bir çocukken, ailesiyle deniz kıyısına giderlerdi. Bir gün, yüzerken, nefesini tutup suya dalmaya karar verdi.
Bu dalış tarihe geçmeli. Birdenbire, buz gibi soğuk suyun içine işlediğini ve bağırsaklarına dolduğunu hissetti. Kulağa eğlenceli geliyor! Çok korkan küçük Joey denizden çıkıp annesinin yanına koştu. Aniden, suyun vücudundan dışarı çıkıp sahile boşaldığını hissetti. Oh, ne utanç verici!
Pujol büyüdüğünde askere çağrıldı. Burada, erkeklerin tipik iğrençlik muhabbetlerinden biri sırasında, çocukken yaşadığı deneyimden bahsetti ve elbette, göstermesini istediler. ..
Bir sonraki çarşı izinlerinde, Pujol denize gidip tekrar denedi. İşe yaramıştı!
Pujol bu yeteneğini geliştirmeye başladı. Bir leğen su ile gizlice provalar yaptı. Anal ve karın kaslarını gererek içine aldığı ve dışarıya bıraktığı su miktarını kontrol edebilir hale geldi. Suyu dört beş metreye kadar püskürtebiliyordu.
Kısa sürede bir sonraki aşamaya geçmek için hazırdı: Su yerine hava kullanmak. Osuruk sanatı işte böyle doğmuştu!
Pujol, terhis olduktan sonra, aile fırınında çalışmaya başladı. Geceleri ise mahalle barlarında şarkı söylüyor, trombon çalıyor ve komedyenlik yapıyordu.
Diğer üflemeli enstrümanındaki ustalığını, özel arkadaş gruplarında sergiliyordu. Herkes bu numarayı da şovuna eklemesi için ısrar ediyordu.
Gösterisini mükemmelleştirdikten sonra Marsilya'da bir yer tuttu, büyük bir tanıtım kampanyası yaptı ve sonuçta her gece kapalı gişe oynadı.
Pujol sahneye ipek ve kolalanmış beyaz keten giysiler içinde çıkıyordu. Açılış konuşmasını tamamladıktan sonra öne eğiliyor, dizlerinin üstüne çöküyor ve kıçı seyirciye dönük olarak bir dizi taklide başlıyordu. Surat ifadesi hiç değişmiyordu. Ama aynı şeyi seyirci için söylemek mümkün değildi. O kadar çok gülüyorlardı ki korsesi sıkan bazı kadınlar baygınlık geçiriyordu. Salonda her gösteri için sağlık ekibi bulundurulması zorunluluğu getirilmişti.
Küçük, zarif bir osuruk salarak küçük bir kızı taklit ediyordu. Kayınvalidesini taklit etmek içinse uzunca osuruyordu. Top atışını, makineli tüfekleri ve gök gürültüsünü de unutmayalım. Müzik bile çalabiliyordu. Gösterisi bir buçuk saat sürüyordu.
Oldukça yetenekli bir adam!
Gösterinin finalinde, seyirciyi de kendisine eşlik etmeye çağırıyordu. Büyük bir osuruk orkestrası. Müthiş kokuyor olmalı!
Elbette, kuşkucu davrananlar da vardı. Pujol, sahtekâr olmadığını ispatlamak için tıbbi testlerden geçmek zorunda kalmıştı.
Pujol, Fransa'da o günlerin en çok para kazanan şovmeniydi. Ancak, sonunda emekli oldu ve fırıncılığa geri döndü. Ailesine baktı ve 1945 yılında, 88 yaşındayken öldü. Sorbonne'daki tıp fakültesi, vücudunu incelemek için 25 bin frank önerdi ama ailesi bu teklifi geri çevirdi.
Ve böylece dünyanın en büyük osurukçusunun yaşamı sona erdi. Her şey havaya karıştı.
Alıntı;Steve Silverman
..
Devamı Buradan ...>>

21 Mayıs 2008 Çarşamba

ERKEKLER ESKİDEN NASIL TIRAŞ OLUYORLARDI?

1991 'de Avusturya Alpleri'nde buzullar arasında donmuş bir erkek cesedi bulundu. Şaşırtıcı olan cesedin 5.200 yıl önce yaşamış birine ait olması ve bugüne kadar hemen hemen hiç bozulmadan kalabilmesiydi. 'Alp Çobanı' adı verilen bu,cesette dikkat çeken bir başka husus da, yüzünde sakal ve bıyık olmamasıydı.
Arkeologlara göre erkekler tarih öncesi devirlerde de tıraş oluyorlardı. Mağara duvarlarındaki bu devirlerden kalma resimler sakal tıraşı için kabukların, ......… köpekbalığı dişlerinin, en çok da keskinleştirilmiş çakmaktaşlarının kullanıldığını göstermektedir. Günümüzde keşfedilen bazı ilkel kabilelerde çakmaktaşının bu amaçla kullanıldığı gerçekten de görülmektedir. Mısır'da açılan mezarlarda eski Mısırlıların M.Ö. 4. yüzyılda sakal kesmek için kullandıkları altın ve bakır aletler bulunmuştur.
Tarih öncesi erkeğinin sakal tıraşı olma nedeni, kesilmezse 150 santimetreye kadar uzayabilecek olan sakalın hareket kabiliyetini hayli kısıtlamasıdır. Ancak sinek kaydı tıraş olma ihtiyacının nedeni bilinmemektedir. Her gün kesilmesi gerekiyorsa erkekler niçin sakallı yaratılmışlardır, o da ayrı bir konu. Erkekler günümüzde olduğu gibi geçmiş zamanlarda da din, toplumsal konum ve moda gibi nedenlerle tıraş oluyorlardı. Örneğin, Ro-ma'da sadece özgür insanlar tıraş olabilirdi.
MS. 14. yüzyılda şimdiki usturanın ilkelleri ortaya çıkmaya başladı, ama erkeklerin acılı ve kanlı tıraş derdi 20. yüzyılın başlarına kadar devam etti. King Camp Gillette (jilet) ABD'de 1901 yılında ilk iki taraflı jileti keşfetti. Ancak Birinci Dünya Savaşı yıllarına kadar 168 jilet ve 51 makine satabilmişti. Savaş başlarında ABD hükümeti ordunun ihtiyacını karşılamak için firmaya 3,5 milyon tıraş makinesi sipariş etti. Böylece tıraş bıçağı bir sektör haline geldi
Kısa bir süre sonra eski bir kılıç üreticisi olan Wilkinson firması da tıraş bıçağı üretimine geçti ve bu ikili günümüze kadar piyasanın devleri olarak geldiler. Günümüzde Gillette dünya pazarının yüzde 66'sini elinde bulundururken, Wilkinson'un payı yüzde 20'dir. Daima sektörün motoru olan Gillette aslında kaşifinin ve firmanın ismi ve bir marka iken ürünün de ismi haline gelmiştir.
1950'li yıllarda ilk elektrikli tıraş makineleri devreye girdi. Aynı yıllarda ise paslanmaz çelik tıraş bıçağı piyasaya çıktı. Günümüz erkeklerinin yaklaşık yüzde 80'i ıslak tıraşı yani tıraş bıçağı kullanmayı tercih ediyor. Dünyada tıraş olan 2 milyar erkek ve her birinin yüzünde ortalama 15 bin kıl varken ve hele hele bu kıllar günde yaklaşık 2 milimetre uzarken, yani bir erkeğin ömrünün ortalama 100 günü tıraş olmakla geçerken, kim bükebilir tıraş bıçağı sektörünün bileğini?...
..
..
Devamı Buradan ...>>

4 Mayıs 2008 Pazar

10.000 YIL ÖNCE DÜNYADA İLK BEYİN AMELİYATI ANADOLUDA


Aksaray’ın 25km güneydoğusundaki iç Ana dolunun neolitiğinin en eski yerleşimi olan Âşıklı höyük de yapılan kazı çalışmalarında kafataslarından bazılarına trepanation (trepanasyon, beyin delgi ameliyatı )yaptıkları ortaya çıktı. Antik dönemlerde başı ağrıyan kişilerin ağrısını çıkartmak için kafada açılan delik temeline dayanan trepanasyonun âşıklı höyükteki uygulamalarında operasyon geçiren kişilerin hemen ölmediği o şekilde 2-3ay yaşamlarını sürdürdükleri de anlaşılmıştır.
KAYNAK:Türkiyede Neolitik Dönem : Ufuk Esin
Devamı Buradan ...>>

1 Mayıs 2008 Perşembe

SAAT NİÇİN SAĞA DOĞRU DÖNÜYOR?



