.

"Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur."Kemal ATATÜRK .
HİKAYELER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
HİKAYELER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Nisan 2013 Cuma

BEN, BİZ OLDUĞUMUZ ZAMAN ‘BEN’İM

Afrika da çalışan bir antropolog; bir kabilenin çocuklarına , bir oyun oynamayı önerir. Ağacın altına koyduğu meyvelere ilk ulaşanın ödülü, o meyveleri yemek olacaktır. Onlara , ‘’ Haydi , şimdi başla ! Birinci olan alacak ! ‘’ der. O anda bütün çocuklar el ele tutuşarak, ağacın altına beraber koşarlar..Vee..Hep beraber meyveleri yemeye başlarlar. Antropolog neden böyle yaptıklarını sorduğunda çocuklardan şu yanıt gelir. ‘’ Biz ubuntu yaptık. Yarışsaydık, yarışı kazanan bir kişi olacaktı. Nasıl olur da diğerleri mutsuzken , yarışı kazanan bir kişi meyveleri yiyebilir? Oysa biz ubuntu yaptık ve meyveleri bölüşerek, hepimiz yedik’’ derler…. UBUNTU: “BEN, BİZ OLDUĞUMUZ ZAMAN ‘BEN’İM”
Devamı Buradan ...>>

4 Ekim 2012 Perşembe

ÖFKE&SEVGİ

Hintli bir ermiş öğrencileri ile gezinirken Ganj nehri kenarında birbirlerine öfke içinde bağıran bir aile görmüş. Öğrencilerine dönüp “insanlar neden birbirlerine öfke ile bağırırlar?” diye sormuş. Öğrencilerd

en biri “çünkü sükûnetimizi kaybederiz” deyince ermiş “ama öfkelendiğimiz insan yanı başımızdayken neden bağırırız? O kişiye söylemek istediklerimizi daha alçak bir ses tonu ile de aktarabilecekken niye bağırırız? ” diye tekrar sormuş.
Öğrencilerden ses çıkmayınca anlatmaya başlamış: “İki insan birbirine öfkelendiği zaman, kalpleri birbirinden uzaklaşır. Bu uzak mesafeden birbirlerinin kalplerine seslerini duyurabilmek için bağırmak zorunda kalırlar. Ne kadar çok öfkelenirlerse, arada açılan mesafeyi kapatabilmek için o kadar çok bağırmaları gerekir.”
“Peki, iki insan birbirini sevdiğinde ne olur? Birbirlerine bağırmak yerine sakince konuşurlar, çünkü kalpleri birbirine yakındır, arada mesafe ya yoktur ya da çok azdır. Peki, iki insan birbirini daha da fazla severse ne olur? Artık konuşmazlar, sadece fısıldaşırlar çünkü kalpleri birbirlerine daha da yakınlaşmıştır. Artık bir süre sonra konuşmalarına bile gerek kalmaz, sadece birbirlerine bakmaları yeterli olur. İşte birbirini gerçek anlamda seven iki insanın yakınlığı böyle bir şeydir.”

Daha sonra ermiş öğrencilerine bakarak şöyle devam etmiş: “ Bu nedenle tartıştığınız zaman kalplerinizin arasına mesafe girmesine izin vermeyin. Aranıza mesafe koyacak sözcüklerden uzak durun. Aksi takdirde mesafenin arttığı öyle bir gün gelir ki, geriye dönüp birbirinize yakınlaşacak yolu bulamayabilirsiniz.”

Devamı Buradan ...>>

11 Ağustos 2012 Cumartesi

ONLAŞIYORUZ

Bir heykeltıraş, işleyip heykel yapmak üzere mermer satın almak ister. Bir mermercinin bahçesinde dolaşırken, köşeye atılmış bir kaya parçasına gözü ilişir. “Bu mermer parçasının fiyatı nedir?” diye sorar. Mermerci “Bedava” cevabını verir ve  ”eğer işine gerçekten yarayacağını düşünüyorsan, para vermeden götürebilirsin.” der.  Heykeltıraş şaşırmıştı:”Neden bedava veriyorsun bunu?” diye sorar. “Şekli bozuk çünkü” der, mermerci, “kimse satın almak istemiyor ve bahçemi işgal etmekten başka bir işe yaramıyor. Alıp götürürsen, beni ancak mutlu edersin.” Diye de ekler.
Birkaç ay sonra, heykeltıraş mermercinin dükkanına elinde bir kutuyla gelir ve kutuyu mermerciye uzatır. Mermerci kutuyu açar. İçinde harika bir heykel durmaktadır. “Şu güzelliğe bakın!” der mermerci. “Eminim bu sanat eseri için büyük paralar isteyeceksin. Peki ama onu neden bana getirdin? Biliyorsun, ben sadece mermer taşı satarım.” Dediğinde, “Hayır, hayır bu sana bir hediye.” diye cevaplar sanatkar ve, “Buraya altı ay önce gelmiştim ve bana bahçenin köşesinde duran bir taş parçasını bedava vermiştin. İste bu heykeli bana verdiğin o taştan yaptım.” Der.   
“Evet, o heykeltıraş sendin. Şimdi hatırladım.” Der mermerci ve altı ay önce söylediği sözleri hatırlayıp utanır ve, “Tanrım! Bu harika heykelin o çirkin taştan çıkabileceğine kim inanabilirdi ki?” diyerek de şaşkınlığını gizleyemez.
Michelangelo’nun  da, başka heykeltıraşların almak istemediği bir mermer bloğu alıp, o dünyaca ünlü Davud heykelini yaptığı bilinir.
Kendisine bu harika sanat eserlerini nasıl yaptığını soranlara da şu cevabı verdiği söylenir:
“Ben her mermerin içinde bir melek görürüm ve onu özgürlüğüne kavuşturuncaya kadar, mermeri keski ve çekicimle oymaya devam ederim. Yapmamız gereken, hayat taşımızın üzerindeki fazlalıkları atmak ve içimizdeki meleği açığa çıkarmak değil mi?  
Tamda yukarıda anlatılan hikaye gibi Tontini de bizim yaşamımızdaki bir Heykeltıraştı. Bize  içimizdeki meleği ortaya çıkarmamız için sevgisini, sınırsız bir sofra gibi ortaya sunardı, şimdi hepimiz meleksiz kaldık ama hepimiz melek olmak için onun bize bıraktığı malzemeler ile kendimizi tontinileştiriyoruz. tontinisisiz ama hepimiz onlaşıyoruz hayatın çıkılmaz noktalarında. Bize söyledikleri kulaktaki küpe misali hatırımızda daimada öylede olacak. Sevgi ve Aşk'la 

Devamı Buradan ...>>

11 Ocak 2011 Salı

KİMDİR?

Bazı kişiler, ilminin genişliği ve derinliğiyle meşhur olan bilgeye, sormak üzere bazı sorular hazırlamışlardı.
Sorularını sırasıyla sordular ve bilge de cevapladı:
“En akıllı kişi kimdir?”
Her zaman başkalarından öğrenecek şeyler bulan kişidir.”
“En güçlü kişi kimdir?”
Öfkesine hakim olan kişidir.”
“En zengin kişi kimdir?”
Ellerindeki hazinenin, yani yaşadığı günün ve saatinin kıymetini bilen kişidir.
“Saygıya kim layıktır?”
Kendisine ve dostlarına saygı gösteren kişi.”
Bu cevaplar üzerine birisi dayanamayıp atıldı:
“Ama efendim, bu söyledikleriniz o kadar açık ve belli şeyler ki!”
Zaten çok açık olduklarından” diye cevapladı bilge, “İnsanoğlu onları bu kadar çabuk unutabiliyor.”
Devamı Buradan ...>>

10 Kasım 2010 Çarşamba

ATATÜRK BİZDEN BİRİDİR


Cumhuriyetin 12. yıldönümü için, görevli erkân çeşitli dövizler hazırlamışlardı;
"Atatürk bizim en büyüğümüzdür."
"Atatürk bu milletin en yücesidir."
"Türk milleti asırlardır bağrından bir Mustafa Kemal çıkardı" gibi.Atatürk yazılanları dikkatle gözden geçirdi ve onları tek tek sildi.Hepsinin yerine şunu yazdı:
"Atatürk bizden biridir..."
***************************************************************
Yıl 1922. 14 Ocak gece yarısı:

