.

"Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur."Kemal ATATÜRK .
GELİŞİM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
GELİŞİM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Kasım 2013 Perşembe

HADİ-(Hâdî)

Herkes kalbinin renginde yaşar hayatı,herkes kalbinin rengini bulaştırır etrafındakilere. Hayata iz bırakanların yaşadığı, Aşk ile terbiye olanların kokusunu az duyduğumuz zamanlar geçiriyoruz. İçimizdeki yüce kudrete sığınmaktan başka yapılacak bir şey yokmuş gibi hissettiğimiz anların çokluğu ile terbiye oluyoruz. fakat en çok ihtiyacımız olan oranın farkındalığına vara bilmek. oradan halledeceğiz bu işi aşk ile yapacağız. Etrafımızdaki ayrımcılığı,iki gören gözü,seni ve beni oradan düzelteceğiz bizi biz yapan ortaklığımız ile içimizde sakladığımız saf çocuk ile yapacağız. Hâdî:hidâyete kavuşturan, kulunu hayırla muvaffak kılan demektir.
Devamı Buradan ...>>

1 Aralık 2009 Salı

GELİN YENİYE YER AÇALIM

Eğer kabımız doluysa; gelecek olan bir damla bile olsa(isterse adı bereket isterse huzur olsun)kabımızın taşması için yeterlidir.Gereksiz ayrıntılarla doldurduğumuz iç mekanımızı işimize yaramayan bu tür ıvır-zıvırlardan kurtaralım. Gelin; YENİye yer açalım.

Yeniye Yer Aç from Alper Rozanes on Vimeo.


Devamı Buradan ...>>

29 Temmuz 2009 Çarşamba

RUH'a GIDA/ CAN'a SAFA: MÜZİK


“Bütün sazların sesi ruhlar âleminde bulunan derderten adlı bir sazdan çıkarmış.
Allah Âdemi yarattığı vakit ruh onun çamurdan bedenine girmek istememiş, Allah o vakit derderten sesini cennete göndermiş. Ruh bu ses ile kendinden geçip mest olunca Âdem’in bedenine girivermiş. İşte bugün musikinin ruha gıda, cana safa olmasının sebebi oymuş.”
İskender pala, Katre-i Mateminde böyle yazıyor.

M.Ö.(580-500) yılları arasında yaşamış olan Pisagor; “ vücuttaki harmoninin bozulması ile oluşan hastalıkların en etkin devası MÜZİKtir” demiş onun ardından Platon, Aristo, İslam’da Razi, Ud’un mucidi Farabi, İbn-i Sina gibi bilginler “nabzın vuruşları makamların usullerine göredir, aykırı ise bu hayırlı bir belirti değildir “diye belirtmişlerdir. Seher vakti doğa uyanış mahmurluğundayken
SABA makamındaki;

“Ben kalender meşrebim güzel çirkin aramam
Gönlüme bir eğlence isterim olsun
Dideleri şahbaz, gerdanı beyaz
Biraz da nazlı olsun”
Şarkısını dinlediğimizde ruhumuzun okşanacağı tespit edilmiş.
*********

RAST makamında;
“Açılan bir gül gibi gir kalbe gönül gibi
Coşarım sen gülersen, ağlarım ben küsersen
Kalbime gir, bahar ol yüreğim tazelensin.
Kalbime gir, bahar ol yüreğim tazelensin.” Ya da;
********
“Güle sorma o bilmez aşkı sevdayı neşeyi
Laleye sor çiğdeme sor mor menekşeye sor
Ne güzel de oynarsın fıkır fıkır kaynarsın
Şen şakrak hem güzelsin ateşine yakarsın.”
********
“Rüya gibi her hatıra her yaşantı bana
Ne bulduysa kaybetti gönül aşktan yana
Ömür çiçek kadar narin bir gün kadar kısa
Ağlama değmez hayat bu gözyaşlarına.”
Şarkılarını dinlersek içimize neşe ve huzurun doğacağını, nabzımızın yükselmesine yardımcı olacağını, kemiklerimize ve beynimize safa getireceğini tespit etmişler.
********
UŞŞAK makamında bir beste dinlediğimizde; örneğin,

“Bu akşam gün batarken gel sakın geç kalma erken gel
Tahammül kalmadı artık, sakın geç kalma erken gel
Cefa etme bana mah’ım, sonra tutar seni ahım
Üzme beni şivekârım, sakın geç kalma erken gel.”
Şarkısını dinleyip de içimize sevinç ve gülme hissi dolacağını kalp ve ayak, karaciğer sıtma ve mide ağrılarımıza iyi geleceğini söylemişler.
********
ACEMAŞİRAN makamında;

Kemikler ve beynin etkileneceği, yaratıcılık ve ilhamımızın artacağı doğumun kolaylaşacağı, anne karnındaki çocuğun yanlış duruşunun düzeleceği, ağrı ve spazmların çözüleceği Yaratıcılık duygusu ile ilham vereceği anlatılmış.