İlk olarak eski Mısırlılar, güneşin her gün düzenli bir hareketle doğup, belirli zamanlarda gökyüzünün aynı noktalarında bulunup, battığını gözlemlediler ve bunun bir günü zaman parçalarına ayırmada kullanılabileceğini keşfettiler.
Böylece güneşin bu hareketinden yararlanarak ilk güneş saatini yaptılar. Bu saat, meydanlık bir yere yüksek bir taş koymak ve güneşin hareketi sırasında, bu taşın gölgesini takip etmekten ibaretti.
Mısır, konumu itibari ile kuzey yarım kürede fakat...... ekvatora da yakın bir ülke olduğundan, güneş doğduğunda, gölge hemen tam batıda oluşuyor, güneş yükseldikçe gölge kuzeye, yani sağa doğru hareket ederek, güneş batışında doğu yönüne ulaşıyordu. Yani gölge bugünkü tüm saatlerin akrep ve yelkovanında olduğu gibi soldan sağa doğru dönüyordu.
Daha sonraları, pendulumlu, pilli saatlerde de yön değişmedi, hatta sağa doğru dönüşler 'saat yönüne dönüş' diye adlandırılır oldu.
Avustralya gibi ekvatorun güneyindeki ülkelerde, güneş doğarken taşın gölgesi güneye düşer ve güneş yükseldikçe sola doğru dönüş yapar. İlk saat orada keşfedilseydi, bugün akrep ve yelkovan ters yönde dönüyor olabilirdi...
..
..
Devamı Buradan ...>>

22 Nisan 2008 Salı

NİÇİN TAHTAYA VURUYORUZ? AMAN VUR..!


Meşe ağacına insanların ruhani bir değer vermesi çok eskilere dayanır. Ağacın yüksekliği ve sağlamlığı nedeni ile bazı güçlere sahip olduğuna inanılıyordu. Tahtaya vurma inancı dünyanın apayrı iki yerinde birbirinden bağımsız olarak gelişti. Önce milattan önce 2000'li yıllarda Kuzey Amerika yerlilerinde, sonra da Ege'de Helen uygarlığında.
Her iki kültür de meşe ağacına çok sık yıldırım düştüğünü gözlemlemişti. Amerika yerlileri meşenin, Tanrının yıldırımla yeryüzüne inip üzerinde oturduğu yer olduğuna, Helenler ise ......Yıldırım Tanrısı olduğuna inanmışlardı.
Kuzey Amerika yerlileri bu batıl inancı bir adım daha ileri götürdüler. Bu ağacın köküne vurarak, ileride başlarına gelebilecek tehlikelere ve şansızlıklara karşı Tanrı ile temasa geçtiklerine inanıyorlar ve ondan kendilerini korumasını istiyorlardı.
Ortaçağda ise Hıristiyan din adamları bu inancı kendi devirlerine taşıdılar. Onlara göre bu inanışın temelinde Hz. İsa'nın tahta bir çarmıhta öldürülmesi yatıyordu. Hatta Avrupa'nın her katedralinde orijinal tahta haçın küçük bir parçasının bulunduğuna inanılıyordu. Bu tahtaya vurmak ise "Tanrım dua ve isteklerimi gerçekleştir" anlamına geliyordu.
Bu arada diğer kültürlerde inanıştaki tahta aynı kaldı ama cinsi biraz değişti. Amerika yerlileri ve Helen medeniyetinin ağacı meşe iken, Mısırlılar incir ağacını, Almanlar dişbudağı tercih ettiler. Hollandalılar ise ağacın cinsine önem vermediler. Boyasız ve cilasız olması onlar için yeterliydi.
Amerikalıların tahtaya vurma inancının kökeni ne gariptir ki Amerikan yerlilerine dayanmıyor. Romalılar devrinde Avrupa'da iyice yaygınlaşan eski Helen inancının bir parçası olarak Amerikalılar tahtaya vuruyorlar.
Başımıza gelebilecek kötü şeyleri savuşturmak için tahtaya vurma inancı hala devam ediyor ama uygulama alanı çok daraldı. Her taraf plastik ve laminat dolu. Si/ en iyisi yanınızda daima bir küçük tahta parçası bulundurun. Meşe ağacından olursa daha da iyi olur!
..
..
Devamı Buradan ...>>

8 Nisan 2008 Salı

ARI SÜTÜ NEDİR


Bir arı kolonisinde on binlerce işçi arı, binlerce erkek arı ve sadece bir tane ana (kraliçe) arı vardır. Ana arı kovanın her şeyidir, yokluğunda iş düzeni ve üretim durur. Ana arı kovanda tek olduğu gibi, ölümü halinde yerine geçebilecek ikinci bir arıya da izin vermez. Kovanda ana arı adayı olmak demek ölüm demektir.
Ana arının yok olmasına bir şekilde ölmesi neden olabileceği gibi arıcı tarafından da bilinçli olarak kovandan alınabilir. Ana arı yok olunca koloninin kendisine süratle yeni bir ana arı edinmesi gerekecektir. Bu yeni ana arı eskisinin yumurtladığı son yumurtalardan çıkacaktır.......…
Bu yumurtaların arı sütü ile beslenmesi, yeni ana arının arı sütü içinde doğuş ve gelişme evrelerini geçirmesi gerekmektedir. Burada görev yine işçi arılara düşer. İşçi arılar üst çene bezlerinden beyaz renkte, pelte kıvamında, hafif keskin koku ve tatta bir sıvı salgılarlar. İşte arı sütü budur. Bu salgı ile beslenen yumurtalar 16 gün sonra arı olarak gözü terk ederler.
Arı yetiştiricileri bu safhada larvaları yok ederek, arı sütünü kaşıklarla gözlerden toplarlar. Her bir gözden yaklaşık 0,l gram arı sütü alınabilir. Yüzde 65'i su, yüzde 35'i ise protein, yağ, şeker ve vitamin ihtiva eden kuru maddeden oluşmuştur.
Arı sütü, özellikle sinir sistemi hastalıklarında, yorgunluk sorunlarında, kısırlık ve damar sertliği tedavilerinde, insana güç ve zindelik kazandırmada kullanılan, doğrudan doğadan gelen önemli bir tabii gıdadır. Piyasaya saf veya bala karıştırılmış halde, draje veya tablet halinde sunulmaktadır.
..

Devamı Buradan ...>>

4 Nisan 2008 Cuma

KELEBEK KANATLARINDAKİ HARFLER


Fotoğraf sanatçısı Kjell Sandved, 24 yıllık araştırma sonucu , kelebek kanatlarındaki desenlerde alfabenin bütün harflerini ve 1'den 9'a bütün rakamları fotoğraflamayı başarmış.gerçekten bize çok ilginç geldi daha detaylı bakmak için burdan baka bilirsiniz.
Devamı Buradan ...>>

7 Mart 2008 Cuma

KUCAKLAMA GÖMLEĞİ


Son yılların en iyi icatlarından biri olarak kabul edilen kucaklama gömleği THE HUG SHİRT bir bluetooth aksesuarı.Kucaklama yollamak bir SMS yollamak kadar kolay artık. Sarılmayı gönderen kişi ve alıcı aynı gömleği giyiyor ve sanki sevdiğine sarılıyor gibi kendine sarılıyor ve cep telefonu aracılığıyla sevdiğine SMS yolluyor.Mesajı alan kişi vücudunda karşı tarafın vücut sıcaklığını gömlekte bulunan sensörler vasıtasıyla hissediyor.İşte duyguyla-teknolojinin muhteşem birleşmesi .Bu teknoloji iş veya başka bir nedenle sevdiğinden ayrı düşen sevgiliye ,bir anneye ,babaya ,bebeğe özlediği fiziksel teması armağan ediyor.
Bir kucaklama,
Bir el sıkışma,
Bir teşvik,
Bir öpücük ,bütünüyle önemli insan için.
Bir küçücük masum temasla insan kendini iyi hisseder,diğerinin varlığını algılar,yakınlık,sıcaklık,gevşemiş uyumun duyusuna kapılır.Kucaklama esnasında pozitif doğal kimyasallar vücudumuzca salgılanır kan basıncımız ve stresimiz yatışır.
Eskiden uyumayan çocukların üstüne annenin kokusu olan bir örtü örtülürdü.Ben de kucağımdaymış gibi çocuklarımı sağından solundan yastıklarla desteklerdim.Huzur dolu uyusunlar diye...Şimdi uzaktaki babalar ya da anneler çocuklarına bir adet kucaklama SMS' i yollayacak ve ağlayan çocuklar mışılll mışılll uykunun penbe kanatlarına bırakacaklar kendilerini.Haydi hayırlısı..kaynak Yazan:Tontini Araştırma:Sufi
Devamı Buradan ...>>

1 Mart 2008 Cumartesi

ZAMANDA YOLCULUĞA HAZIRMISINIZ?


İnsanoğlunun en büyük düşlerinden biri olan zamanda yolculuk 3 ay içinde gerçek olabilir.

Rus bilim adamları İsviçre’de yapılacak ve evrenin oluşumunu inceleyecek olan 9 milyar dolarlık deneyin bir zaman tüneline yol açacağını iddia etti.