Mustafa Kemal'in özel treni Eskişehir'e doğru gidiyor. Bu yolculuk bir kamuoyu yolculuğu olacak ve Gazi, savaş sonrası Anadolu'sunda bazı şehirlerin nabzını yoklaya yoklaya İzmir'e gidip annesini görecek. Ve Latife'yi.
Ama o gece çok sıkıntısı var Mustafa Kemal'in ve bir türlü uyku tutturamıyor.Ali Çavuş kompartımanın kapısı önünde sigara üstüne sigara içiyor. Kapıya dayanmış karanlığı seyrederken bir yandan da kendi kendine mırıldanıp duruyordu:
"Bu işin bu kadar çabuk oluvereceğini hiç düşünmedim. İşte, sonunda şifreli telgraf geldi. Zübeyde anamızı yitirdik. Peki, ne duruyorum. İçeri girip onu uyandırmalıyım. Ama işe bak, giremiyorum. Kıyamıyorum paşama. Nasıl derim ki: 'Anamız öldü paşam!'. Diyemem. Onun yüreği anası için atar. Hep söyler. Vatanı kurtarmakla anasını kurtarmak aynı anlama gelir onun için. Kapıyı açsam, telgrafı uzatsam, 'Paşam sen sağ ol' desem 'Eyvah demez mi?' 'Koca vatanı kurtardım ama anamı kurtaramadım demez mi?"
Ali Çavuş, anlattığına göre birden yerinden sıçramış. İçeriden bir ses geliyor. Mustafa Kemal sesleniyor.
Çavuş kompartıman kapısını açıp selam duruyor:
"Emret Paşam".
Mustafa Kemal yatağa oturmuş soruyor telaş ile:
"Ne demeye kapıda bekliyorsun sen?"
"Uyku tutturamadım da Paşam"
"Annemden bir haber mi var?"
"Az önce bir telgraf geldi dediler, şifreyi çözünce size sunacaklar."
"Boşuna kıvranma Ali, benden de saklamaya çalışma. Ben haberi aldım."
Ali Çavuş bir şey yokmuş gibi durmaya çalışıyor ve merakla soruyor:
"Ne olan, ne haber aldın ki paşam? Hayır haber inşallah."

Mustafa Kemal usul usul anlatıyor.

"Az önce dalmışım, rüyamda yeşil bir ovada anamla el ele geziniyorduk. Hep olduğu gibi bana birşeyler anlatıyordu. Birden bir fırtına çıktı. Bir sel bastırdı, anamızı aldı götürdü. Ben Hiçbir şey yapamadım. Hiç, hiç!..."

Çavuşu bir titremedir almıştı. Derken.. Mustafa Kemal emri verdi:
"Çocuk! Al getir şu telgrafı, hemen!"
Ali Çavuş kompartımandan çıkar çıkmaz, çözümü getiren görevliyle karşılaştı.
"Ver onu" dedi. "Paşamız bekliyor."
Kağıdı aldı, içeri girdi, selam durdu ve: "Sen sağol paşam" dedi.
"Millet sağ olsun."
Gözünden iri bir damla göz yaşı akıvermişti. Çavuş "Ağlama paşam" diye yalvardı.
"Neden? Ben insan değil miyim? Anam öldü. Ben buna ağlarım. Ama, Anavatan kurtuldu. Bununla da teselli bulurum. Benim için ikisi bir."
İşte ben bunun için:
"Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini" diye cevap vermedim mi Namık Kemal'e?
Birden Mustafa Kemal ile Ali Çavuş birbirlerine sarılıyorlar ve açık açık, hıçkırıklarla, içli içli ağlıyorlardı.

Bizden biri olan Atamızı özlemek de, emanetini taşıyamadığımızda için için ağlamak da bizim en insani hakkımız değil mi?
Hepinize sevgilerimizle.

Devamı Buradan ...>>

24 Ekim 2010 Pazar

NE BİR EKSİK NE BİR FAZLA

Zaman zaman düşse de ved-dünyaya insanın zihni ve bedeni; doğrulup kalkmalı, yoluna devam edebilmeli .Ümitsizlik batağına saplansa da ayacıkları; Halk içinde HAKkı bulup, hakla hak olmayı başarabilmeli.

"Ey görünen görünmeyenin sahibi BİR ve TEK olan:
1001 yerden başgöstersen de on-yüzbin isminle.
1oo1 renk, şekiller ve sesler hep sensin sen.
Arş,arz felekler yalnız senin ruhunsa bu bedende.
Ne bir eksik ne bir fazla vardır senin BİR-liğinde" diyebilmeli.

Zamanın birinde Muslihuddin adında bir çocuk varmış. Gidip gelmekteymiş Devrinin ünlü eğitmenlerinden Sümbül Sinan Efendi'ye...Bir tıfıl oğlancık Muslihuddin, çok sayıda saygın öğrencinin arasında . Gel zaman git zaman, Sümbül Efendi vefatına yakın öğrencilerine; yerine bırakacağı kişiyi seçmek istediğini söylemiş.
- "Eğer siz Allah olsaydınız.. Ne yapardınız?"demiş.
Seçim sorusu: Kimisi kötülükleri yok eder... Kimisi fakirlikleri... Kimisi yemyeşil yapar dünyayı, Kimisi herkesi Müslüman...
Muslihuddin başını bile kaldıramamış böylesi bir soruya muhatap kaldığı için... Yavaşça, "Bu alem öyle güzel bir düzen içindedir ki, bir şey ilave etmek veya eksiltmek düşünülemez" demiş...
Halen de öyledir. Ve, halen de bizler, Sümbül Efendi'nin temiz nesilleri, iyi öğrencileri olarak bir şeyleri değiştirmek isteriz...
Belki bir iki kişi... Bir iki tıfıl oğlan, kocamış ya da genç bir iki kız çıkar da aramızdan... Her şeyi olduğu gibi kabul eder... Rıza gösterir, her şeyi "merkezine" koyar da.. "Merkez Efendi" adını alır zamanın içinden...
AŞKla kalın.
Devamı Buradan ...>>

21 Ekim 2010 Perşembe

STATÜKOYA BAKIŞ

Bugünkü hikayemiz "Körler ülkesi" HG WELLS'in kaleminden: efsanelere konu olan Kadıköy değil, başka bir körler ülkesinin hikayesi.
Dere tepe, dağ ova dolaşmayı seven tek gözlü bir adam varmış. Yürür yürür gidermiş, gider gider yürürmüş.Bir gün uzaklarda renkleri karmakarışık bir köy görmüş; alacalı bulacalı garip bir köy. Yaklaşmış köye doğru. Yolları bir tuhaf, evleri bir tuhaf, insanları bir tuhafmış köyün...Girince köyün içine anlamış meseleyi. Körler köyüymüş burası.Kadınların, erkeklerin, çocukların, velhasıl herkesin sımsıkı kapalıymış gözleri...Gezginci adam karar vermiş burada yaşamaya.Hiç değilse benim bir gözüm var, diyormuş.Körler ülkesinde şaşılar kral olur, derler; ben de bunların başına geçer, burada güzelce yaşarım.
Körlerin gözleri yokmuş ama;

elleri, kulakları, burunları çok hassasmış. Kendilerine göre kurdukları bir düzen içinde yuvarlanıp gidiyorlarmış.Adam şaşkın hallerine bakıyormuş onların. Yürümeleri, konuşmaları doğrusu başka türlüymüş.Bir gün körlerden biri öteki körün malını aşırmış! Sadece tek gözlü adam görmüş bunu.
Bağırarak ilan etmiş:
- Filanca malını çaldı falancanın.
Körler:
- Nereden biliyorsun o kadar uzaktan duyulmaz ki, demişler.
- Ben duymadım, gördüm. Gözüm var benim. Görüyorum.
Körler göz diye, görmek diye bir şey bilmiyorlarmış. Uzun yıllar içinde çoktan unutmuşlar bu hissi.
- Ne demek görmek, demişler, nasıl görüyorsun yani, duyulmayacak mesafeden anlıyor musun ne olup bittiğini?
- Anlıyorum tabii...
- İnanmayız, imtihan edeceğiz seni...
Adamı almışlar, uzakça bir yere dikmişler. Tecrübeleriyle biliyorlarmış o uzaklıktan hiçbir şeyin işitilmeyeceğini.
- Anlat bakalım, şimdi biz ne yapıyoruz, demişler.
Adam anlatmış:
- Oturuyorsunuz, konuşuyorsunuz, Şu ayağa kalktı, bu elini oynattı, beriki bacağını sallıyor vs...Derken körler bir evin içine girmişler, bağırmışlar:
- Anlatsana...
- İçeri girdiniz göremiyorum ki...Körler bilmedikleri için içeri girmenin ne olduğunu:
- Ne olmuş yani içeri girmişsek. Elli santim fark etti, anlat anlat, demişler.
- Arada duvar var görmüyorum.Körler :
- Sen atıyorsun, demişler. Demincek tesadüf etti.Bak, şimdi bilemiyorsun.
- Çıkın dışarı, söyleyeyim.
- Bu kadar uzaktan duyunca ha içersi, ha dışarısı, ne çıkar yani...- Ben duymuyorum, ben görüyorum, diyormuş adam.
- Öyle şey olmaz, demişler. Var sende bir bozukluk. Saçmalıyorsun, acayip şeyler söylüyorsun.Hekime muayene ettireceğiz seni...Adamı yaka paça köyün hekimine götürmüşler.Hekim de kör tabii...Elleriyle yoklamaya başlamış adamı. Yoklamış ve parmaklarını adamın yüzünde gezdirirken:
- Buldum, demiş. Bozukluk burada...Adamın açık olan gözünü kastediyormuş hekim ve
- Saçmalaması bundan dolayı, diyormuş. Ben şimdi hallederim, düzeltirim onu...
Körler ülkesine kral olmaya kalkan gezginci zor bela kurtarmış kendini oradan.
Körler görenleri anlayamazlar.Saçmalıyor sanırlar ve onu da düzeltip kendilerine benzetmek için gözlerini çıkarmaya uğraşırlar.