Türk Müziği makamlarının ruha olan etkileri Farabi’ye göre ise şöyle sınıflandırılmıştır:
Rast makamı: İnsana neşe ve huzur verir. Rehavi makamı: İnsana sonsuzluk fikri
Kuçek makamı: Hüzün ve elem Büzürk makamı: Korku
İsfahan makamı: Hareket kabiliyeti güven hissi.
Neva makamı: Lezzet ve ferahlık.
Uşşak makamı: Gülme hissi.
Zirgüle makamı: uyku
Saba ve buselik makamı: Cesaret ve kuvvet
Hüseyni makamı: Sükûnet ve rahatlık
Hicaz makamı: Alçakgönüllülük yani tevazu verirmiş.

1682 yılında Edirne’yi ziyaret eden Evliya Çelebi: Sultan 2. Beyazıt külliyesinden “Orada bir Darüşşifa vardır ki dil ile tarif ve kalemler ile yazılmaz”.
Diye bahsetmiş. Ünlü seyyah külliye için şu ilginç tanımlamaları kullanmıştı. “Böyle dikkat ve özenle yapılmış şifa yurdunun anlatılan odalarında çeşitli hastalıklara tutulmuş zengin ve fakir, ihtiyar ve genç doludur” “Bazı odalarda ilkbaharda delilik mevsiminde Edirne’nin aşk denizi derinliğine düşmüş sevdalı âşıklar çoğalıp, hekimin emriyle bu tımarhaneye getirilerek altun ve gümüş yaldızlı zincirlerle kerevetlerine takılıp, her biri aslan yatağında yatar gibi kükreyip yatarlar. Kimisi havuz ve şadırvanlara bakıp kalender hülyası kabilinden söz eder, nicesi dahi o kemerli kubbenin etrafında olan gülistan ve bağ ve bostan içindeki binlerce kuşların cıvıltılarını dinleyip, delilerin perdesiz ve ölçüsüz sesleriyle feryada başlarlar”.
Evliya Çelebi, hastanenin musiki ile tedavi konusunu da şöyle anlatmış.
“Merhum ve Mağfur Bayezid Veli Hazretleri Vakfiyesinde, hastalara deva, dertlere şifa, divanelerin ruhuna gıda ve defi seva olmak üzere 10 adet hanende ve sazende gulan tayin etmiş ki, üçü hanende, biri neyzen, biri kemancı, biri musikarcı, biri santurcu, biri çengi, biri çenk santurcu, biri udcu olup, haftada üç kez gelerek hastalara ve delilere musiki faslı ederler. Allahın emriyle, nivesi saz sesinden hoşlanır ve rahat ederler. Doğrusu musiki ilminde neva, rast, dügah, segah, çargah, suzinak makamları onlara mahsustur. Ama zengule makamı ile buselik makamında rast karar kılsa insana hayat verir. Bütün saz ve makamlarda ruha gıda vardır.”demektedir.

Ya unutulmaya yüz tutmuş Türk sanat müziği dinlemek yerine olur olmaz müzikler dinleyerek ruhumuza sukunet ve sağlık yerine gerginlik taşkınlık ve öfke aşılayan müziklerle bundan böyle gençlerimizin ruh sağlığı nereye varacak dersiniz?
Bestekâr Rüştü Şardağ’ın hepinizin hatırlayacağı RAST makamındaki şarkısının sözleriyle konuyu noktalıyoruz;

"Bu kadar yürekten çağırma beni Bir gece ansızın gelebilirim
Beni bekliyorsan uyumamışsan Sevinçten kapında ölebilirim
Beni bekliyorsan uyumamışsan Sevinçten kapında ölebilirim
Bir gece ansızın gelebilirim”

Sevgilerimle.