Canlı kopyalama, ısmarlama organlar, aya seyahat derken, iki Rus matematikçi, dün bilim gündemine damgasını vuracak bir açıklama yaptı ve “Mayıs ayında gelecekten gelen misafirler için hazırlanın” dedi. İşin aslı ise, fizik biliminin gizemli ayrıntılarında gizli. İsviçre’nin Cenevre kentindeki Avrupa Nükleer Araştırmalar Merkezi (CERN), mayıs ayında bugüne kadar yapılmış en büyük fizik deneyini gerçekleştirecek. 4 milyar dolara malolan Büyük Hadron Çarpıştırıcısı (Large Hadron Collider, LHG) ilk kez denenecek. Bu deneyde, atomlar birbirlerine ışık hızına yakın bir hızla çarpıştırılacak. Ortaya evrenin varolmasına neden olan “Büyük Patlama”nın ilk saniyelerinin küçük bir örneği çıkması bekleniyor. Böylece evrenin kökeniyle ilgili bilgi elde edilecek.

Bilim kurgu değil;

Buraya kadar her şey kuantum......
yani parçacık fiziğinin alanı olarak gözüküyor. Ancak Moskova Steklov Matematik Enstitüsü’nden iki matematikçi Irinia Arefava ve Igor Volovich’e göre bu deney sırasında ortaya çıkan yüksek enerji, zamanda bir kırılma yaratacak. Atom düzeyinde bile olsa bir zaman tüneli oluşacak. Dünyanın sayılı matematikçilerinden Volovich’in bu iddiası bilim dünyasında “rüya ya da bilim kurgu” olarak değil ciddiyetle karşılandı. İddiayı dünyanın sayılı bilim dergilerinden İngiliz NewScientist, kapağına taşıdı.
Tarihe geçecek deney

LHC’deki çarpışmada 7 teraelektronvolt (TeV) miktarında enerji açığa çıkaracak. 1 TeV, bir sivrisineğin uçarken çevresine yaydığı kinetik enerjiye eşit. Ancak bu enerjinin, sivrisineğin 1 trilyonda biri küçüklükte bir alanda ortaya çıktığı düşünüldüğünde, enerjinin büyüklüğü ortaya çıkıyor. Ünlü Alman fizikçi Einstein’in teorisine göre uzay en, boy, yükseklik ve zaman olarak 4 boyuttan oluşuyor. Ve zaman uzayı bir örtü gibi çevreliyor. Yüksek bir enerji, uzayda bozulmaya neden olarak, zamanda bir “tünel” yaratabiliyor.

Bu zaman tüneliyle teoride, geçmişe yolculuk mümkün. Volovich’e göre yüzyıllar veya bin yıl sonra, torunlarımız tarih kitaplarında, CERN’deki deneyi okuyacak. Deneyin ne zaman, kaçta ve nerede yapıldığı hakkında bilgi sahibi olacaklar. Ve o zamanki teknolojiyi kullanarak, açılmış olan “zaman tünellerinden” bizi ziyaret edecekler.

E=mc2

Dünyanın en ünlü formüllerinden biri olan Einstein’in görecelik teorisine göre yeterince ağırlıkta bir kütle veya yeterince büyük bir enerji, uzayda ve onu çevreleyen zamanda bir bozulmaya neden olabilir. Bilim adamlarına göre CERN’deki deney, Einstein’in teorisinde belirttiği kadar bir enerji açığa çıkaracak.

Türkiye de katılıyor

* CERN Enstitüsü’nde yapılacak olan deneyde 2 tonluk dev bir mıknatıs Fransa-İsviçre sınırının 100 metre altındaki 27 km’lik tünele yerleştirilecek.

* 16 metre yüksekliğinde, 17 metre genişliğinde ve 13 metre boyundaki mıknatıs yer altındaki 15 parça ile birleştirilecek.

* 13 yıldan beri hazırlıkları devam eden deneyin maliyeti 9 milyar dolar.

* 36 ülke ve 2 binden fazla fizikçinin yer aldığı projeye Türkiye’den Boğaziçi, Çukurova ve ODTÜ fizik bölümlerinden öğretim görevlileri katılıyor. VATAN
..

Devamı Buradan ...>>

16 Şubat 2008 Cumartesi

NİYE,NEDEN,NİÇİN...?





















Günlük hayatlarımızda ,çoğu kez ayrıntılara alıcıgözle bakmayız,gördüğümüz yada algıladığımız şeyler farklı yapılanma içersinde olabilirler.İşte bakıp ta görmediğimiz,görüpte algılamadığımız yaşamdaki bazı ayrıntılardan örnekler ;

Bozuk paraların kenarları niçin tırtıklıdır?
Un niçin çok tehlikeli bir patlayıcıdır?
Yağmurda karıncalara niçin bir şey olmuyor?............





Bozuk paraların kenarları niçin tırtıklıdır?

Özellikle kağıt para devrinden önce, alışverişte kullanılan paralar altın ve gümüş içeriyorlardı. Her devirde olduğu gibi, o devirde de bulunan bazı düzenbazlar, bu
paraları kenarlarından kazıyarak, çok az miktarda da olsa, bu değerli madenleri biriktiriyor, parayı da tekrar kullanabiliyorlardı.

O devirlerde tüccarlar, parayı tartıyorlar ve ağırlığı eksikse kabul etmiyorlardı. Tabii, para da elinizde kalıyordu. Antik para kataloglarında dikkat ederseniz, paraların büyük bir kısmının tam yuvarlak olmadığını görürsünüz.
Bu sorunu çözmek ve halkı eksik paraya karşı korumak için bozuk paraların kenarları tırtıklı yapılmaya başlandı. Bu tırtıklar sayesinde paranın kenarının kazındığı hemen belli oluyordu ve kenarı kazınmış parayı kimse almıyordu.
Bu adet günümüze kadar devam etti. Artık içinde değerli bir maden bulunmamasına rağmen, bozuk paralarımızın kenarlarında ya tırtık ya da bir yazı vardır.
Günümüzde madeni paralar 'bozukluk' veya 'ufaklık' adı altında sadece küsuratları ödemede kullanılıyor. Bozuk paralar da para olma niteliklerini kanundan almalarına rağmen, kullanılmalarında bazı sınırlamalar vardır.
Gerek kağıt, gerekse madeni para olsun, her ikisiyle de yapılan ödemeleri kabul etmemek mümkün değildir. Buna 'Kanuni Tedavül Mecburiyeti' denilir ki, kağıt paralarda bu mecburiyet sınırsızdır. Ödenen miktar ne kadar büyük olursa olsun, bunu karşı taraf kabul etmek mecburiyetindedir.
Madeni paraların ise mecburiyeti sınırlıdır. En çok üzerlerinde yazan değerin 50 katını tamamen bozuk para ile ödeyebilirsiniz. Örneğin 50 bin liralıklarla, 2,5 milyona kadar ödemelerinizi yapabilirsiniz ama daha fazlasını da bozuk para ile ödeme isteğinizi karşı taraf kabul etmeyebilir.
Kağıt paraların Merkez Bankası tarafından basıldığı bilinir de, madeni paraları Maliye Bakanlığı'nın çıkardığı pek bilinmez. Madeni paraların toplam para stoku içindeki oranı da yaklaşık yüzde l civarındadır.
Hiç dikkat ettiniz mi? İnsan yüzleri kağıt paralarda önden, madeni paralarda ise yandandır. Madeni paralarda yer çok küçük olduğundan, kabartma tekniği ile bir yüzün tam detayını vermek mümkün olamamaktadır. Yandan bir profil kişiyi daha iyi tanınır kılmaktadır.


Un niçin çok tehlikeli bir patlayıcıdır?

Tarihte kayda geçen ilk un patlaması 1785 yılında İtalya'da Turiri'de bir ekmek fırınında, bir lambanın un tozunu tutuşturması sonucu oldu. Ölüme ve fazla zarara yol açmayan bu patlamadan sonra konu unutuldu gitti. Modern günlerimizin başlangıcında, insanlık tarihinin ana gıdası ekmeğimizin en önemli girdisi olan unun çok ciddi bir şekilde yanarak patlayabileceğini kime söyleseniz herhalde şaka kabul eder gülerdi. 1981'de ABD'de büyük bir hububat silosu infilak edip, 9 kişi ölüp, 30 kişi de yaralanınca gülmeler durdu. 1988'de hububat bulunan yerlere belirli bir emniyet standardı getiren kuralların uygulanmasına başlanılmasına rağmen 90'lı yıllarda sadece ABD'de undan kaynaklanan ortalama yılda 13 patlama oldu.