Görenler; körlerin dili ve ahvaline bürünüp ormandan çıkıp statükoya uygun konuşsa, belki sonuç varmazdı buralara.Körlerin fili tarif etmesi hikayesini bilirsiniz, onlar tuttukları şeyin ellerinde olan kısmı kadar file şekil verebilir ve tarif edebilirler.Ya gözlünün durumu aynı mı? Resmin ve cismin tamamını görmektedir de; yolunda gitmeyen hal ve gidişatı, anlatamaz gözü görmeyenlere.
Vay bazı ülkelerdeki gözleri çıkarılmak istenen onca gözlünün haline?
Sözümüz kıssadan hisse çıkarmak isteyenler içindi kusurumuz varsa affola.
Hepinize sevgilerimle, Tontini.

Devamı Buradan ...>>

4 Ekim 2010 Pazartesi

AĞACI KESEMEZSİNİZ KÖŞKÜ KAYDIRIN


Atatürk’ün ağaç ve yeşillik sevgisi, yalnız Ankara’ya has bir özlem değildi. “Bu vatan, çocuklarımız ve torunlarımız için cennet yapılmaya değer” diyen Atatürk’ün özlemi, tüm ülkeyi ağaçlandırmaktı, yeşillendirmekti.Gazi Mustafa Kemal, Türklerin Orta Asya’dan kuraklık ve ağaçsızlık yüzünden göç ettiğini pek iyi bildiği için ağaca karşı sevgi ve saygı gösterilmesini teşvik etmiştir.
Atatürk’ün Türk milletine hibe ettiği Yalova’daki çiftlik arazisinde bulunan köşk kendi emriyle 1929 yılında yapılmıştır. Köşk’ün yapılışı sırasında 2. kata sıra geldiğinde öndeki asırlık çınar ağacının dalları inşaata girdiğinden Yetkililer; "bu dalları kesmemiz gerek paşam" derler. Atatürk’ün kesin cevabı "hayır"dır, kendisini dinleyenlerin şaşkın bakışları arasında, "ağacı kesemezsiniz, köşkü kaydırın" der.Derler ki "bu gün Mustafa Kemal bir hoş. Ne demek köşkü tutupta ağaçtan uzaklaştırmak?"Mühendis, mimar, ziraatçı değil ama ne yapar biliyormusunuz? Atatürk asırlık ağacın birkaç dalını kestirmemek için İstanbul köprü altındaki tramvay raylarını Yalova'ya taşıtır. Temellerin altına zor ve çok yavaş ta olsa raylar döşenir. Bina rayların üzerinde doğuya doğru 4 metre kaydırılır.Diğer tüm köşkler gibi ‘Yürüyen Köşk’de halen müze olarak korunmakta,bir dalının bile kesilmesini istemediği Ulu Çınar da halen cumhuriyetimiz gibi dimdik ayaktadır.
Bir gün Atatürk, Kurmay Başkanı İsmet Bey’le Diyarbakır çöllerinde atla gidiyormuş. Mustafa Kemal demiş ki: “Çabuk bana yeni bir din bul. Ağaç dini. Bir din ki, ibadeti ağaç dikmek olsun.”
Atatürk'ün yeşil ve orman hakkındaki şu sözlerini de hatırlayalım:

"Ormansız bir yurt vatan değildir."

"Yeşil görmeyen gözler, renk zevkinden mahrumdur."


"Tabiata saygı aklın vicdanıdır."
İlgililere duyurulur.
Devamı Buradan ...>>

3 Eylül 2010 Cuma

BİLGE SABUNCU VE DİN

Bilge ile sabun imalatı yapan bir adam yolda yürüyorlardı. Din ile arası pek iyi olmayan sabuncu, bir ara bilgeye döndü ve:
Hep aklıma takılan bir soru var. Size sorabilir miyim? dedi.
Bilge: “Elbette ki sorabilirsin” diye karşılık verdi.
söyler misiniz bana, din ne işe yarar? Bu kadar uzun zamandan beri din var, ama insanlar hâlâ birbirlerine kötü davranıyorlar. Zulümler işleniyor, insanlar öldürülüyor.”
Bilge hemen cevap vermedi. Sessiz kaldı. Yürümeye devam ettiler. Girdikleri sokakta oynayan kir pas içindeki bir çocuk gördüklerinde, bilge sabuncuya döndü ve şöyle dedi:
Söyler misin, sabun ne işe yarar? Bunca zamandır sabun diye bir şey var, ama bak insanlar hâlâ kirli kirli geziyorlar.
Sabuncu bu karşılaştırmaya hemen itiraz etti:
Tamam ama insanların temizlenmesi için sabunun kullanması gerekir.”
Bu tam da benim söylemek istediğim şey! dedi bilge.
İnsanların iyilik yapabilmesi için de, dinin uygulanması gerekir. Dini hakkıyla yaşamayan insanların yaptığı kötülüklerde, dinin ne suçu olabilir
Devamı Buradan ...>>

17 Ağustos 2010 Salı

GÖNÜLE DAİR

Birgün bir aşık,sevgilisinin kapısını çaldı.Sevgilisi içeriden seslendi:
"Ey güvenilir kişi,sen misin?"
Kapıyı çalan:
"Benim !" deyince, sevgilisi:
"Git burdan!Sen henüz olgunlaşmış değilsin.Senin içeriye girme zamanın daha gelmemiş"dedi.
O zavallı aşık,kapıdan çekti gitti.Yollara düştü,ayrılık acısıyla yandı durdu.Tam bir yıl sonra geri döndü ve sevgilisinin kapısını yine çaldı.
Sevgilisi içeriden yine seslendi:
"Kapıyı çalan da kim?"
Aşık şöyle cevap verdi:
"Ey gönlümü almış olan!Kapıdaki de sensin sen!!!"
Bunun üzerine sevgilisi:
"Madem, şimdi 'sen' , 'ben' oldun.Ey 'ben' olan; benden ibaret olan şimdi gir içeriye!çünkü bu ev dardır.İki 'ben'i içine alacak yer yoktur burda.
Mesnevi'den alıntı.


Devamı Buradan ...>>

15 Ağustos 2010 Pazar

ESAS MESELE TAHTAYA ÇİVİ ÇAKMAMAKTA

Bir baba, birgün oğluna; "Her kırdığın insan için şu tahtaya çivi çak" demiş.Oğlu, babasının dediğini yapmiş sonra oğlu bakmış ki tahta çivilerle dolmuş taşmış. Sonra babası "Şimdi kırdığın insanların gönlünü al,her aldığın gönül için bir çiviyi sök" demiş. Çocuk babasının yanına çivileri söküp geri gelmiş ama tahta delik deşikmiş ve evladına şöyle demiş: "İnsan kalbi bu tahta gibidir oğlum, kırdığın kalbi düzeltirsin fakat izi kalır."
Devamı Buradan ...>>

8 Mayıs 2010 Cumartesi

TANRI OKULU

Olaylar sonsuz bir çölde başlar. Tanrı ile Narada adlı bilge yan yana yürürlerken gözleri engin boşluğa dalar. Bir süre sonra Narada Tanrı’ya dönüp sorar: "Ey yüce Tanrım, bu dünyanın ve orada yaşayan bütün yaratılmışların hayatının görünümlerinin ardındaki sır nedir?"Tanrı gülümser ve susar.Yola devam ederler. "Evladım," der bir süre sonra Tanrı ve ufka bakar, "Güneşin sıcağı beni susattı. Bu yoldan biraz daha gidersen bir ırmak bulacaksın. Irmağı takip et, bir kasabaya geleceksin. Oradaki evlerden birine git ve bana bir bardak soğuk su getir." "Hemen," der Narada ve yola koyulur.