Devamı Buradan ...>>

13 Ağustos 2008 Çarşamba

ANASTASYA/ ÇINLAYAN SEDİR


Çınlayan sedir Dizisinin 1. kitabı olan "ANASTASYA" Sibirya'lı iş adamı Vladimir Megre tarafından kaleme alınmış yaşanmış gerçek bir hikaye.Kitabı okurken; kuş cıvıltılarını,ağaçlardaki yaprakların hışırtılarını,sincapların şakacı kahkahalarını,ormandaki ayıların sıcaklığını,kurtların dostluğunu yüreğinizde hissedeceksiniz.Enerji biriktiren sedir ağaçlarına dokunmak onlara sarılmak isteyeceksiniz inanın.

Sizinle Sibiryalı Şaman Anastasya’nın kendi ismini taşıyan ANASTASYA kitabından bir bölümü paylaşmak istiyorum.
Diktiğiniz her tohumun içinde muazzam bir evrensel bilgi saklıdır." Hem de insan yapımı hiçbir şeyle kıyaslanamayacak kadar büyük bir bilgi. İşte bu bilgi sayesinde tohum, ne zaman canlanıp büyüyeceğine, topraktan hangi özsuları emeceğine, Güneş, Ay, yıldızlar gibi gökcisimlerinin ışınlarından nasıl yararlanacağına saniyenin on binde biri kadar kısa sürede, kesin olarak karar verir; nasıl gelişeceğini ve hangi meyveyi vereceğini gayet iyi bilir...


Meyveler, insanın yaşam destek ünitesi gibidir. Her tür hastalığa karşı vücudun direncini artırır, onlarla mücadele ederler; halihazırda var olan ve gelecekte üretilecek insan yapımı tüm ilaçlardan daha etkilidirler.

Ama tohum, bu mücadeleyi verebilmek için insanın durumunu bilmek zorundadır. Zira hasta ya da hastalığa meyilli bir insanı iyileştirebilmek için, olgunlaşma evresinde meyvesine hangi maddeleri yükleyeceğini önceden bilmesi gerekir.

Belli bir bahçede yetiştirilen bir salatalığın, domatesin ya da herhangi bir bitkinin tohumunun böyle bir bilgiye sahip olması için bazı şeyler yapılmalıdır:

1. Tohumu ekmeden önce, dilinizin altına bir ya da birkaç tohumu en az dokuz dakika boyunca tutun.

2. Tohumu ağzınızdan avucunuzun içine koyun ve 30 saniye kadar tutun. Bunu yaparken çıplak ayakla tohumu ekeceğiniz toprağın üzerinde durmanız önemli. (Bedensel hastalıklarla ilgili bilgileri içinde taşıyan toksinlerdeki bu bilgiler tohum tarafından alınıyor. Tohum, bilgileri daha sonra hastalığı engellemesi ya da iyileştirmesi için meyvesine aktarıyor.)

3. Sonra ellerinizi açın. Avucunuzun içindeki tohuma hafifçe üfleyerek (hohlayarak) tohumu nefesinizle ısıtın. Minik tohum artık sizinle ilgili tüm bilgiye sahip olacaktır.

4. Avucunuzdaki tohumu havaya kaldırıp 30 saniye günışığına tutun.

Bahçenize ektiğiniz bitkilerle bu şekilde bağlantı kurduğunuzda, bitkileriniz sizin doktorunuz olacaktır. Size en doğru teşhisi koyacak ve sizin bedeniniz için özel üretilmiş en uygun, en etkili ilacı size sunacaktır.

Bu metotla elde edilen meyve sebze, onun bilgisini taşıyan kişi tarafından yenildiğinde, sadece hastalıkları iyileştirmekle kalmıyor, yaşlanma sürecini de önemli ölçüde geciktiriyor. Ayrıca kişiyi zararlı alışkanlıklardan özgürleştiriyor, zihin kapasitesini arttırıyor ve iç huzuruna kavuşmasına yardımcı oluyor..