Peki nasıl oluyor da un bu kadar tehlikeli bir şekilde patlayabiliyor? Sebebi basit. Çünkü o bir karbonhidrat. Havada toz olarak asılı duran karbonhidratın miktarı, bir metreküpte 50 gramı aşınca herhangi bir şekilde tutuşturulduğunda patlar. Un tozları o kadar küçüktür ki, anında yanar ve bu yangın diğerlerine zincirleme yayılır. Bu da toz bulutunda, ortama da bağlı olarak, patlayıcı bir güç oluşturur. Benzer durum şeker, puding ve hatta çok ince testere talaşlarında bile oluşabilir.
Bir yangının çıkması için üç şeyin bir arada olması gerekir. Hava (içindeki oksijen), yanıcı madde (burada un oluyor) ve tutuşturucu. Silolarda insanların çalıştıkları yerlerde tutuşmak için gereken metreküpte en az 50 gram un tozu miktarına pek ulaşılamaz. Tabii burada unutulmaması gereken patlamaya sebep verenin yanıcı maddenin havada asılı duran toz miktarı olduğudur, yoksa yere serilen unda böyle bir tehlike yoktur.
Silolarda tutuşmaya sebep olan şeyler, bilinçsizce yapılan bir kaynak, bir kesme işlemi, sigara, asansörler ve konveyörlerin mekanizmalarından çıkan kıvılcımlar
olabilir. Şüphesiz ortamın da çok önemi vardır. Patlamanın yarattığı büyük basınç boşalacak yer bulamazsa binayı bile yıkabilir. Açık havada ise patlama olmaz ama yine de tehlikeli bir alevlenme olur.
Hanımlar, endişelenmeyin, kurabiye veya börek yapmak için aldığınız bir kilo undan 50 gramı havaya uçmaz. Bu olay için tonlarca un gerekir. Hamur yoğurmak için balkona çıkmanıza hiç gerek yok!


Yağmurda karıncalara niçin bir şey olmuyor?

Bir karıncayı alın, suyun içine batırın, saatlerce tutun ölmez. Sudan çıkardığınızda ölü gibi görünür ama birkaç saat içinde kendine gelir. Biz insanlar böyle suya batırılsak, nefes alamadığımız için oksijensizlikten ölürüz ama su karıncaların çok ince olan nefes tüplerinden içeri giremez. Karbondioksitten narkoz yemiş gibi olurlar. Tabii ki bu süre çok uzarsa onlar da ölürler ama dayanma süreleri inanılmazdır.
Ne var ki, karıncalar yağmur ve seller altında bu şekilde nefeslerini tutarak mücadele vermiyorlar. Yağmuru hissedince yuvalarına giriyorlar ve giriş yollarını tıkıyorlar. Ateş karıncası denilen bir türünde ise karıncalar birbirlerine tutunarak sel sularının üstünde yüzüyorlar. Bir yerde karaya vurup çıkıyorlar. Tabii kraliçe karınca ortada, yüksekte ve mümkün olduğunca kuru tutuluyor.

Karınca yuvaları inşaat tekniği olarak örnektirler. Yuvanın girişine bağlı ve buradaki suyu alıp başka tarafa verebilen birçok tünel daha inşa ederler. Bazıları ise yuvalarının üstünü öyle sağlam kapatırlar ki, sel sularının bir evin çatısının üstünden aşması gibi geçip giderler.
Yine de bir aksilik olur, yuva su ile dolarsa, karıncalar çöp ve yaprak parçalarına veya yukarıda belirtildiği gibi birbirlerine tutunup yüzebilirler. Çok şiddetli
yağmurdan sonra oluşan çamur tünellerini kapattığı zaman ise yuvalarını yeniden inşa etmek zorunda kalırlar.
Gündelik hayatta artık yaygın olarak kullanılan mikrodalga fırınların kapaklarında kaçak yapmamaları, insanlara zarar vermemeleri için özel tedbirler alınır. Ancak bir mikrodalga fırınına girmiş karıncaya, fırın çalıştığı sürece bir zarar gelmeyeceğini biliyor muydunuz?
Mikrodalga fırınlarında ışın yoğunluğu bir noktaya göre ayarlıdır. Bu nokta hemen hemen fırının ortasıdır. Bu nedenle yiyecek, her tarafı eşit pissin diye ortada dönen bir tabla üzerine konulur. Karıncalar fırında ışınların daha az yoğun olduğu bölgeleri hissederler. Zaten sıcak bölgelere girseler de, vücut yüzey alanlarının hacimlerine oranla yüksek olması nedeni ile ılık bölgeyi bulana kadar kendilerine zarar gelmez.
..

Devamı Buradan ...>>

10 Şubat 2008 Pazar

LOTUS



Lotus bitkisi (beyaz nilüfer), çamurlu ve kirli ortamlarda yetişir.Buna rağmen bitkinin yaprakları sürekli temizdir. Çünkü bitki, üzerine en ufak bir toz zerresi geldiğinde hemen yapraklarını sallar ve toz taneciklerini belli noktalara doğru iter. Yaprağın üzerine düşen yağmur damlaları da bu noktalara doğru yönlendirilir ve buradaki tozları süpürmesi sağlanır.

Lotus bitkisinin bu özelliği, yeni bir bina yüzeyinin tasarımı için araştırmacılara ufuk açmıştır. Bunun üzerine araştırmacılar Lotusun yaprağı gibi, yağmur sularını kullanarak üzerindeki kiri temizleyen bina yüzeyleri üzerinde çalışmaya başlamışlardır. Bu çalışmalar sonunda ISPO isimli bir Alman şirketi, Lotusan adı verilen cephe kaplama malzemesini üretmiştir. Asya ve Avrupa'da bulunan satış noktalarında piyasaya sunulan bu ürün için 'deterjana gerek kalmadan 5 yıl boyunca kendini temiz tutacağı garantisi' bile verilmiştir.
Devamı Buradan ...>>

7 Şubat 2008 Perşembe

BEYİNDE TANRI NOKTASI


Soru şudur: Acaba beyinde bir tanrı noktası var mıdır?

Dinî araştırma insanlığın kendisi kadar eski olabilir, fakat şimdi araştırma yapmak için yeni bir yer var: Başlarımızın içerisi. Araştırmacılar; fMRI ve modern nörobilimin diğer araçlarını kullanarak, insanlar dua ederlerken veya meditasyon yaparlarken veya dinî şevkle ilhamlandıkları zamanlarda oluşan sözleri söylerlerken onların beyinlerinde neler olduğunu saptamaya teşebbüs ediyorlar."Nöroteoloji" ve " Dinî Nörobilim" başlıklı yeni bilim dalı gibi ilahî gücün nöral bağlantılarını ortaya çıkarmak için yapılan çabalar; din ve bilimi yalnızca uzlaştırmakla kalmayıp, zevk veren diğer dünyevî duygulara da sahip olmayan insanları ortaya çıkarma yollarını işaret edebilir veya bu duygulara sahip olmayan insanlara yardımcı olabilir.

Böyle deneyimlere sahip olan insanların üzerlerindeki pozitif etkiden dolayı; bazı araştırmacılar bu deneyimleri yapay olarak meydana getirme yeteneğinin insanları daha mutlu, daha sağlıklı ve daha iyi konsantre olan bir hale getirip, hayatlarını dönüştürebileceğini tahmin etmekteler. Her nasılsa, eninde sonunda nörobilimadamları bu soruyu çalışıyorlar; çünkü pek çok insanın hayatlarında oynayan merkezi rolün fenomeninin nöral temelini daha iyi anlamak istiyorlar. Beauregard, “Bu deneyimler, insanlığın doğuşundan beri varolmuştur. Onlar, bütün kültürlerde bildirilmiştir. Dinî deneyimin nöral temelini çalışmak; duygu, hafıza veya dilin nöral temelini çalışmak kadar önemlidir,”demektedir. Mistik Hedefe Ateşlemeler

Bilimadamları ve araştırma yapanlar, uzun zamandır dinî duygunun beyindeki belirli bir bölgeye bağlı olabileceği hakkında tahminlerde bulunuyorlardı........ 1892’de, zihinsel hastalık üzerine olan ders kitapları, ‘’dinî duygusallık’’ ve epilepsi arasında bir bağlantı olduğunu farkettiler. Bundan neredeyse bir asır sonra 1975’de, Boston Deneyimliler Yönetim Hastanesi’nden nörolojist Norman Geschwind, ilk olarak kulakların yukarısında oturan, beynin geniş kısımları olan temporal lobların içerisinde elektriksel olarak ateş alamayan alanı ve krize neden olan epilepsinin bir türünü kliniksel olarak tanımladı.

Bu tür hastalığa sahip epileptikler; Geschwind ve diğerlerine ve Vanderbilt Üniversitesi’nden nöropsikiyatrist David Bear’a rehberlik ederek, beynin temporal lobunda yerleşmiş olan elektriksel fırtınaların bazen dinî veya ahlakî konulardan gelen saplantının temelinde yattığının tahminini doğrulamak için yoğun dinî deneyimlerini bildiriyorlar.