Bomboş arazide dakikalarca yürüdükten sonra gerçekten bir ırmağa gelir.
Irmağın öte yanında bir yerleşim alanı vardır. Narada derli toplu görünen bir çiftlik evine yaklaşır ve eski tahta kapıyı çalar.Kapı genç, güzel bir kız
tarafından açılır. Gözleri ışıklar saçmakta ve Narada’nın gördüğü diğer kadınların gözlerine hiç benzememektedir. Kızın gözleri ona Yüce Tanrı’sının gözlerini
hatırlatır. Narada bu gözlerin içine baktığı anda Tanrı’nın talimatını ve oraya geliş amacını unutur. Kız onu içeri davet eder ve ikramda bulunmak ister. İçeride, kızın annesiyle babası bu bilge kişinin gelişini bekliyor gibidirler. Narada için en nadide yiyecekler hazırlanmıştır. Hiç kimse oraya neden geldiğini ve ne
istediğini sormaz. Uzun yıllar önce aralarından ayrılıp uzaklara gitmiş eski bir dost, sanki şimdi geri dönmüş gibidir.
Narada bu dost canlısı ailenin evinde birkaç gün kalır. Kendisine gösterilen konukseverlikten çok memnundur ve genç kızın güzelliğine gizli bir hayranlık beslemektedir. Bir hafta böylece geçip gider, ardından iki hafta daha geçer. Narada çiftlikteki günlük işlere katılmaya başlar ve kısa bir zaman sonra aile, orada sürekli bir misafir olarak kalmasını ister. Narada bunu sevinçle kabul eder ve
bir zaman daha geçer. Nihayet, rüya gibi geçen günlerin sonunda Narada evin kızı ile evlenme arzusunu dile getirir. Baba çok memnundur. Dediğine göre herkes bunu ümit etmiştir. Narada ile genç kız mutluluk içinde evlenerek aynı eve yerleşirler.
Çok geçmeden bir erkek çocukları dünyaya gelir, ardından bir erkek çocuk daha doğar ve sonunda bir de kızları olur. Narada kasabada küçük bir dükkan açar ve kısa sürede işini büyütür. Eşinin annesi ve babası öldüğünde ailenin reisi artık o olmuştur. Zaman akar gider,kasaba halkı mali işlerde Narada’nın rehberliğine güven duymakta, hatta giderek kendisinden kişisel tavsiyeler de istemektedirler. Çok
geçmeden belediye meclisinde yüksek bir göreve getirilir. Hayatı,kaçınılmaz olarak, bir kasabada yaşamanın verdiği doğal sevinçler veüzüntülerle doludur. Böylece hayat anlamlı ve başarılı bir şekilde yıllarca sürüp gider.Derken muson yağmurları mevsiminde bir sabah gökyüzü kararır ve görülmemiş şiddette bir fırtına ile yağmur yağmaya başlar. Çok geçmeden ırmak taşar ve sular öyle yükselir ki, sel baskını
tehlikesi doğar. Evler olduğu gibi sulara kapılıp gitmektedir.Akşama doğru fırtınanın dinmeyeceği ve kasabayı kurtarmanın bir yolu olmadığı anlaşılmıştır. Narada, kasaba halkını uyardıktan sonra ailesini toplayarak gecenin karanlığında yollara düşer. Kendilerine daha yükseklerde güvenli bir yer bulmayı ümit etmektedir. Eşi ve iki oğlu kasırga şiddetiyle kükreyen rüzgara karşı direnirken ona
sımsıkı sarılmışlardır. Küçük kızını da göğsüne bastırmıştır. Rüzgar korkunç bir şekilde esmekte ve sel suları git gide yükselmektedir. Narada karşılarına bir duvar gibi dikilen yağmurda ilerlemeye çalışırken birden ayağı takılır. Azgın tabiat kuvvetleri oğullarından birini babasının kollarından koparıp alır. Onu
yakalayacağım derken diğer oğlunu da elinden kaçırır. Hemen ardından şiddetli bir rüzgar küçük kızını bağrından çekip alır ve sonunda sevgili karısı da sel sularına kapılarak uğuldayan karanlığa karışır.

NARADA çaresizlik içinde feryat eder ve ellerini göğe açıp, acıyla kıvranır. Ancak feryatları o korkunç gecenin derinliklerinden doğan dev gibi bir dalganın içinde duyulmaz olur. Dengesini kaybetmiş ve bayılmıştır. Bedeni azgın sularla oradan oraya çarparak ırmakla birlikte sürüklenir. Saatler geçer, hatta belki de günler. Narada acılar içinde yavaş yavaş kendine gelir, neredeyse çıplak ve yarı ölü bir vaziyette ırmağın çok daha aşağılarında bir kumsala sürüklenmiş olduğunu fark
eder. Şimdi gün aydınlanmış, fırtına dinmiştir. Ancak ortalıkta ailesinden en ufak bir iz olmadığı gibi, başka bir canlı da görünmemektedir. Narada kumların üstüne yüz üstü düşüp dakikalarca kımıldamadan yatar. Her yanı ağrımaktadır, tek başına kalmıştır, üzüntü ve terk edilmişlik duygusundan deliye dönmüştür. Irmakta önünden enkaz yığınları sürüklenmekte, havada ölümün kokusu duyulmaktadır. Artık her şeyi elinden alınmış, hiçbir şeyi kalmamıştır. Sevdiği ve değer verdiği ne varsa suların girdaplarında yitip gitmiştir. Ağlamaktan başka yapacak bir şey yok gibidir.
Derken, Narada aniden bir ses duyar: ådeta damarlarındaki kanı donduran bu ses, "Evladım, senden istediğim bir bardak soğuk su nerede?"
Narada döner ve hemen yanı başında duran Tanrı’yı görür. Irmak kaybolmuştur ve onlar yine sonsuz bir çölde yalnızdırlar. Tanrı bir daha sorar: "Suyum nerede? Tam beş dakikadır bekliyorum burada."
Bilge, Tanrı’sının ayaklarına kapanır ve kendisini affetmesi için yalvarır. "Ah, unuttum!" diye durup durup feryat eder. "Yüce Tanrım, unuttum! Beni bağışla!" Tanrı gülümser ve şöyle der: "Peki Narada, dünyanın ve üzerinde yaşayan bütün
yaratılmışların görünümlerinin ardındaki sırrı şimdi anlıyor musun?

Resim: Flicker'dan
Yazı: bütün dünya'dan alıntıdır.

Devamı Buradan ...>>

31 Mart 2010 Çarşamba

SEN O'sun


“Neyi arıyorsan sen
O'sun"
der Mevlana...

Zulmün peşindeysen zâlimsin, aşkı arıyorsan âşık...Elinden tuttuğumuz her sevgili,
bizi sü­rükleyip, kendi iç dünyamızın derinliklerinde bir keşif gezisine çıkarır.
Her ilişki, benliğimizde bir kazıdır aslın­da, her sevda ruhumuzun bir başka yüzü...
Her aşkta kendimizi ararız; o yüzden bulduklarımız, benzerlerimizdir.Resimlerini yan yana koyun sevdiklerini­zin ve dikkatle bakın yüzlerine, onların suretlerinden kendi yüzünüz bakacaktır size...

Aşk denilen kaleydoskopun buzlucamına gözünüzü dayadığınızda, bin bir camın rengarenk ışıklar saçarak döndüğünü ve her seferinde bambaşka şekiller ördüğü­nü görürsünüz. Her camda,farklı bir ren­giniz vardır; her şekilde sizden bir parça..
Aşklarınız hülâsanızdır.Sevdiğiniz her adam, beğendiğiniz her kadın, farklı ruh hallerinizi ele verir; arada bir çevirdiniz mi kaleydoskopu, cam par­çalar yer
değiştirip yeni şekiller alır; hepsi siz...Sevgilinizin gözlerindeki dolunay,
sizde­ki ışığın yansımasıdır aslında; dilindeki si­zin ilhamınız, tenindeki sizin ısınız...

Yoksa hâlâ bir sevdiceğiniz, o
henüz kendinizi bulamadığınızdandır...

Aşk, narsizmdir.

Kendimiziz her aşkta arayıp
durduğu­muz, peşinde olduğumuz

Bir omza sığınmanın şefkatinde de,bir göğsü dişlemenin şehvetinde de kendimize açılan
kapılar var.

Sevda, çevrildikçe içimizin farklı ışıkları­nı yakan eğlenceli bir kaleydoskop gibi
başımızı döndürüyor.

Ve biz, hep baharı takip ederek dünyayı gezen bir gezgin gibi içimizdeki eski baharları arıyoruz.

Narcissus'u bilirsiniz:

Öyle heybetli ve güzelmiş ki,bakmaya doyamazmış kendine... Gün boyu kara gözlerini, incecik burnunu, dar kalçalarını,kıvırcık saçlarını seyredermiş hayran hayran... Bir gün ır­mak kenarında gezinirken, sudaki yansımasına ilişmiş gözü... uzanıp, iyice bak­mak istemiş. Tam gördüğünde kendini, dengesini kaybedip düşüvermiş ırmağa, kapılıp gitmiş suya...

Yeryüzünün en güzel insanının öldüğü­nü duyan Tanrı, unutulmaması için O'nu her bahar
açan güzel kokulu bir çiçeğe dönüştürmüş.Narcissus, nergis olmuş.

"Kıssadan hisse, benden size tavsiye,ta­ze bir nergis verin bugün sevgilinize...
Sonra da, nerede baharsa mevsim, ro­tasını oraya çevirip içindeki eski baharla­ra koşan bir gezgin gibi "Bahar getirdim sana" deyin, baharın elinizde olduğunu
unutmadan...Onun gözlerindeki ırmağa baktığınızda kendinizi göreceksiniz; dikkat edin de hayran olup düşmeyin! Düşüp bahar kokulu bir çiçeğe dönüşmeyin..."