Yukarıdaki bilgiler kitabın bir bölümünden alınma, hadi gelin siz de bu kitabı okuyun isterseniz.Sevgilerimle.Dilek.
..
Devamı Buradan ...>>

7 Mayıs 2008 Çarşamba

BUĞDAY


Günümüz şartlarında bulunduğumuz yaşam alanlarının yavaş yavaş kirlenmesi ile daha dikkatli tavır takınma bilinci şuur altımıza işlemeye başladı. Çünkü biz duyarsızlaştıkça, duyarsızlığın yarattığı kirlilik bizi de kirletme noktasına geldi. Her zaman olduğu gibi yaşamın eksi tarafı olduğu gibi artı tarafı da var, işte yediğimiz yiyeceklerden tutunda, yaşamı tüketme anlamındaki enerji kaynaklarının nasıl kulan ılıcağına dair bizi bilinçlendirmeye çalışan temiz yaşam temiz enerji savaşçıları da var. İşte onlardan biride buğday dergisi İstanbul ziyaretimizde tanıştığımız arkadaşların gözündeki her şey daha doğal olacak ışığını görünce kendimin ne kadar duyarsız yaşadığımın farkına vardım. Sizde bu gönüllüleri tanımak istiyorsanız http://www.bugday.org/adresini bir ziyaret edin derim bizden söylemesi
Devamı Buradan ...>>

29 Nisan 2008 Salı

ZARARI YOKTUR

* Arada sırada insanlara kibarlık göstermenin kimseye bir zararı yoktur.
* Eşinize onu sevdiğinizi söylemenin kimseye bir zararı yoktur.
* Oğlunuzun beslenme çantasına, onu çok sevdiğinizi belirten bir not yazmanın kimseye
bir zararı yoktur.

* Tekerlekli sandalyedeki bir kadına kapıyı açmanızın kimseye bir zararı yoktur.
* Huzur evine arada bir çiçek götürmenin kimseye bir zararı yoktur
* Hasta bir arkadaşınıza çorba pişirip götürmenizin kimseye bir zararı yoktur.
Devamı Buradan ...>>

20 Nisan 2008 Pazar

GİZEMİ MORdan HÜZNÜ SİYAHtan aldık


Renkler hayatımızın parçası. Peki, renklerin hayatımızı nasıl etkilediğini biliyor muyuz? Renk seçiminin kimi zaman karakterimizi yansıttığından ya da seçtiğimiz rengin bize olumlu ve olumsuz etkileri olduğundan haberimiz var mı?
KIRMIZI: Bu renk canlılık ve dinamizmle ilgili bir renktir. Mutluluğu temsil eder. Kırmızı renk, fiziksel olarak; ataklığı, canlılığı ve duygusal bağlamda; bir işi sonuna kadar götüren azmi ve kararlılığı gösterir.
İştah açar. O yüzden dünyadaki gıda firmalarının çoğu logosunda kırmızıyı kullanır. Kırmızı tansiyonu yükseltir, kan akışını hızlandırır. Yanlış bir inanış vardır; boğaların kırmızıya saldırdığı sanılır. Oysa boğalar renk körüdür. Kırmızıya değil, kendilerine sallanan koyu renkli beze saldırır. ......…

YEŞİL: Duygusal olarak bizi en çok etkileyen bir organımız olan kalp organının, bu rengin yaydığı enerji alanında olduğu düşünülür. Doğanın ve baharın rengidir. Güven veren renktir. O yüzden bankaların logolarında hâkim renktir. Yeşil yaratıcılığı körükler. Bu yüzden büyük lokanta mutfaklarında yeşil tercih edilir. Hastanelerde de yeşil rahatlatıcı özelliği nedeniyle kullanılır. Yeşil alanda insanların daha az mide rahatsızlığı çektiği saptanmıştır.

SİYAH: Duygusallığı ve hüznü simgeler. Gücü ve tutkuyu temsil eder. Bizde ve batıda siyah matemi temsil ederken, Japonya'da siyah mutluluktur. Siyah fonda kullanılırsa karamsarlığı çağrıştırır. Einstein konsantre olabilmek için perdeleri siyah, gün ışığı olmayan odaları tercih ederdi.

MAVİ: Vücudumuzda boğaz bölgesini yansıtan bir renktir. Mavi renk gökyüzünün ve geniş ufukların, denizin simgesidir. Sınırsızlığı ve uzak bakışlılığı simgeler. Huzuru temsil eder ve sakinleştirir. Araplar mavinin kan akışını yavaşlattığına inanır, nazar boncuğu o yüzden mavidir. Batıda intiharları azaltmak için köprü ayaklarını maviye boyarlar. Duvarları mavi olan okullarda çocukların daha az yaramazlık yaptığı saptanmıştır.

LACİVERT: Kozmik renk olarak kabul edilir; sonsuzluğu, otoriteyi, verimliliği simgeler. O yüzden dünyadaki firmaların yarıdan fazlası logolarında laciverdi kullanır. Lacivert giyen kişiler kendilerini çok daha karizmatik ve inandırıcı hissederler. İnsanların üzerinde başarılı ve güçlü imajı bırakır.