Bu analizi keşfederek San Diego’daki California Üniversitesi’nden nörobilimadamı Vilayanur S. Ramachandran; temporal lobunda epilepsi olan birkaç hastasına cildin elektriksel direncinin dalgalanması olan ve galvanik cilt tepkisi olarak adlandırılan bir uyarma ölçüsünü kullanıp, onların duygusal reaksiyonlarının yoğunluğunu test ederken dinî, seksî ve nötr kelimeler karışımını dinlemelerini istedi.

1998’de, gazeteci Sandra Blakeslee ile beraber yazdığı Beyindeki Hayaletler (William Morrow) adlı kitabında, temporal lobunda epilepsiye sahip olan insanların hakikaten de dinî duyguya doğru daha fazla meyili olabileceğine işaret edip, ‘’tanrı’’ gibi olan dinî kelimelerin bu hastalarda alışılmışın dışında büyük duygusal tepkiye neden olduğu gerçeğini ortaya çıkardığını bildirdi. Ramachandran’ın tahmin ettiği gibi, anahtar; beynin iç bölgelerini içine kapsayan, onun duygu ve duygusal hafızasını (amigdala ve hipotalamus gibi) yöneten limbik sistem olabilirdi. Epileptik elektriksel aktivite, temporal lobu ve bu duygusal merkezler arasındaki bağlantıyı güçlendirip, dinî hissedişi harekete geçirebilir.

Temporal lobun ilişkisini onaylamak için, Kanada Ontario’daki Laurentian Üniversitesi’nden Michael Persinger, dinî duyguları yapay olarak yeniden yaratmak için beynin geniş altbölümünde bir elektriksel uyarıcı araştırdı. Böylece Persinger, beynin yüzeyindeki belirli bölgeler üzerinde odaklanan ve zayıf elektromanyetik alanlar üreten ‘’Tanrı miğferi’’ ni yarattı.Geçen birkaç onyıldan fazladır yürütülen çalışmalar dizisinde, Persinger ve takımı yüzlerce insanın temporal lobları üzerinde aygıtlarını çalıştırdılar. Araştırmacılar böyle yaparak, aslında pekçok insanda hissedilen bir kişinin veya bir ruhun kimse yokken odada olması, veya evrensel hakikati meydana çıkaran kozmik saf mutluluğun derin halinin deneyimine sebep oldular. Uyarmanın üç-dakikalık patlamasında, etkilenen denekler bu ilahî gücün algılanışını (Bunu ister Tanrı, Buda, cömert bir varlık veya evren harikası olarak adlandırın) kendi kültürel ve dinî dillerine çevirdiler.

Böylece, Persinger dinî deneyimin ve tanrı’ya olan inancın ancak insan beynindeki elektriksel kural dışı şeylerin sonuçları olduğunu ileri sürmektedir. En yüce kişilere olan dinî eğilimlerin bile (Örneğin Aziz Paul, Musa, Muhammed ve Buda) böyle nöral acayiplikten geldiğini düşünmektedir. Persinger böyle deneyimlerin iyi olmasının popüler fikrini ‘’Tanrı İnançlarının Nöropsikolojiksel Temelleri’’ isimli kitabında (Praeger Yayımevi, 1987) dinî ritüellerin (âdetlerin) eğlenceli deneyimlerle eşleştiği psikolojik hallerin büyümesi olduğunu belirterek tartışmaktadır. Örneğin, yemekten önce dua etmek; yemek yemenin keyfini duayla birleştirmektedir. İddiasına göre de, bundan daha mistik olan birşey daha yoktur.

Genişlemiş Ufuklar Persinger’ın Tanrı miğferi bulgularını kopyalama teşebbüsü, 2005 yılında İsveçli bilimadamları tarafından başarısızlığa uğrasa da; araştırmacılar, dinî deneyimin bazı hallerindeki temporal lobun rolünü henüz gözönünde bulundurmuyorlar. Neticede, buna benzer bütün deneyimler aynı değildir. Bazısı, belirli dinî geleneği takip etmekten ortaya çıkar, tıpkı sakin Katoliklerin tesbih çekerken dua okudukları zamanda olduğu gibi. Diğerleri ise ilahî güçle kontaktlarında algıladıkları kişiyi getiriyorlar. Fakat üçüncü kategori ise normal bilince şeffaf olmayan temel gerçekleri meydana çıkaran mistik hal olabilir.

Öyleyse, farklı dinî duyguların beyindeki ayrı yerlerden ortaya çıkması mümkündür. Kişisel farklılıklar da varolabilir. Bazı insanlarda, dinî duygunun nöral koltuğu, temporal lobda yeralabilir; oysa diğerlerininki ise başka bir yerde olabilir.

Hatta; Pennsylvania Üniversitesi nörobilimadamı Andrew Newberg ve onun son çalışma arkadaşı Eugene d’Aquili, bazı insanlarda bazı durumlarda oluşan diğer beyin bölgelerinin ilişkisine işaret etmişlerdir. Yapay dinî deneyimi meydana getirmektense, Newberg ve d’Aquili, geleneksel uygulamalar esnasında nöral makinada gizlice bakılan beyin imajlamayı kullandılar. Bu durumda, bilimadamları evrenle birlik olma gibi olan tanımlanmış dinî halleri başarmaya yönelip, set halindeki bir çeşit biçimlendirilmiş ayinler olan Budist meditasyonu üzerinde çalıştılar.

Budist denekler kişisel-rapor verdikleri meditasyonlarının zirvelerine, yani "ayrı bireyler olarak varolduklarının fikrini kaybetme haline ulaştıklarında", araştırmacılar kan tarafından aktif beyin alanlarına taşınan radyoaktif izotopları onlara enjekte ettiler. Araştırmacılar daha sonra izotopun dağılımını özel bir kamerayla, tek foton emisyonu hesaplanan tomografi denilen bir teknikle (SPECT) fotoğrafını çektiler.2001 tarihli yazıda da tanımlandığı gibi; derin düşüncelere dalma, kendinden geçme halinin zirvesi hem beynin üst arka kısmını kapsayan paryetal lobun bir kısmında yeralan aktivitedeki büyük düşüşle ve hem de alnın arkasında yeralan sağ prefrontal korteksdeki aktivitedeki artışla alakalıdır. Çünkü paryetal lobun etkilenmiş olan kısmı, normalde gezinim ve uzamsal yönlenme ile yardım almaktadır. Nörobilimadamları, meditasyon esnasındaki anormal sessizliğin, onun fiziksel sınırlarını algılanan ayrılma ve evrenle bir olma hissiyle altını çizdiğini tahmin ediyorlar. Diğer tarafta, prefrontal korteks, diğer görevlerin yanısıra dikkat ve planlamadan da sorumludur.

Onun algılama ve idrake ait görevlerinin yanısıra, meditasyonda zirve halinde olan takviyesi, bir kişinin derin bir düşünce veya bir nesne üzerine yoğun bir şekilde odaklanmasını gerektirdiği faktörünü de yansıtabilir.Wisconsin-Madison Üniversitesi’nden nörobilimadamı Richard J. Davidson ve çalışma arkadaşları, buna benzer birşeyi 2002’de dünyanın her yerinden olan birkaç yüz Budist’in beyinlerini onlar meditasyon yaparlarken fMRI’ı kullanıp, tarayarak yaptılar.

Fonksiyonel MRI, oksijeni-tükenen kandan farklı olan oksijenlenmiş akışın manyetik özellikleriyle izleri takip etmektedir. Çünkü oksijenlenmiş kan, yüksek istemdeki yere doğru tercihen akar. fMRI ise beynin alanlarının o andaki en aktif olanlarını ve hatta belirli görevde en meşgul olanlarının altını çizmektedir.Davidson’ın takımı, Budistlerin meditasyonlarının sol prefrontal korteksdeki aktivasyonla çakıştığını da bulmuştur. Belki de bu, meditasyonda uzman olan kişilerin dikkatlerinin dağılmasına rağmen, onların odaklanma yeteneklerini yansıtmaktadır. En deneyimli gönüllüler, daha az eğitimli olanlardan daha düşük bir aktivasyon düzeyi göstermişlerdir. Çünkü olası bir uygulama, görevi daha kolay hale getirmiştir.