Can DÜNDAR.
Resim:Clauda theberge

Devamı Buradan ...>>

22 Mart 2010 Pazartesi

PEN: 2010 ŞİİR ÖDÜLÜ

Dünya yazarlar birliği PEN: 2010 şiir ödülünü bu yıl Özdemir İnce’ye vermiş.Şiir günü bildirisini de böylece Özdemir İnce kaleme almış.Kendisini ve tüm şairlerimizi buradan kutluyor ve bu günün önemiyle ilgili bildiriden aldığımız bir hikayeyi sizlerle paylaşmak istiyoruz.Sevgilerimizle.
NewYork''ta, Brooklyn Köprüsü üzerinde dilenen kör bir dilenci birgün, bir şairin dikkatini çeker.Dilencinin boynunda asılı bir tabela vardır. Şair, dilenciye günlük kazancının ne kadar olduğunu sorar. Dilenci de sekiz dolar kadar olduğunu söyler. Bunun üzerine şair, dilencinin boynuna asılı tabelayı ters çevirerek birşeyler yazar;"Şimdi buraya senin kazancını arttıracak birşeyler karaladım. Bir hafta sonra yanına geldiğimde bana sonucu söylersin" der ve oradan ayrılır.Şair, bir hafta sonra dilencinin yanına uğrayıp kendini tanıtınca dilenci;"Bayım size ne kadar teşekkür etsem azdır. Bir haftada kazancım ikiye katlandı. Çok merak ediyorum tabelaya neler yazdınız?"Bunun üzerine şair gülümser ve: Tabelanda "Doğuştan körüm, yardım edin"
yazıyordu.Bense; "Bahar gelecek, ama ben yine göremeyeceğim. diye yazdım" der.


Önemli olan, anlatılmak istenen şeyi en iyi şekilde anlatmak olduğuna göre,
her şeyin daha iyi anlatılabileceği bir yol vardır.
Yeter ki onu bulmaya, uygulamaya ve ufkumuzu bu doğrultuda genişletmeye
uğraşalım...


Resim:images.com'dan.
Devamı Buradan ...>>

2 Mart 2010 Salı

SAVAŞ HAZIRLIĞI

Cem televizyondaki Kızılderililerin yüzlerini boyadıklarını görünce merakla babasına sordu:
“-baba, ne yapıyorlar böyle?”
Babası gazetesini okumaya devam ederken oğlunun sorusuna şu cevabı verdi:
“-Savaşa hazırlanıyorlar oğlum.”
Cem, ertesi sabah aynanın önündeki rengârenk kalemlerle Annesinin; dudağını kırmızı, gözkapaklarını mavi-yeşil boyayarak makyaj yaptığını görünce, koşarak babasının yanına geldi ve “Baba, kötü şeyler olacak…”dedi.”Annem içeride savaş hazırlığı yapıyor.”

Hikaye:Bütün Dünyadan.
Öykü atölyesine, fotoğrafın dili(22.çalışma)sınadır.
Devamı Buradan ...>>

31 Ocak 2010 Pazar

KÖR KUYUDAKİ EŞEK

Günlerden bir gün, köyün birinde, adamın birinin eşeği, kuyuya düşmüş. Niye düşer, nasıl düşer sormayın! Eşek bu. Düşmüş işte. Belki kör bir kuyuydu, ağzı tahtayla kapatılmıştı belki, üzerine de toprak dökülmüştü. Zamanla tahta çürüdü, zayıfladı, toprakta biten otları yemek isteyen eşeğin ağırlığını çekemedi ve güm... Hayvancık saatlerce acı içinde kıvranmış, bağırmış kendi dilince.
Ayıptır söylemesi, anırmış yani.
Sesini duyan sahibi gelip bakmış ki vaziyet kötü. Zavallı eşeği kuyunun dibinde melül mahzun bakınıyor. Üstelik yaralanmış.

Karşılaştığı bu durumda kendini eşeği kadar zavallı hissedip köylüleri yardıma çağırmış. “Ne yapsak, ne etsek de eşeği kuyudan nasıl çıkarsak?” soruları havada kalmış! Sonunda karar verilmiş: “Eşeği kurtarmak için çalışmaya değmez. Tek çare, kuyuyu toprakla örtmek, eşeği işkence çektirmeden tez vakitte öldürmek.” Ellerine aldıkları küreklerle etraftan kuyunun içine toprak atmışlar. Zavallı hayvan, üzerine gelen toprakları, her seferinde silkinerek dibe dökmüş. Ayaklarının altına aldığı toprak sayesinde her an biraz daha yükselip sonunda yukarıya kadar çıkmış. Köylülerin ağzı açık, baka kalmışlarrr.
Mevlana'dan alıntı.

Hayat bu! bazen bizim de üzerimize abanır. Ne bazen? Çoğu zaman... Üstümüzü toz toprakla örtmeye çalışanlar olabilir. Bunlarla baş etmenin tek yolu, yakınıp sızlanmak değil; dökülen toprakları silkeleyip,ayaklarımızın altına aldığımız o topraklar sayesinde yükselmek ve aydınlığa çıkmaktır.
Kör kuyulara düşsek bile...

Sevgilerimizle.

Devamı Buradan ...>>

28 Ocak 2010 Perşembe

ZENGİN BİR ADAM DEDİ Kİ: VERMEKTEN SÖZ ET

Sonra zengin bir adam dedi ki, bize Vermekten Söz Et.
Ve o yanıtladı: Malınızdan mülkünüzden verirken pek fazla bir şey
vermiş sayılmazsınız.
Gerçekten vermek kendinden vermektir.
Çünkü mal mülk, bir gün ihtiyaç olur endişesiyle alıkoyup sakladığınız
şeylerden başka bir şey değilmidir?
Ve yarın, yarın ne getirir, kutsal kente giden hacıların peşine
düşmüşken, iz tutmaz kumlara kemikler gömen aşırı tedbirli köpeğe?
Yokluk korkusu yoksunluğun bizzat kendisi değil midir?
Kuyunuz suyla doluyken susuz kalmaktan korkmak, asıl giderilemez
susuzluk değil midir?....


Çok şeye sahip olup çok azını verenler vardır- bunu şan olsun diye
yaparlar ve bu gizli arzu hediyelerini yoz eder (yararsız kılar).
Bir de aza sahip olup hepsini verenler vardır.
Bunlar yaşama ve yaşamın cömertçe verilmiş bir ödül olduğuna
inananlardır ve onların sandığı hiç boş kalmaz.
Sevinçle verenler vardır ve o sevinç onların ödülüdür.
Ve acıyla verenler vardır ve o acı onları arındırır.
Ve veren ve verirken acıyı bilmeyen, sevinç aramayan, faziletli olmayı
düşünmeden verenler vardır;
Şu vadideki mersin ağacının kokusunu havaya saçması gibi verirler.
Tanrı böylelerinin elleri aracılığıyla konuşur ve onların gözlerinden
dünyaya gülümser.
İstenince vermek iyidir fakat istenmeden, ihtiyacı anlayıp da vermek
daha iyidir
Ve eli açık olanlar için, alacak olanı aramak vermekten daha büyük bir
sevinçtir.
Sanki alıkoyabileceğiniz bir şey var mı?
Tüm sahip olduklarınız bir gün verilecek;
Öyleyse şimdiden verin de, size ait olsun verme mevsimi
mirasçılarınıza kalmasın.
"Veririm ama sadece hak edenlere" dersiniz sık sık.
Ne meyve bahçenizdeki ağaçlar böyle der, ne de çayırlarınızdaki sürüler.
Onlar, saklandığında çürüyecek olanı, yaşayabilsin diye verirler.
Günler ve geceler bahşedilmeye değer bulunmuş olan, sizin
vereceklerinizi almaya da layıktır kuşkusuz.
Ve hayat ummanından içmeyi hak etmiş olan, sizin küçük derenizden
tasını doldurmayı da hak eder.
HALİL CİBRAN

Devamı Buradan ...>>

13 Ocak 2010 Çarşamba

KENDİ BAŞINA DOLAŞAN KEDİ


Anlatacağım hikaye; evcil hayvanların henüz yabani olduğu zamanlarda ve yerlerde gerçekleşmiş. Köpek yabaniymiş o zamanlar, At,İnek,Koyun ve Domuz yabaniymiş; tüm evcil hayvanlar en yabani hayvanların olabileceği kadar yabaniymişler, hepsi de Islak Yabani Orman'ın ıssız köşelerinde yaşarlarmış. Ama tüm yabani hayvanların en yabanisi KEDİ'ymiş. Kendi başına dolaşırmış o ve her yer aynıymış onun için.
Tabii ki Erkek de yabaniymiş o zamanlar. Hem de tam bir yabaniymiş. Erkek, Kadınla karşılaşana kadar evcilleşmemiş. Kadın Erkeğe onun yabani yöntemleriyle yaşamak istemediğini söylemiş; gece uyumak için ıslak bir ot yığını yerine kuru ve güzel bir mağara seçmiş Kadın, yere temiz kum dökmüş, mağaranın arka tarafına odunlardan güzel bir ateş yakmış, mağaranın girişine kurutulmuş bir yabani at postunu başaşağı asmış ve Erkeğe şöyle demiş;