MOR: Eskiden beri ihtişam ve gizemin son basamağı olarak düşünülür. Tarih, yüksek sınıfların, saray mensuplarının daima morla bezendiklerini kaydeder. Nevrotik duyguları açığa çıkardığından, insanların bilinçaltını korkuttuğu saptanmıştır. İntihar edenlerin beğendiği renktir.

PEMBE: Uyum, neşe, şirinliğin ve sevginin simgesi. Rahat hissettiren ve dinlendiren bir renktir. Bu yüzden bazı büyük mağazalar tezgâhtarlarına pembe üniforma giydirir ki, müşteriler kendilerini rahat hissetsin diye. Pembe aynı zamanda çocuk rengidir.

SARI: Sarı zekâ, incelik ve pratiklikle ilgilidir. Toplumsal yaşamı ve birlikte çalışmayı yansıtan bir anlamı vardır. Geçiciliğin ve dikkat çekiciliğin sembolüdür. Dikkat çekiciliğinden dolayı dünyada taksiler sarıdır. Sarı ayrıca hüzün ve özlemin rengidir. Sonbaharın tüm hüzünlü güzelliğinde onun her rengini izlemek mümkündür.

BEYAZ:Temizliği,saflığı,masumiyeti,simgeler,enerji sistemlerini dengeler.

TURUNCU:yapıcılığı, sağlığı, mutluluk, canlılık, yaratıcılık, güven,cesaret ve iletişimi simgeler.Çocuk odalarında,mutfaklarda kullanılması uygundur.
http://www.adaminsitesi.com/renklerin_dili.htm
..
..
Devamı Buradan ...>>

16 Nisan 2008 Çarşamba

BURSA'nın UFAK TEFEK TAŞLARI


Geçen hafta sonu Sufi-Saja grubu olarak Bursa’daydık. Asıl amacımız sevdiklerimizi ziyaretti ama bu güzel kente gözlerimizi kapamak ta ne mümkün.

Bursa: M.Ö.4000 lerden beri çeşitli yerleşimlere sahne olmuş, adını Bitinya kralı 1.Prusias’tan alan, Selçukluların, daha sonra da Bizans’ın yönetimine giren 1326 yılında Orhan beyin Osmanlıya başkent yapmasına değin yönetilen 11 Eylül 1922 de de Yunanlıların işgalinden Atatürk ve silah arkadaşları tarafından kurtarılan büyük, tarihi, zengin yeşil ve mor şehir.
Kale ve surları, Türbe, medrese, han ve köprüleri, kaplıcaları, doğal mekânları ve Uludağ’ı, tabiat zenginlikleri, koynunda yetiştirdiği ermiş ve evliyaları, ünlüleriyle ne kadar öğünse azdır…
Biz Bursa’ya gittik mi gidip de döndük mü? Yaşam da böyle olsa gerek o gün gelince dönüp bakacağız geçmişe ve “Yaşadık mı?” diyeceğiz belki de.

"Bursanın Ufak Tefek Taşları
Keman Olmuş O Yarimin Kaşları
Bir Omuzdan Bir Omuza Saçları
Al Beni Esmer Güzeli
Yarimle Kol Kola Gezmeli
Hamamın Üçtür Kurnası
İçinde Üç Kiz Yunası
Üç Kızdan Biri Benim Olası
Meşeli Dağları Meşeli
Hamamı Mermer Döşeli
Kül Oldum Ben Bu Aşka Düşeli."
Bursa'da buluşmamızı sağlayan M.Ahmet'e,Seher, Seçkin ve Ali'ye İstanbul'dan gelen sevgililerimize teşekkür ederiz.
Devamı Buradan ...>>