Davidson, bu teorinin, ‘’efor harcanmadan olan’’ hale ulaştıklarını söyleyen Budist meditasyonunun tecrübelileri tarafından verilen raporlarla uyuştuğunu, söylemektedir.Daha da fazlası Newberg ve d’Aquili, 2003’te, birbiriyle uyuşan sonuçları Fransiskan mezhebine ait rahibeler dua ederlerken onların beyinlerini imajladıklarında bulmuşlardır. Bu durumda örnek, farklı bir dinî fenomenle alakalıdır: Beauregard’ın rahibelerinin tarif ettiği gibi, tanrı’yla yakın olma düşüncesi ve tanrı’ya karışma. Newberg, “Üzerinde daha çok çalıştıkça ve farklı dinî uygulamaların temelini oluşturduğumuzda, bu deneyimleri daha iyi anlayacağız’’, demektedir. “Biz bu çalışmamızı İslamî ve Musevî dualarıyla meşgul olan kişileri toplayarak ve diğer Budist ve Hristiyan uygulamalarını tekrar araştırarak genişletmek istiyoruz.’’Newberg ve onun çalışma arkadaşları, diğer aktivite örneklerini beş kadın dinî hararetin anlık ifadeleriyle konuşurlarken taradıklarında keşfettiler. Araştırmacılar 2006’da, deneklerden o beş dinî insana nazaran, sadece ilahî söyleyen bir kişinin frontal lobundaki (beynin bütün önyüzü) aktivitenin düştüğünü açıkladılar. Çünkü frontal loblar, kişisel-kontrol için engin bir şekilde kullanılmaktadır. Araştırma takımı, aktivitedeki düşüşün, hararetli konuşmalar patlak verdiğinde kontrol kaybına sebep olduğu sonucuna varmıştır. Dinî Ağ oluşturma

Ön lobun kontrolünün serbest bırakılması dinî deneyimle bağlantılıysa da; Beauregard böyle derin hallerin diğer çeşitli beyin fonksiyonlarını da davet ettiğine inanmaktadır. Böyle bir fenomenin temelinde neyin yattığını kesin belirlemek için, Kanada Quebec’li nörobilimadamı ve onun çalışma arkadaşları 15 rahibenin beyinlerinin üzerinde çalışmak için üç farklı zihinsel haldeyken fMRI kullandılar. Hallerin ikisi gözleri kapalı olarak yapılan dinlenme ve yoğun sosyal deneyimi tekrar toplama halleriydi.

Üçüncü kontrol hali ise, tanrı’yla olan etkili bir deneyimin anımsanması veya yeniden canlanmasıydı.Her bir rahibe, teknisyenin yeniden canlandırmasıyla bu haller arasında aktarıldıkça, MRI makinası her üç saniyede bir rahibelerin beyinlerinin çapraz kısımlarını ve her iki dakikada bir de beyinlerinin bütününü genel olarak yakalayıp, kaydetti. Nöral aktivite hesap edilip, kaydedildikten sonra; deneyciler iki kontrol halindeki aktivasyon örnekleriyle dinî deneyim esnasında daha enerjik hale gelmiş olan beyin bölgelerini açıklayıp karşılaştırdılar.

Beauregard rahibeler tarayıcıdayken mistik kavuşum yaşamalarını umut etti, yapabilecekleri en iyi şey, tanrı’yla birleşmelerinin kuvvetli duygusal hatırasını hayal etmekti. (Montreal’daki Karmel tarikatının başrahibesi rahibe Diane, ona “Tanrı emirle çağrılmayı arzulamaz,” demiştir.)

Araştırmacılar, rahibelerin yalnızca tanrı’yla konuştuklarını anımsadıkları anda canlanan 6 bölgeyi buldular. Örneğin, dinî hafıza bilimadamlarının öğrenme, hafıza, yakın zamanda da aşık olma rolünü verdiğini buldukları en küçük merkez beyin bölgesinde, kuyruklu çekirdek’te aktivite artışını beraberinde getirmişti. Nörobilimadamları bu ilişkinin rahibelerin ‘kayıtsız şartsız sevgi’ olarak bildirdikleri duyguyu verdiği ipucunu çıkarıyorlar. Bir diğer sıcak nokta da, beden duyularını monitörleyen ve sosyal duyguları yöneten, beynin en dıştaki katmanlarının içinde yeralan erik büyüklüğündeki bir doku olan insulaydı. Oradaki nöral canlılık, ilahî güce olan bağlantılarla ilgili iç organlara ait zevk verici duygularla bağlantılı olabilirdi ve uzamsal farkında olma rolüne sahip aşağı paryetal lobundaki artan aktivite, (Newberg ve Davidson’ın tanık olduklarının tam tersi) rahibelerin daha büyük birşeye doğru zihinlerini yönelttikleri duyguyu yansıtabilirdi. Bu bölgedeki çok fazla veya çok az olan bir aktivite; bazı bilimadamlarının da tahmin ettikleri gibi teoride böyle bir fenomenle sonuçlanabilir. Araştırmacıların Nörobilim Dergisi’nin 25 Eylül 2006 sayısında bildirdikleri gibi; altı çizilmiş olan bölgelerin kalanı da deneyimin memnuniyet verici oluşunu ölçen, bilinçli farkında olma duygusal halini yönetmeye yardımcı olan orta orbitofrontal korteksi de içine alır ve nihayet temporal lobun ortasını da kapsar. Rahibelerin dinî deneyiminde alakalı olan beyin bölgelerinin sayısı ve çeşitliliği, manevî fenomenin karmaşıklığına işaret etmektedir. Beauregard, “İnsan beyninin temporal lobunda yegane yerleşmiş tek bir tanrı noktası yoktur,’’ diye sonuca varmaktadır. “Bu haller, beynin başından sonuna kadar iyi şekilde dağılmış bir nöral ağla birbirine haber götürmektedir.”

Her nasılsa, beyin taramaları bu mistik hali tümüyle tek başına tanımlayamaz. Çünkü fMRI, birkaç saniyede oluşan kan akışına dayanmaktadır. fMRI imajları, milisaniyeler içerisinde oluşan nöronların ateşlenmesindeki gerçek-zaman değişimlerini yakalayamaz. Bu sebeple Beauregard; daha hızlı olan ve niceliğe bağlı, milyonlarca nörondan gelen toplam cevapların voltajını ölçen ve onun gerçek- zamandaki dalgalanmasının izlerini takip eden elektroensefalografi tekniğine (EEG) dönmüştür. Takımı rahibeleri, nöronlardan elektrik akımlarını alan, elektrodlarla çivili kırmızı banyo başlıklarıyla giydirmiştir. Bu akımlar değişik frekansların beyin dalgaları olarak birleşip, görünmektedir. Akımlar rahibeler bir diğer kişiyle yoğun deneyim ve tanrı’yla olan derin bağlantıyı anımsadıklarında değişmektedir.

Beauregard ve onun çalışma arkadaşları en sık rastlanan beyin dalgalarının uykuda üretilen uzun, yavaş alfa dalgaları olduğunu ve bu dalgaların rahibelerin rahatlamış hallerinde devamlı olduğunu keşfetmişlerdir. Daha henüz yayımlanmayan çalışmada, bilimadamları meditasyon ve kendinden geçme halleriyle bağlantılı olan daha da düşük frekanslı dalgaları prefrontal ve paryetal kortekslerde ve temporal lobda farketmişlerdir. Beauregard, “fMRI’ın gördüğü delta dalgalarını ve teta dalgalarını aynı beyin bölgelerinde görüyoruz,’’ demektedir.

Akılsızın İşi mi? Beyin; nefes almadan, tanrı’nın varlığını düşünmeye kadar her olan insan deneyimine aracılık eder. Nöral ağlardaki aktivite bu deneyimleri arttırdığına göre, nöroimajlama henüz böyle bir aktivitenin bireysel nöronlar düzeyinde yerini tam kesin olarak belirtememektedir. Bunun yerine o; genelde dinamik veya uyku halinde gözüken geniş alan beyin dokusunu vurgulayıp, daha kaba olan anatomik bilgiyi sağlamaktadır. Fakat insan duygularını ve davranışlarını böyle belirsiz yapısal ipuçlarını kullanarak açıklamak belki de bir akılsızın işidir.

Brown Üniversitesi’nden nöropsikolog Seth Horowitz, “Beyinde bir grup yeri, birşeyi isimlendirme anlamanıza müsaade edermiş gibi listelendirirsiniz’’, şeklinde fikir yürütmektedir. Beaureagard’la deneylerinde beraber çalışan Vincent Paquette; daha da ileri giderek beyin fonksiyonuyla ilgili ipuçlarını ve kafatasının şeklindeki düzensizliklerden olan karakter özelliklerini sezen nöroimajlamayı, Kraliçe Victoria devri bilimadamlarının deneyip, uyguladıkları ve sonunda da başarılı olamadıkları frenolojiye benzetmektedir. Dinî nörobilim çalışmaları, dilin derin meydan okumasıyla da karşılaşmaktadır. İki mistik insan, deneyimlerini aynı şekilde tasvir etmez. İster dinî olsun, ister geleneksel dinî olsun, dinî deneyimlerin çeşitli türlerini birbirinden ayırmak güçtür.

Buna belirsizliği de katarsak, bu şekilde olan duygular evrene veya doğaya duyulan haşyeti de kapsamaktadır. Beauregard, “Eğer bir ateistseniz ve belirli bir deneyim yaşıyorsanız, bunu evrenin ihtişamıyla ilişkilendireceksiniz. Eğer bir Hristiyansanız, bunu tanrı’yla ilişkilendireceksiniz. Kim bilir? Belki de ikisi de aynıdır,” şeklinde düşünmektedir.