"İçeri girerken ayağını sil, hayatım; artık evimizi çekip çevirelim." İşte o gece, Erkek ve Kadın yabani sarımsak, biberle baharatlandırılmış ve kızgın taşlar üzerinde kızartılmış yabani koyun,pilav,defne ve maydonoz doldurulmuş ördek,öküz iliği, çilekler ve yabani grenadiller yemişler. Sonra Erkek her zamankinden daha mutlu olarak ateşin başında uykuya dalmış, Kadın ise saçını taramaya koyulmuş. Eline bir koyunun omuz kemiğini almış -hani o büyük ve düz kenar kemiği-, üzerindeki o harika desenlere bakmış, ateşe bir odun daha atmış ve bir büyü yapmış. Bu büyü dünyadaki İlk Şarkı Büyü-süymüş.Dışarıda, Islak Yabani Orman'da tüm yabani hayvanlar ateşin ışığını uzaktan görebilecekleri bir yere toplanmışlar ve merakla ateşin anlamını çözmeye çalışmışlar.
Yabani At yabani ayağını yere vurarak şöyle demiş, "Ey arkadaşlarım ve düşmanlarım, Kadın ve Erkek büyük mağaradaki büyük ışığı neden yaktılar? Bunun bize nasıl bir zararı olacak?"
Yabani Köpek yabani burnunu havaya kaldırarak kızarmış et kokusunu koklamış ve şöyle demiş, "Ben gidip bakacağım ve neler olduğunu göreceğim, çünkü bize bir zarar geleceğini sanmıyorum. Kedi, benimle gel."