30 Mart 2008 Pazar

BİR GÜN 25 SAAT OLACAK














Dünyanın kendi ekseni etrafında dönüşü yavaşlıyor...Bir gün 25 saat olacak.
Hürriyet'ten alıntı;
Dünyanın kendi ekseni etrafında dönüşü yavaşlıyor. Bilim adamları hesapladı. Günler 24 değil 25 saat olacak.
Günler gittikçe uzuyor. Bahar geldi diye değil. Bilim adamları yer katmanlarını, astrolojik kayıtları, güneş ve ay tutulmalarıyla ilgili eski kayıtları inceleyerek hesapladı... Dünyanın kendi ekseni etrafında dönüşü yavaşladı.......
Bu yavaşlamanın Milattan Önce 700 yılında belirgin biçimde başladığı tespit edildi. Bunun başlıca sorumlusu Ay'ın çekim gücü gösteriliyor.
Dahası, yeryüzünde sadece tek hücreli canlıların bulunduğu dönemde (yaklaşık 530 milyon yıl önce) ise bir günün yaklaşık 21 saat olduğu belirtildi. Bir yılın süresinin yani Dünya'nın güneşin etrafındaki turunu, aynı hızla tamamladığı anlaşıldı. Ancak günler yaklaşık 21 saatlik olduğundan, bir yıl 420 gündü.
Bilim adamları, Dünya'nın kendi ekseni etrafındaki dönüşünün yavaşlamasıyla günlerin artık 24 saati aştığını ve bunun yakın gelecekte 25 saate çıkacağını açıkladılar böylece bir yıl.351 gün olacak.
..
..
Devamı Buradan ...>>

23 Mart 2008 Pazar

PSİKODRAMA/Alternatif çöküntü


Psikodrama J.L.Moreno'nun temellerini attığı yaygın olarak kullanılan felsefe, kuram ve teknikler bütünüdür. Grekçe Psyche(ruh) ve drama(eylem) sözcüklerinden gelmektedir. Moreno’ya göre bu, insan varlığını ya da durumun gerçeğini dramatik yöntemlerle araştırmakta olan bir bilim dalıdır. Psikodrama başka bir tanımla bir tür dramatizasyondan ya da başka bir ifade ile spontan tiyatrodan yararlanılarak gerçekleştirilen bir ruhsal geliştirme tedavi yaklaşımıdır. Ortada yazılı her hangi bir metin yoktur:§ bir spontan tiyatro sergileyerek izleyenleri eğlendirmek ya da eğitmek de amaç değildir.......


Sahnede görülen spontan tiyatro, gerek oyuncuların gerekse izleyenlerin ruhsal yönden gelişmelerini iyileşmelerini amaçlayan karmaşık bir sürecin, ancak su yüzündeki bölümüdür.(2) Psikodrama’da her şey mümkündür. Buradaki ‘’her şey’’ in altını çizmek isterim. Kişiler psikodrama sahnesine geçmiş de yaşadıkları bir takım olayları getirebilecekleri gibi geleceğe ilişkin hayallerini, rüyalarını, hatta deja-vu yaşantılarını ya da halüsinasyonlarını da getirebilirler. Ne tür olursa olsun, geçirdiğimiz bir iç yaşantıyı psikodrama sahnesinde tekrar yaşama şansımız vardır. Söz konusu ‘’tekrar yaşama’’, geçmişteki bir olayın yeniden yaşanması şeklinde olabileceği gibi, geleceğe ilişkin bir hayalin provası şeklinde de olabilir. Psikodramanın niteliğini ve temel özelliğini Moreno’nun Freud’a söylediği bir söz, kanımca veciz bir şekilde özetlenmektedir. ‘’ Dr. Freud, siz bir gün yapay bir ortamda, insanların görmüş oldukları rüyaları analiz ediyorsunuz. Ben ise onları, görmüş oldukları bir rüyayı tekrar görmeleri için yüreklendiriyorum.’’ Gerçekten de Moreno’nun dediği gibi, insanlar, niteliği ne olursa olsun bir takım yaşantılarını psikodrama sahnesinde tekrarlama, yeniden yaşama şansına sahiptirler. Bir takım yaşantıların psikodrama sahnesinde tekrarlanması, iyileştirici / tedavi edici işleve sahiptir. Moreno’nun bu işlevle ilgili görüşü de ilginçtir. Ona göre ‘’İkinci kez yaşanan her gerçek, birinciden kurtuluştur.’’ Belki şöyle dersek daha belirgin olabilir; eğer bir gerçeği ikinci kez yaşarsak, bu gerçeği kontrolümüz altına alabiliriz. Yani ilk kezBurdan yaşadığımız bazı olaylar, bizi kontrollerine alabilir; fakat biz bu olayları Psikodrama sahnesinde ikinci kez yaşarsak, bu durumda biz onları kontrolümüz altına alırız. ‘’İkinci kez yaşanan her gerçek, birinciden kurtuluştur.’’ demek yerine ‘’ ikinci kez yaşanan her gerçek, birincinin verebileceği zarardan kurtuluştur.’’ diyebiliriz . Bir çocuk, havlayarak kendisini korkutan bir köpeği yalnız kaldığında taklit ederek korkusunu hafifletmeye çalışır. Muhtemelen eski çağlarda ilkel insanlar da böyleydi; kendilerini korkutan doğa olaylarını ve hayvanların davranışlarını, dans ederek ya da benzeri yollarla tekrarlıyor, onlar karşısında duydukları kaygıyı denetim altına almaya çalışıyorlardı. Kuramsal bir takım temellere oturtulmuş, çeşitli tekniklerle bezenmiş Psikodrama’da ise, sistematik bir ‘’yeniden yaşama’’ etkinliği söz konusudur. Psikodrama yöneticilerinin organize ettikleri bu etkinliklerin kişilerin katarsis sağlamalarına bir takım ağırlıklarından kurtulmalarına yardımcı olur.Devamı Burdan
URL:http://www.genbilim.com/
..
..
Devamı Buradan ...>>