Dinî deneyimi anlamayı tanımlamayı denemektense, bazıları, onun temel bileşenlerine kısaltılması gerektiğini söylemekteler. Davidson, “Bir fenomen hakkında dinî bir deneyimmiş gibi konuştuğumuzda ve dikkat, hafıza ve algılamadaki değişimlerden söz ettiğimizde daha kesin ve net olmaya ihtiyacımız var’’, demektedir. “Bizim tek umudumuz; aklın bilme ve idrak kabiliyeti ve duygu çalışmalarında da yapıldığı gibi, bu altsistemlerde neler olduğunu belirtmek.’’Diğer araştırma problemleri de çoktur.

Diğer tekniklerin hiçbirisi, belirli beyin bölgelerinin tam olarak şeklini çizebilir. Ve bu da esas itibarıyla, rahibelerin yakalamaya çalıştığı dinî deneyimle kıyaslayıp, aksini gerçekleştirip referans diye adlandırılan görevi bulmak adına imkansızdır.

Neticede hangi insan deneyimi, tanrı’nın huzurunda hissedilen haşyet ve sevgiden daha farklıdır? Huzura ErişmekRahibeler için huzur; beyinlerindeki tanrı düşüncesinden değil, onlarla birlikte olan dünyadaki tanrı bilincinden gelmektedir. Beauregard’ın yakalamak istediği hatta kopyalamak istediği bu huzur ve sakinlik, herşeyle birleşme düşüncesidir. ‘’

Eğer beyindeki elektriksel veya nörokimyasal fonksiyonları nasıl değiştirebileceğinizi bilirseniz; o halde prensipte insanlara, mistik bir şekilde değil; elektromanyetiksel veya ışıklarla ve seslerle beyni uyaran bir aleti kullanıp, dinî durumlarını ortaya çıkarmada yardımcı olabilirsiniz.

Gerçek mistik deneyimlere neden olmak, bir tür pozitif etkiye sahip olabilir. Yakın zamandaki bulgular, meditasyonun insanların dikkat etme yeteneğini geliştirebileceğini ileri sürmektedir.

Davidson ve çalışma arkadaşları, 3 aylık yoğun meditasyon eğitimine tabi olan 17 kişiye ve meditasyona yeni başlayan 23 kişiye bir harf serisinin arasına karıştırılmış iki rakamı seçmeleri gereken dikkat görevini başarıyla yapmaları istemiştir. Yeni başlayanlar çoğu insanın yaptığını yapmıştır. Araştırmacılar Haziran’da açıklamışlardır: Denekler ikinci rakamı kaçırmışlardı çünkü, onlar hâlâ birinci rakama- yani dikkatin göz kırpması denilen bir fenomene odaklanmışlardı.

Mukayese edildiğinde, bütün eğitiImiş meditatörler tutarlı bir şekilde iki rakamı da bulmuşlardır; bu da meditasyon yapmanın odaklanmayı geliştirebileceğine işaret etmektedir.Harvard Üniversitesi’nden Sara Lazar ve çalışma arkadaşlarına göre; meditasyon, beyindeki yaşlanmanın bazı işaretlerini bile geciktirebilir. Nöro Rapor’daki 2005 tarihli bir tez, 20 deneyimli meditatörün meditasyon yapmayan 15 kobaya nispeten bazı beyin bölgelerinde artan bir kalınlaşma görüldüğüne işaret etmiştir. Özellikle, prefrontal korteks (alın korteksi) ve sağ öndeki insula, meditatörlerde dörtle sekiz bin inç arası daha kalındı.

Kobayların en eskisi, olağan yaşlanma sürecinin tersine kalınlıkta en yüksek artışa sahip olmaktan gurur duydu. Newberg şimdi meditasyonun stresi ve kanser hastalarındaki üzüntüyü azaltıp azaltamayacağını veya erken hafıza kaybına uğramış insanların bilmeye veya kavramaya ait kapasitelerini genişletip genişletemeyeceğini araştırmaktadır.Yapay kopyalama, meditasyona hazırlık halleri, kendinden geçme halleri veya diğer dinî haller birbirine benzer bir şekilde zihne, beyine ve bedene faydalı olabilir.

Örneğin, Beauregard ve diğerleri böyle mistik hallerin bağışıklık sistemi fonksiyonunu geliştirebileceğini, depresyonu kesebileceğini veya kesinlikle hayata dair daha pozitif bir bakış açısı sağlayabileceğini iddia ediyorlar.

Değişiklikler uzun süreli ve dönüşebilir olabilir. Paquette, “Sağlıklı, optimal beyin şablonu oluşturabiliriz. Eğer birisi kötü bir beyne sahipse, iyi bir beyine nasıl sahip olabilir? Bu gerçekten de beynimize yeniden ağ döşemenin bir potansiyel yolu,’’ demektedir.

Tabii ki dinî inanç, doğasında dünyevî ödüllere de sahiptir. O; gönül rahatlığı, huzuru getirir ve böyle bir inançla motive edilmiş hayırseverlik işleri diğer insanlara da mutluluk getirir.

İnsanlar dinî uyanışa olan eğilimlerinde farklılık gösterebilirler. Sonuçta, herkes tanrı’yı ‘’Tanrı miğferiyle’’ bulmaz. Böylece, bilimadamlarının hastaya verdikleri tekniği uyarlamaya ihtiyaçları olabilir ve sonunda bazı insanların beyinleri o tanrısal, ilahî güce direnmekten vazgeçecektir.Üstelik, bilimadamları ne kadar nöral ilişkiler bulurlarsa bulsunlar, sonuçlar tanrı’nın varoluşunun doğru olduğunu veya olmadığını tespit edemez. Ateistler beyinde ruhaniliği bulmanın, dinin ilahî bir yanılgıdan öte bir şey olmadığına işaret etseler de; rahibeler, beyin taramalarının bunun kesinlikle aksini gösterdiğini öğrendiklerinde çok heyecanlanmışlardır: Tanrı’nın onlarla etkileşiminin teyidini sağlamış gibi gözüktüler.

Sonuçta dinî deneyimler için beyinsel bir kaynak bulmak, tanrı’nın insanlığa ulaştığı vasıtayı tespit etmeye hizmet edebilirdi. Böylece, rahibelerin boru şeklindeki beyin tarayıcısına girmeleri, onların inançlarını zayıflatmadı. Bilakis tam tersine, bilim onlara inanmak için daha büyük bir sebep verdi.

Yazan: David Biello (Scientific American Mind Dergisi, Ekim 2007)
Çeviren: Esin Tezer Kaynak:http://www.genbilim.com/
..

Devamı Buradan ...>>

14 Ocak 2008 Pazartesi

KARAGÖZ HACIVAT


Deriden yapılan tasvirlere arkadan vuran ışığın tasvirlerin gölgesini beyaz bir perde üzerine yansıtması temeline dayanan gölge oyunu doğu kültürlerine özgü bir sanattır ve ortaya çıkışı hakkında değişik rivayetler vardır. bir rivayete göre çin hükümdarı wu (m.ö. 140-87) karısının ölümü üzerine derin bir üzüntüye kapılır. şav wong adlı bir çinli, hükümdarın üzüntüsünü hafifletmek için sarayın bir odasına gerdiği beyaz bir perdenin arkasından geçirdiği bir kadının perde üzerine düşen gölgesini ölen kadının hayali diye sunar (bizdeki karagöz ve hacıvat efsanesine benzerlik dikkat çekicidir). bir başka rivayete göre ise hint’ten çıkmış 4. ve 5. yüzyıllarda java’ya geçmiş ve buradan da batı dünyasına yayılmıştır.

...
gölge oyunu tekniğinin türk toplumunda ne zaman kullanılmaya başlandığı hakkında kesin bir bilgi yoktur. bir görüşe göre çinlilerden moğollara onlardan da türklere geçmiştir. daha sonra da türk akınlarının istikametine paralel olarak batıya geçmiştir. bu tekniğin türk halk kültüründe ortaya çıkışı ve ne zaman karagöz ve hacıvat olarak biçimlendiği hakkında değişik görüşler vardır. bunlardan en yaygın olanı sultan orhan devrinde (1324-1362) ulucami’nin inşaatı sırasında bursa’da geçmiştir. cami inşaatında çalışan demirci ustası kambur bâli çelebi ( karagöz ) ile duvarcı ustası halil hacı ivaz ( hacıvat ) arasında geçen nükteli konuşmaları dinlemek isteyen işçiler işi gücü bırakıp onların etrafında toplanır, bu yüzden de inşaat yavaş ilerlermiş. bu durumu öğrenen padişah her ikisini de idam ettirmiş.(bir rivayete göre ise karagöz idam edilmiş, hacıvat ise hacca giderken yolda ölmüştür). daha sonra çok pişman olan padişahı teselli etmek isteyen şeyh küşterî başından beyaz sarığını çıkarıp germiş ve arkasına bir şema(ışık) yakarak ayağından çıkardığı çarıkları ile de karagöz ve hacıvat’ın tasvirlerini canlandırıp nükteli konuşmalarını tekrar etmiş. o tarihten sonra da karagöz oyunları değişik mekanlarda oynanır olmuş. günümüzde de karagöz perdesine şeyh küşterî meydanı denir ve şeyh küşterî karagözcülüğün pîri kabul edilir

Devamı Buradan ...>>

6 Ocak 2008 Pazar

BEYİN


Batılı cemiyetlerin 1950'li yıllardan beri yaptığı araştırmalar
gerçek oldu. Artık filmlerde gördğümüz şeyler gerçekleşiyor.
İnsanların beynini kontrol edebilen sistemler geliştirildi ve bu
sistemler uzaktan da yönetilebiliyor. Bu sistemleri CIA kullandı ve
Amerika da bu sistemin çalıştığını görünce bir proje geliştirmiş.