"Miyav!" demiş Kedi. "Ben kendi başına dolaşan kediyim ve benim için her yer aynıdır. Gelmeyeceğim."
"Öyleyse bir daha arkadaş olamayız" demiş Yabani Köpek ve mağaraya doğru yola koyulmuş. O daha biraz ilerlemişken Kedi kendi kendine mırıldanmış, "Benim için her yer aynıdır. Neden neler olup bittiğini gidip kendi gözlerimle görmeyeyim?" Sessizce Yabani Köpeğin peşine takılmış, mağaraya varınca da tüm olan biteni duyabileceği bir kenara saklanmış.
Yabani Köpek mağaranın ağzına varınca burnuyla kurutulmuş at postunu kaldırmış ve kızarmış etin güzel kokusunu koklamış. Elindeki kemiğe bakmakta olan kadın onun sesini duymuş ve gülmüş ve demiş ki, "İşte ilki geldi. Yabani Ormanlar'dan gelen Yabani Şey, ne istiyorsun?"
"Ey Düşmanım ve Düşmanımın Karısı, Yabani Ormanlar'da bu kadar güzel kokan nedir?" diye sormuş Yabani Köpek.
Kadın kızarmış bir koyun kemiği alıp Köpeğe atarak demiş ki, "tadına bak da kendin gör." Yabani Köpek kemiği kemirmiş ve şimdiye dek tadına baktığı her şeyden daha güzel olduğuna karar vererek yalvarmış, "Ey Düşmanım ve Düşmanımın Karısı, bir tane daha ver."Kadın; "Gündüzleri Erkeğime avda yardım et, geceleri bu mağarayı koru, ben de sana istediğin kadar kızarmış kemik vereyim."
"Ah!" demiş Kedi dinlediği yerden. "Bu çok akıllı bir kadın ama benim kadar akıllı değil."
Yabani Köpek sürünerek mağaraya girmiş, başını Kadının kucağına koyarak cevap vermiş, "Ey Arkadaşım ve Arkadaşımın Karısı, gündüz Erkeğine avda yardım edeceğim, geceleri de mağaranı koruyacağım."
"Ah!" demiş Kedi dinlediği yerden. "Bu çok aptal bir Köpek." Sonra da yabani kuyruğunu sallayarak ve yabani yollarda yürüyerek Islak Yabani Orman'a geri dönmüş. Hiç kimseye hiçbir şey anlatmamış.
Uyandığı zaman Erkek sormuş, "Yabani Köpeğin burada ne işi var?" Kadın ona cevap vermiş, "Onun ismi bundan sonra Yabani Köpek değil,İLK ARKADAŞ, çünkü bundan sonra her zaman bizim dostumuz olacak. Ava giderken onu da götür."
Sonraki gece Kadın nehrin kenarındaki çayırdan kucak dolusu taze ot keserek bunları ateşin kenarında kurutmuş, etrafa yeni biçilmiş saman kokusu yayılmış. Kadın mağaranın ağzına oturarak at derisinden bir yular örmüş ve koyun kemiğine bakarak
hani o büyük ve düz omuz kemiği, bir büyü yapmış. Bu, Dünyadaki İkinci Şarkı Büyüsüymüş.
Dışarıda, Yabani Orman'da bütün hayvanlar Yabani Köpeğe neler olduğunu merak ediyorlarmış. En sonunda Yabani At ayağını yere vurarak son sözü söylemiş, "Ben gidip neler olduğunu göreceğim ve Köpeğe neler olduğunu size anlatacağım. Kedi, benimle gel."
"Miyav!" demiş kedi. "Ben kendi başına dolaşan kediyim ve benim için her yer aynıdır. Gelmeyeceğim. " Ama yine de yavaşça ve sessizce Atı izlemiş ve mağaraya varınca her şeyi duyabileceği bir yere gizlenmiş.
Kadın, mağaranın dışında yürüyen atın upuzun yelesine takılıp tökezlediğini duyunca gülmüş ve seslenmiş, "İşte ikincisi de geliyor. Yabani Ormanlar'dan gelen Yabani Şey, ne istiyorsun?"
Yabani At cevap vermiş, "Ey Düşmanım ve Düşmanımın Karısı, Yabani Köpek nerede?"
Kadın yeniden gülmüş, koyun kemiğini eline almış ve bakmış, sonra da konuşmuş, "sen buraya Yabani Köpek için gelmedin, bu güzel otlar için geldin."
Uzun yelesine takılıp tökezleyen Yabani At cevap vermiş, "Doğru, otu bana ver de yiyeyim." Başını eğ ve sana vereceğim şeyi tak, ondan sonra bu harika otlardan günde üç kez yiyebilirsin."
"Ah!" demiş Kedi, konuşmaları dinlerken. "Bu akıllı bir kadın, ama benim kadar akıllı değil."
Yabani At başını eğmiş ve Kadın örgü yuları onun boynuna geçirmiş. "Ey Efendim ve Efendimin karısı demiş Yabani At, "güzel otların hatırı için hizmetkarınız olacağım."
"Ah!", demiş kedi saklandığı yerde. "Bu çok aptal bir At."kuyruğunu sallayarak Orman'a geri dönmüş. Hiç kimseye hiçbir şey anlatmamış.
Adam ve Köpek avdan döndüklerinde kadına sormuşlar, "Yabani At burada ne yapıyor?" Kadın cevap vermiş, "Onun adı bundan böyle Yabani At değil; "İLK HİZMETKAR". Çünkü bundan böyle bir yere gitmek istediğimizde bizi her zaman o taşıyacak. Ava giderken onun sırtına bin."
Ertesi gün, boynuzları dallara takılmasın diye başını yukarıda taşıyan Yabani İnek mağaraya gelmiş. Kedi de onun peşinden gelerek daha önce yaptığı gibi gizlenmiş. Her şey daha önceki gibi olmuş, Kedi gizlendiği yerde yine aynı şeyleri söylemiş, İnek otlar karşılığında kadına sütünü vermeyi kabul edince de Kedi aynen daha önce yaptığı gibi yabani kuyruğunu sallayarak Orman'a geri dönmüş. Hiç kimseye hiçbir şey anlatmamış. Adam, Köpek ve At avdan dönmüşler, daha önce sordukları soruları sormuşlar, Kadın şöyle demiş "Onun adı bundan büyle Yabani İnek değil, YİYECEK VEREN ARKADAŞ. Bundan sonra her zaman bize beyaz ılık sütünden verecek, ve siz ava gidince onunla ben ilgileneceğim."
Sonraki gün Kedi başka bir yabani hayvanın daha mağaraya gitmesini beklemiş, ama gelen giden olmamış, böylece Kedi kendi başına mağaraya gitmiş ve Kadını İneği sağarken seyretmiş, mağaradaki sıcak ışığa bakmış ve ılık sütün havadaki kokusunu koklamış Kadına seslenmiş, "Ey Düşmanım ve Düşmanımın Karısı,Yabani İnek nerede?"
Kadın gülmüş ve cevap vermiş, "Yabani Şey, ormana geri dön, çünkü artık saçımı ördüm ve büyülü kemiği kaldırdım, mağarada daha fazla arkadaşa ya da hizmetkara ihtiyacımız yok."
Bunun üzerine Kedi şöyle demiş, "Ben bir arkadaş değilim ve bir hizmetkar da değilim. Ben kendi başına dolaşan Kediyim ve mağaranıza gelmek istiyorum."
O zaman Kadın sormuş, "Öyle ise neden ilk gece İlk Arkadaşla birlikte gelmedin?"
Kedi çok kızmış ve sormuş, "Yabani Köpek benimle ilgili hikâyeler mi anlattı?"
Kadın gülmüş ve cevap vermiş, "Sen kendi başına dolaşan Kedisin ve senin için her yer aynıdır. Sen ne bir arkadaş ne de bir hizmetkarsın. Bunları kendin söyledin. Git ve senin için aynı olan yerlerde dolaş."
Bunları duyunca Kedi üzülmüş numarası yaparak konuşmuş, "Mağaraya hiç giremeyecek miyim? Sıcak ateşin yanında hiç oturamayacak mıyım? Ilık beyaz sütten hiç içemeyecek miyim? Sen çok akıllı ve güzelsin. Bir Kediye bile bu kadar acımasız davranmamalısın."
Kadın şöyle demiş, "Akıllı olduğumu biliyordum ama güzel olduğumu bilmiyordum. O yüzden seninle bir anlaşma yapacağım. Eğer seni öven bir söz söylersem, mağaraya girebilirsin."
Kedi;"Eğer beni öven iki söz söylersen?"
"Asla" demiş kadın. "Ama eğer söylersem ateşin yanında oturabilirsin."
Kedi;"Eğer beni öven üç söz söylersen?"
"Asla" demiş Kadın. "Ama eğer söylersem her zaman ve her zaman ılık beyaz sütü günde üç kere içebilirsin."
Bunun üzerine Kedi sırtını kabartmış ve şöyle demiş, " Ey post,Ey ateş ve Ey süt kabı, Düşmanım ve Düşmanımın Karısının söylediklerini hatırlayın. "Sonra da Yabani Orman'a geri dönmüş.
O gece Adam, Köpek ve At avdan döndükleri zaman, Kadın onlara Kedi ile yaptığı anlaşmadan söz etmemiş çünkü onların bu işten hiç hoşlanmayacaklarından korkmuş.
Kedi mağaranın çok çok uzağına gitmiş ve Yabani Orman'daki yabani yollarda uzun süre saklanmış, ta ki kadın onu tamamen unutana kadar. Sadece mağaranın tavanında asılı uyuyan Yarasa -küçük tepetaklak Yarasa- Kedinin nerede saklandığını biliyormuş. Her gece uçarak Kediye gidip mağarada olan biteni anlatmayı görev edinmiş.
Bir akşam Yarasa kendi başına yürüyen Kediye yeni haberler getirmiş, "Mağarada bir Bebek var. O çok küçük, pembe, tombul ve sevimli, Kadın da onu çok seviyor."
"Ah!" demiş Kedi. "Peki Bebek neleri seviyor?"
"Bebek yumuşak ve gıdıklayan şeyleri seviyor" diye anlatmış Yarasa. "Uyurken kollarının arasına alıp sarılabileceği sıcak şeyleri seviyor. Kendisiyle oynanmasını seviyor. Böyle şeyleri seviyor işte."
"Ah!" demiş Kedi o zaman. "Demek ki benim zamanım geldi."
Ertesi gece Kedi Orman'dan geçerek mağaranın yakınına saklanmış ve sabaha kadar beklemiş. Adam, Köpek ve At ava gitmişler, Kadın da yemek pişirmeye koyulmuş. Bebek ise ağlayıp duruyormuş, en sonunda Kadın onu mağaranın dışına taşıyarak oynaması için bir avuç renkli çakıltaşı vermiş. Ama Bebek ağlamayı sürdürüyormuş.
O zaman Kedi saklandığı yerden çıkarak tüylü patisini onun yanağına koymuş ve yanağını okşamış, mırıl mırıl mırıldamış, Bebeğin tombul dizlerine sürünmüş ve tombul boynunu kuyruğuyla gıdıklamış. Bebek kıkırdamaya başlamış, Kadın onu duyup gülümsemiş.
Mağaranın ağzında asılı duran Yarasa -küçük tepetaklak Yarasa- Kadına demiş ki, "Ey Ev Sahibem Yabani bir Şey Bebeğinizle öyle güzel oynuyor ki."
"Çok yaşasın o Yabani Şey, kim olursa olsun" demiş Kadın, ayağa kalkıp belini doğrultarak. "Bu sabah çok meşguldüm, o da bana güzelce yardım etti."
Tam o dakikada ve o saniyede, at postu yere düşmüş -pat!- çünkü Kadının Kedi ile yaptığı anlaşmayı hatırlamış. Kadın postu yerden kaldırmaya gitmiş, Kediyse mağaraya girip çoktan rahatça yerleşmiş bile.
Kedi, "ben geldim, çünkü beni öven ilk sözü söyledin, artık her zaman mağarada oturabilirim. Ama ben hâlâ kendi başına dolaşan Kediyim, ve her yer aynıdır benim için."
Kadın çok sinirlenmiş, dudaklarını sıkı sıkı kapamış ve çıkrığını alarak ip eğirmeye koyulmuş. Ama Bebek yine ağlıyormuş, Kadın onu susturamamış, Bebek ağlayıp bağırıyor, tombul bacaklarını havada sallıyormuş.
Kedi, "eğirdiğin ipten bir yumağı yere yuvarla, sana bebeği ağladığı kadar yüksek sesle güldürecek bir büyü göstereceğim."
"Olur" diye cevap vermiş Kadın. "Çünkü sabrımın sonuna geldim. Ama sana bunun için teşekkür edeceğimi sanma."
Kadın eğirdiği ipten bir yumak almış ve yere yuvarlayıvermiş. Kedi yumağın arkasından koşmuş, onu patileriyle yeniden yuvarlamış, yakalayıp ayaklarının
arasına sıkıştırmış, bacaklarının arasından arkaya yuvarlamış, peşinden hızla seğirtmiş, kaybetmiş gibi yapmış ve yeniden üzerine sıçramış, böylece yumakla binbir oyun yapmış Kedi, ta ki Bebek ağladığı kadar yüksek sesle gülmeye başlayana kadar. Bebek gülmüş ve emekleyerek Kediyi mağarada takip etmeye başlamış, yorulana kadar onunla oynamış ve en sonunda onu kollarının arasına alıp uyumaya hazırlamış.
"Şimdi" demiş Kedi, "Bebeği en az bir saat uyutacak bir şarkı söyleyeceğim." Böylece Kedi mırıl mırıl mırlamaya başlamış, alçak ve yüksek, yüksek ve alçak sesle mırlamış, Bebek mışıl mışıl uykuya dalıncaya kadar ona şarkı söylemiş. Kadın onlara bakarak gülümsemiş, "Harika bir iş becerdin Kedi, hiç şüphe yok ki sen çok akıllısın."
Tam o dakika ve saniyede, mağaranın dibindeki ateş dumanlar çıkararak sönüvermiş -puff!-çünkü Kadının Kedi ile yaptığı anlaşmayı hatırlamış. Dumanlar dağıldığında Kedi ateşin başına yerleşmiş bile.
Kedi; "işte ateşin başına oturdum, çünkü beni öven ikinci sözü söyledin, artık her zaman mağaranın dibindeki ateşin başında oturabilirim. Ama ben hâlâ kendi başına dolaşan Kediyim ve her yer aynıdır benim için."
O zaman Kadın çok ama çok sinirlenmiş, saçını açmış, ateşe odun atmış ve eline omuz kemiğini alarak Kedi için üçüncü övgü kelimesini söylemesine engel olacak bir büyü yapmaya koyulmuş. Bu bir Şarkı Büyüsü değilmiş, bu bir Sessizlik Büyüsüymüş ve mağara öylesine sessizleşmiş ki sessizlikten ürken minik bir fare mağaranın köşesindeki yuvasından çıkıp telaşla sağa sola koşuşturmaya başlamış.
Kedi, "bu küçük fare de senin büyünün bir parçası mı?"demiş.
"Ay! Ay! Hayır değil!" demiş Kadın ve büyülü kemiği elinden atarak ateşin yanındaki taburenin üzerine fırlamış. Saçını da fare tırmanacak korkusuyla çabucak örüvermiş.
"Ah!" demiş Kedi. "O zaman onu yememin sakıncası yok, değil mi?"
"Yok" demiş Kadın, "çabucak yakala onu, çok memnun olacağım."
Kedi bir sıçrayışta fareyi yakalamış, Kadın çok memnun olmuş. "Yüzlerce teşekkürler. İlk arkadaş bile o fareyi senin kadar hızlı yakalayamazdı. Çok akıllısın sen."
Tam o dakika ve saniyede, ateşin yanındaki süt kabı iki parçaya ayrılmış -çat!- çünkü Kadının Kedi ile yaptığı anlaşmayı hatırlamış. Kadın tabureden aşağı atladığında kedi çoktan yere akan sütü içmeye başlamış bile.
Kedi, "İşte yerdeki sütü içiyorum, çünkü beni öven üç söz söyledin, artık her zaman ve her zaman ılık beyaz sütü günde üç kez içebilirim. Ama ben hâlâ kendi başına dolaşan Kediyim ve her yer aynıdır benim için."
O zaman Kadın gülmüş ve Kediye bir kap beyaz ılık süt vererek şöyle demiş, "Kedi, sen bir insan kadar akıllısın, ama anlaşma Erkek ve Köpek ile yapılmamıştı, onlar avdan dönünce neler olur bilemem."
"Bana ne bundan?" demiş Kedi. "Eğer mağarada ateşin yanındaki yerimi ve günde üç kez beyaz ılık sütümü alacaksam onların neler yapacağıyla ilgilenmiyorum."
O akşam Erkek ve Köpek mağaraya dönünce, Kedi gülümseyerek ateşin başında otururken Kadın onlara Kedi ile yaptığı anlaşmanın tüm öyküsünü anlatmış. Erkek demiş ki, "Evet ama benimle ve arkamdan gelecek hiçbir erkekle anlaşma yapmadı o." Sonra iki deri çizmesini, küçük taştan baltasını (eder üç), bir parça odunu ve odun kesme baltasını sıraya dizerek (eder beş) yere koymuş ve Kedi ile konuşmuş, "Şimdi seninle kendi anlaşmamızı yapacağız. Eğer mağarada olduğun sürece her zaman fare yakalamazsan, seni gördüğüm her yerde bu beş şeyi sana fırlatacağım, benden sonra gelecek her erkek de aynısını yapacak."
"Ah!" demiş Kadın. "Bu Kedi çok akıllı ama benim Erkeğim kadar akıllı değil."
Kedi yerdeki beş şeyi saymış (hepsi de çok sert görünüyormüş) ve cevap vermiş, "Mağarada olduğumda her zaman ve her zaman fare yakalayacağım ama ben hâlâ kendi başına dolaşan Kediyim ve her yer aynıdır benim için."
"Ben yakınlardayken değil" demiş Erkek. "Son söylediklerini söylemeseydin tüm bu eşyaları sonsuza kadar ortadan kaldıracaktım, ama artık çizmelerimi ve taştan baltamı (eder üç) seni her gördüğüm yerde fırlatacağım. Benden sonra gelen tüm erkekler de aynısını yapacaklar!"
"Bir dakika" demiş Köpek. "Kedi benimle ve benden sonra gelecek köpeklerle de anlaşma yapmadı." Sonra da dişlerini göstererek Kedi ile konuşmuş. "Eğer ben mağaradayken Bebeğe her zaman iyi davranmazsan, seni yakalayana kadar kovalayacağım, yakaladığımda da ısıracağım. Benden sonra gelecek tüm köpekler de aynısını yapacaklar."
"Ah!" demiş Kadın, "bu çok akıllı bir Kedi ama Köpek kadar akıllı değil."
Kedi köpeğin dişlerini saymış (hepsi çok sivri görünüyormuş) ve demiş ki, "Mağaradayken, kuyruğumu çok sert çekmediği sürece her zaman ve her zaman Bebeğe iyi davranacağım. Ama ben hâlâ kendi başına dolaşan Kediyim ve her yer aynıdır benim için!"
"Ben yakınlardayken değil" demiş Köpek. "Eğer son söylediklerini söylemeseydin ağzımı sonsuza kadar ve sonsuza kadar kapardım. Ama artık seni ne zaman görsem bir ağacın tepesine kovalayacağım, benden sonra gelen tüm köpekler de aynını yapacaklar."
Sonra, Erkek iki çizmesini ve küçük taştan baltasını Kediye fırlatmış ve Kedi mağaranın dışına kaçmış. Köpek de Kediyi bir ağacın tepesine kovalamış. O günden sonra, beş erkekten üçü ne zaman bir kedi görse ona bir şeyler fırlatır ve her köpek gördüğü her kediyi bir ağacın tepesine kovalar. Ama kedi de anlaşmaya uyar ve evdeyken fare yakalayıp bebeklere her zaman iyi davranır, tabii kuyruğunu sertçe çekmedikleri sürece. Ama zaman zaman, ay uyanıp gece geldiğinde, o kendi başına dolaşan Kedidir ve her yer aynıdır onun için. O zaman dışarıya, Islak Yabani Orman'a gider, ya da Islak Yabani Ağaç'a tırmanır, ya da Islak Yabani Çatı'ya çıkar, yabani kuyruğunu sallayıp yabani yollarda dolaşırmış.