3 Mart 2008 Pazartesi

EKMEK




Ekmek üstüne bir yazı yazmak istedim sizlere bugün. .Tarihi dayanaklara göre ilk ekmek buğday ile suyun karışımından oluşan bir güzellik olarak Mısırlılar tarafından kullanılmış ne kadar doğru şüpheli tabi. Bana soracak olursanız ekmek hayatın var oluşundan günümüze kadar var.

Şöyle bir düşünün, her gün fırın, bakkal ya da marketlerden aldığımız ekmeğin ne gibi işlemlerden geçip soframıza geldiğini. Aslında yediğimiz yemekleri var eden ama tek başına olduğunda ise bir anlam ifade etmeyen ekmek(Benim için tek başına da bir anlam ifade ediyor) Şimdi bütün bir hafta çalışmışsınız hafta sonu kahvaltısının o güzel hayali ile yanmışsınız, o özlediğiniz kahvaltıda ekmeğin olmadığını düşünsenize. Yâda akşam eve geldiğinizde yorgunluk vücudunuzun her zerresine işlemişken evdeki yemeğin ve dinlenme hayalinin “ evde ekmek yok”la yıkıldığını. Yok, hayal etmek istemiyorum. Buradan anlaşılıyor ki ekmektir yemeği yemek yapan aslında yemekler katık (yardımcı yemek manasında) Ekmektir asıl olan yemek (ana yemek).

Çok uzun zaman evvel bir dostum ekmeğe ne kadar kutsallık yüklediğimizi anlatmıştı. Trafik kazaları ile karşılaştığımızda yerde yatan insanı görmemezlikten gelebilen toplumumuz yerde bir ekmek gördüğünde hemen yerden alıp kenara bir yere koyma ihtiyacı hisseder.(hatta üç defada öpülür derler) çok garip bir milletiz.
Çalışmamızın mantığı eve ekmek götürmek içindir (ekmek parası için çalışıyorum)zorluk anlatımlarında ekmek vardır (ekmek aslanın ağzında) inandırıcılığı artırma yönteminde (ekmek kuran çarpsın)gibi.

Yani hayatımızı hayat yapan hep ekmektir hele birde şunu unutmamak lazım ki esas ekmek hayatta güzel şeyler ekmektir… Güzel ekenlere ekmeğin kıymetini bilenlere. SUFİ'den sevgilerle.
Devamı Buradan ...>>