Projenin kod adı :Uyuyan Güzel

Projenin amacı: İnsan Beyninin uzaktan kumandası, yönetilmesi,
yönlendirilmesi...
Projeye başlama gerekçesi : Toplu bir ayaklanma ve karşı gösteri
halinde insanları kontrol altına almak, sakinleştirmek, teslim
olmalarını sağlamak...

Projenin şu anki uygulama amacı : Dünya ülkelerini teslim almak
Projenin uygulandığı ülkelerin durumu: Ülke, halkları ile birlikte
kontrol altında...

Aslında yukarıda anlattığımız olay bir senaryo. Ancak, son günlerde
koşulanlara ve yetkililerin yaptığı açıklamalara bakılırsa, bu
senaryonun yakın bir zamanda gerçekleşme ihtimali var. Gelişmiş
ülkelerde denenen, özellikle ABD ve Rusya'nın başı çektiği insan
beyinlerinin kontrolüne yönelik deneylerle ilgili, ortaya atılan
iddialar tüyler ürperten cinsten. Üstelik Türk yetkililerde bu
deneylerin varlığından haberdar. Proje üzerinde çalışan
yetkililerin, beyin kontrolü projesi ile ilgili çarpıcı bir
gerekçeleri var ; "Biz bu araştırmayı, insanlığın hayrı için
yapıyoruz. Bu teknikle toplu bir ayaklanma, ya da gösteri halinde
kimsenin canı yanmada olay yatıştırılacak. Bunun yanında terör
örgütlerinin eylemlerinin engellenmesi içinde bu proje önemli"
Devamı Buradan ...>>

2 Ocak 2008 Çarşamba

BEYNİNİZİN HANGİ LOPUNU KULLANIYORSUNUZ

image001.gif (GIF grafiği, 300x400 piksel)linkteki bayanın sağa saat yönünde döndüğünü görüyorsanız beyninizin sağ tarafını kullanıyorsunuz .Eğer öbür yönde görüyorsanız, beyninizin sol tarafını kullanıyorsunuz.
Bazı insanlar her iki yönde de döndüğünü görüyorlar. Fakat çoğu insan sadece tek yönde görür.
Eğer siz diğer yönde de görmeye çalışırsanız ve görürseniz, IQ' nuz 160' ın üzerine ve hemen hemen dahi derecesindesiniz demektir.
BU BİR ŞAKA DEĞİLDİR. HER İKİ YÖNDE DÖNDÜĞÜ GÖRÜLEBİLİR...
Devamı Buradan ...>>

ÖLÜ DENİZ


1946'da bir çoban tarafından ürdün'ün kumran köyü yakınlarında bir mağarada bulunan yazmalar, hristiyanlığın en eski yazılı kaynaklarıdır. karbon-14 testlerine göre hz isanın yaşadığı döneme ait olan yazmalar, kutsal kase hikayesini maria magdalena'ya bağlar ve isa'nin peygamberliğini de insani terimler içinde açıklar. ayrıca isa'nin hristiyan kilisesinin kuruluş emirlerini havarilerden petrus'a değil, karısı maria magdalena'ya verdiği de yazıyor.

Bunlara ölüdeniz yazitlari da denirdi. kumran yazitlari israil ve urdun arasinda bulunan kumran koyunde magrada bulunan ibranice ve su anda kullanilmayan aramice dilinde bakir, deri gibi plakalar uzerine yazilmis 600 civarinda el yazmalaridir. hristiyanligin ve museviligin bilinen en eski yazili kaynaklarindandir yaklaik olarak 2000 yasindadirlar. hristiyanlar bulunan metinlerin yayinlanmasini onlemek isterken museviler tum metinleri yayinlayarak ciddi bir tartismaya neden olmuslardir.

Kumran yazitleri bundan 2000 yil once yasamis esseniler tarikati tarafindan yazilmisti ve hz.isa hakkinda daha once duyulmamis iddalara yer vermekteydi. bu yazilarda hz.isa'nin da esseni oldugu soyleniyor ve ailesi ve kardeslerinden bahsediyordu. bu hristiyanliktaki hz.isa'nin allah'in oglu oldugu gercegini sarsan bir kanitti. kumran yazilarina karbon testi uygulandiginda yazilarin orjinal oldugu ortaya cikmis ve en yenilerinin bile hz.isa'nin dogumundan 60 yil sonra yazildigi anlasilmistir.

Vatikan yillar boyu kumran yazilarinin elindeki kisimlarini gizlemisti fakat yazitlarin buyuk bir cogunlugu hatta tamami israil'in elinde bulunmaktaydi ve israil elindeki kumran yazilarini yayinladi. amac hristiyanligin ayri bir din degil musevilikten cikmis degisik bir inanc sistemi oldugunu savunmakti.
Devamı Buradan ...>>

30 Aralık 2007 Pazar

HURUFİLİK


Hurufilik, kimi araştırmacılara göre ayrı bir din, kimilerine göre bir mezheptir ya da yalnızca bir tarikattır. Ne var ki tüm araştırmacılar Hurufiliğin harflere olan özel ilgisi üzerinde birleşirler. Zaten bu akımın çeşitli yapıtlardaki tanımları doğrudan Hurufiliğin bu niteliğini vurgulamaktadır. Örneğin Orhan Hançerlioğlu’nun “Felsefe Ansiklopedisi”nde Hurufilik, “harflerden dinsel anlamlar çıkaran İran içrekçiliği (ezoterizmi)” olarak tanımlanmaktadır. Britannica’da yer alan tanım da “harf ve rakamların çeşitli yorumlanmaları üzerine kurulu bir inanç dizgesi” biçimindedir. Zaten “huruf” sözcüğü harf sözcüğünün çoğuludur. Hurufilik, harflere olan özel eğilimi dışında, ikinci bir özelliği ile de ilgi çekmektedir, o da “içrekçi” yani “batıni” (ezoterik) oluşudur.

Bu durumda Hurufilik olarak bilinen bu inanç akımını iki temel nitelik altında değerlendirmek gerekmektedir: Ezoterizm ve Harfler. Harflerden dinsel anlamlar çıkaran her inanç akımı Hurufilik ile ilgili olmadığı gibi, ezoterik nitelikli akımların tümü harflerin anlamları ile ilgilenmez. Hurufilik, bir yandan harfler ve harfler ile bağlantılı olarak rakamlarla ilgilenmekte, diğer yandan bunların yardımıyla ve bunlara dayanarak açıklanan, savunulan ezoterik inançları işlemektedir. hurifilikte insan vücudu gibi yüzüdetanrı nın özel tezahürlerini açığa çıkarmaya yeterlidir. Çünkü insanın yüzü evrenin yasalarına tabidir. Onun parçaları, uyumunu kozmosun armonisinden alır. Mikro ve makro yüzler hem estetik hem de matematiksel olarak birbirlerine bağlanmışlardır

'Önce söz vardı ve söz Tanrı'daydı ve söz Tanrı'ydı' diye başlar Yuhanna İncili. Dil tanrısal bir mekandır. Tanrı konuşarak kendini dışavurur ve bilinir kılar. Mistiklere göre bu, Tanrı'nın bizimle ve bizde olduğunun işaretidir.

İslam mistisizminde evren, yaşamakta ve Yaratıcının sesiyle konuşmaktadır. Bu, dünyanın mırıltısı diyebileceğimiz şey, evrenin canlılığı ve kutsallığının kanıtı sayılır. 'Rabbin bal arısına vahyetti' (16:68) veya 'Biz o emaneti [aklı, iradeyi] göklere, yere ve dağlara arz ettik' (33:72) ya da 'Her göğe kendi görevini vahyetti' gibi ayetlerin tabiatta gizli bir aklı varsaydığını söyleyebiliriz.

Tanrı ise kendisini insanlara hayatın içinde çeşitli şekillerde göstermektedir. İşte bu nedenle, insan kendini bir küçük evren olarak kavramaktadır. İnsan evrende tanıdığı kutsallığı bizzat kendinde bulmaktadır. Huruf”likte söz, varlık olarak belirmiş Tanrı'dır. Bu söz insanda dile gelir.
Devamı Buradan ...>>