Hikaye:Kipling'den alıntı.

Devamı Buradan ...>>

6 Ocak 2010 Çarşamba

SAMURAY

Sana da gereksinim var; unutma. Hiç kimse bir diğerinden daha yüksekte ya da alçakta değildir. Hiç kimse üstün ya da yararsız değildir. Her şey bir bütün halinde varolur. Yekdiğerine gereksinim duyar.
Bir Samuray, Zen tarikatı hocalarından birini ziyarete gelir. Söz konusu Samuray çok tanınmış bir kişi olduğu halde hocanın bilgeliği karşısında, kendini ikinci sınıf, aşağılık bir vatandaş gibi hisseder. Ve duygularını açıksözlülükle aktarır:

"Bunca zavallı hissetmemiştim kendimi bugüne değin. Huzurunuza çıkar çıkmaz, aşağılık kompleksine kapıldım. Ölümle yüz yüze geldiğim de oldu; o zaman bile bunca korku, heyecan duymamıştım. Neden dersiniz hocam?"
Hoca, diğer konuklar gittikten sonra kendisini yanıtlayacağını bildirir. Her gelen, saygılarını sunup önerileri dinleyerek gider. Samuray beklemekten yorgun düşmüş, iyiden iyiye tedirginleşmiştir. Akşam üzerine doğru hoca onu dışarı çağırır. Ay henüz doğmuştur. "Şu ağaçlara bir bak" der, "dalları gökyüzüne uzanan şu heybetli ağaç ile, hemen onun dibindeki minnacık ağaca bak. Yıllardır penceremin önünde, yan yana, birlikte yaşadılar. Aralarında hiç sorun çıkmadı, hiç yarışmadılar. Küçük ağaç büyüğüne "sen neden benden büyüksün?" diye sormadı. "Hangimiz üstünüz?" ikilemini yaşamadılar. Kulağıma bu konuyla ilgili en ufak bir dedikodu çalınmadı. Neden dersin?" Samuray kendinden emin yanıtlar: "Çünkü efendimiz ağaçlar kıyaslayamaz." Bunun üzerine hoca: "Artık bana sormana gerek kalmadı; yanıtı biliyorsun" der.

alıntı.

Devamı Buradan ...>>

26 Aralık 2009 Cumartesi

DEMOKRASİDEN BIKAN KURBAĞALAR

Kurbağalar gün gelmiş demokrasiden bıkmış;
Bir vak vak bir kıyamet,
İllallah medet ya Allah!
Gökleri tutmuş bağrışmaları.
Peki demiş vak vak Tanrı;
Krallık yapıvermiş cumhuriyeti.
Ağzı var dili yok, vurdumduymaz
Bir kral inivermiş göklerden.
Ama öyle güm diye düşmüş ki mübarek, göle
Bizim çamurlugiller
—Ki bilirsiniz, bir hayli ödlek ve sepelektirler.
Cup diye atlamışlar suya;
Her biri girmiş bir kuytuya.
Bir kral kalmış ortada bir de sazlar.
Yaman bir dev geldi sanmış kurbağalar.


Uzun zaman kimse çıkarıp başını
Görememiş kralının endamını.
Oysaki korktukları bir kütükmüş sadece,
Ama ciddi ve heybetli görünmüş gözlerine.
İlk çıkan kurbağa zor çıkmış yüze,
Korkudan titreye titreye,
Yaklaşmış koca devletliye.
Bakmışlar bir şey olmuyor yaklaşana;
O zaman artık mutluluktan koşan koşana!
Kralın dört bir yanı kurbağa dolmuş,
Her biri gidip omuzlarına oturmuş.
Bu ne biçim kral?
Vur ağzından lokmasını al.
Yoo, demiş kurbağa milleti;
Bu kadar sus pus kral olmaz
Bu ülkede daha durulmaz!
Başlamışlar yeniden dert yanmaya
Vak vak Tanrıya:
—Aman ne olursun demişler;
Bize ağzı burnu oynayan bir kral yolla!
Peki demiş tanrı vak vak;
Bir Yılan yollamış onlara her yanı kıvrak
Ağzı ve dili dersen işlek mi işlek;
Sağa bir tıs, sola bir tıs
Kim akıllı kim cesur doğru mideye.
Ye babam ye!..
Kalmamış hiç huzurları.
Hasret kalmış kurbağalar düzene demokrasiye.
Bizimkiler basmış yaygarayı gene
Gitmişler yine vak vak tanrıya;
Bu sefer kızmış tanrı vakvak elçiye,
—Sizin oyuncağınız mıyım ben? Demiş;
Demokrasi veririz, vak vak;
Kral indiririz gökten,
Uslu akıllı babacan; vak vak,
Siz bu kafada olduktan sonra,
Yılan gelir ancak sizin hakkınızdan
Bir yiyip ona bin şükredin
Kesin artık şikâyeti,
Siz istediniz bu işkenceyi
Yoksa gelir başınıza beterin beteri.

Derleme;La Fontaine'den
Resim;www.images com'dan

Devamı Buradan ...>>