10 Şubat 2008 Pazar

KUTSAL SEVİŞME


kadim zamanlarda yaşayan varlıklar, bedenlerinde taşıdıkları erki ve “Gaia” ile bağlantılarını hatırlıyorlardı. “Medeniyetler Zinciri”nin vuku bulmaya başlamasıyla kendi bedenlerimizde deneyimlemeye başladığımız izolasyonlar, bizleri içsel gücümüzden, dengemizden uzaklaştırmaya başladı. En başta sevişmeyi unuttuk; tabularla duvarlar ördük ve sevgimizi kainatla BİR yaşayamaz olduk. Sevişmek, sevgiyi koşulsuz paylaşmak ve kainatın içine akmaktır,.......
ancak günümüz ilişkilerinde, “teknoloji” adı altında yaşamlarımıza sokulan “yenilenme”lerle birlikte özentilik, sürekli harcama ve tam anlamıyla bir tüketici yaratma amacı… İşte tüm bunlar insanoğlunun enerjisini dengesizleştirmeyi başladı. Cinsel enerjisi, insanı yükseltmektense alçaltmaya başladı ve hatta dişiyi istismara kadar geriledi. Bu, insanın kendi “başarısı”ydı. Eril enerjinin baskı kurması sonucu, bilgisizce harcanan erk kişiyi ve tabii ki doğrudan toplumları yıkmaya başladı. Jolan Chang, "Taocu Sevişme & Seks" kitabında şöyle diyor: “Taocu sevişmeyi uygulayan toplumda ömür uzar, yaşlılık, hastalık ve güçsüzlüğü yanında getirmez ve alışagelmiş kuralların o toplumda uygulanabilirliği de kalmaz.” Tabuların, kalıtsallaşmış kanı ve değişemeyen toplum bilincini köstekleyen her şeyin ortadan kalktığını düşünün: ekonomik problemler, politik sorunlar ve savaş! Sağlıklı, mutlu ve huzurlu bir toplumda kaotik ve hırçın davranışlar, cinayet, tecavüz gibi olaylarla karşılaşamazsınız. Ve seks… Günümüzde sevgiden ve içsellikten uzak, taktik ve tekniklerle donatılmış bir “kurgu”; yaşamlarımız gibi. Lakin gerçek huzur, aşk ve başarı, varlıkların tam denge sağlamalarıyla mümkündür. Bu durum bireyde vuku bulur ve tüm topluma yayılır. O vakit şöyle bir tablo çıkıyor: Sevişmeyi bilmeyen toplum, başarısızlığa, krizlere ve çöküşe mahkumdur. Sevişmeyi gerçekten de bilmiyor muyuz?

“Sevişmeyi bilmek” de ne demek şimdi?
“Sevişmeyi bilmek” de ne demek şimdi? Zor bir şey değil diye düşünüyoruz, değil mi? Eşimizle “doğal” süreçte yaşadığımız “birkaç dakikalık bir alışveriş” mi acaba? Yoksa bunun ötelerinde ölümsüzlüğe açılan kapı olabilir mi?
İnsan, sadece beden değildir, ve sadece bedende kaldığı sürece gerçek erkini kavrayamaz. Bütünsellik, tüm var oluşunu içerir, ki bu da bedenden fazlası var demektir. Sadece bedende seviştiğimiz sürece “et”te kalır ve ölümsüzlüğümüzü inkar etmiş oluruz. Bu içsel erk, yani cinsel enerji, Çinliler, Hintliler, Şamanlar (Chuluaqui Quodushka Amerikan Yerlileri tarafından da), Mısırlılar ve Grekler tarafından, yüksek mertebelerde kullanılan “üst düzey yaratım” enerjisi olarak biliniyordu. Tao, Tantra, Kamasutra olarak duyduk , ya da araştırdığımızda şamanik öğelerle karşımıza “Kutsal Sevişme” olarak çıktı.Daha fazlası burdan..
Kaynak:http://www.indigodergisi.com/
..
..
Devamı Buradan ...>>

4 Ocak 2008 Cuma

YOGA, MEDİTASYON VE YOGA


Yoga sanskritçe bir sözcüktür. Birlik ve bir olma anlamını taşır. İçsel olarak parçalanmış kişiliğin karşıtı olarak kendisiyle ve çevresiyle bütünleşmiş bir kişiliği tanımlar.

Yoga bir sanat ve bilim olarak kişinin tam olan bir bilinç düzeyiyle yaşamasına önemli katkılar sağlar. Yoga bir din değildir. Bir tarikat veya Hintlilerin dini inanışı gibi bazı yanlış değerlendirmelere maruz kalabilmektedir. Buda yoganın yeteri kadar bazı kesimlerce tanınamasından veya önyargı ile ona yaklaşmasından kaynaklanıyor olabilir. Yada günümüzde olduğu gibi yoganın gerçek halinden meydana gelmemiş ama onu taklit etme cüretini gösteren yapay ve tamamen ticari yanlış uygulamalardan da gelişmiş olabilir.

Yoga sadece birkaç değişik egzersiz hareketlerinden veya nefes alma yöntemlerinden ibaret değildir. Kendine göre apayrı bir yaşam felsefesini ve yaşamın her şeyini farklı değerlendirişiyle de önemli ayrıcalıklar taşır.Yoga ile meditasyon iki kardeş gibidir bir birini tamamlar'lar birisi içsel gelişim digeri bedensel gelişim içindir her ikiside hayat felsefesi olarak benimsenmelidir.
Devamı Buradan ...>>