.

"Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur."Kemal ATATÜRK .
ELA'dan mektup etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ELA'dan mektup etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Mart 2014 Pazartesi

SENLE, SENSİZ DOĞUM GÜNÜ

En çok düşünceni sevdim senin. İlk tanıdığım günden itibaren o zaman kadar kimsede görmediğim, hiç hissettirmeden, incitmeden, eksiltmeden, abartmadan herşeyi ama herşeyi düşünmeni sevdim. O kadar ayrıntılı ve olumlu düşüncenin bir yerde yazılı olduğunu sandığım bile oldu. Bir kitaptan mı öğreniyor bunları diye düşünmedim değil. Bir insan,bir anne, bir kayınvalide, bir arkadaş bu kadar mı düşünceli olur yada ayrıntılarla mutlu edebilirdi insanları Zaman zaman arkadaşlarımla konuşup anlatırdım seni, neleri , nasıl yaptığını...Hepsi ağzı açık dinlerdi, herkes yaka silker ya kayınvalidesinden ahhhh "kayınlarımın anası"(benden bu lafı ilk duyduğunda çok sevmiştin ) sen ne güzel bir insandın... Uzun zamandır yazmıyorum bloğuna, bloğumuza. Yalan değil çok açıp bakamıyorum da. Öylee yetmez saatler yaşıyorum ki şu aralar görsen hak verirdin bana. Zaten bir tek de sen hak verirdin. Anlardın... Sadece bugün değil sana olan özlemim hasrteim her gün büyüyen bir alev... Ama bugün önemli, bugün özel. Doğum günün senin, hatta ilk doğurduğun günün. Bizim içinde hep hatırlanacak ama hiçbir zaman eskisi kadar kutlanamıycak bir gün işte... Sabah uyandım ve ilk seni düşündüm. Sızlayan içim, akan göz yaşlarım, hep yarım sevinçlerim, Efem, Egem, Denizim, hepimiz sensin bugün. Ahhh olsan olsan da, konturum yoktur diye, arayamıyacağımı bilip sen arasan doğum günün de yine. Yine bilsen, yine en çok sen düşünsen, yine herşeye dokunup güzelleştirsen... Ahhhh Tontini güzeli yine içsek, gülsek, yine eskiden olduğu gibi düşünsek seninle... İyi ki vardın, hep varsın. Ela
SÇS
Devamı Buradan ...>>

11 Ocak 2013 Cuma

GÜZEL GÖZLER ÇİFTLİĞİ

Kim demiş özlemek güzeldir diye. Oldum olası sevmem. Yorar beni birini özlemek. Moralim bozulur hemencik. Hatta birini özleyeceğim önceden belliyse, bir tarih varsa özlemeye başlanılacak o zaman bittim ben. Aylar öncesinden planlanan ayrılışlar bana ağır gelir.  Öğrendiğim günden itibaren istemem gitmesini. O gün özlemeye başlarım çünkü. Annem, babam, kocam, kardeşim...Kim olursa olsun hiç farketmez. 
Sevdiklerim yanımda olsun da. Ha çok derin düşününce de "bencilsin kızım" diye de fişlerim kendi kendimi. O ayrı.
İşte bu yüzden de katı biri olarak bilinirim çevremde bu konuda. Ela ayrılıklar konusunda rızası, gönlü alınacak zor insandır hep...Doğrudur da. Hak veririm...
Oysa hep uyarılmışımdır Tontini tarafından, "gidene gitme deme, yolun açık olsun, güle güle git, selametle gel" de diye...
Ne yapıyım, sevmiyorum işte. Geçmişime bakarsanız bir sürü insanı da hep özlemişimdir. Belki engramlarımdır bana bu duyguları yaşatan bilmiyorum ki. Belki de önceki hayatımda zorla ayrılmışımdır sevdiklerimden. Acı çekmişimdir kim bilir...
Burcumun bir özelliği de olabilir çok inanmasam da. 
Aşırı sahiplenmek desem...Sanmıyorum ama olabilir de..
Ne kadar istesem de engel olamam tabii gidişlere, özleyişlere, ayrılışlara...
Sırası gelmişken Tontinimle bir hayalimizi paylaşayım sizinle yıllar önce konuşulan. Bu huyumu çok iyi bilirdi kendisi tahmin edersiniz. Dedim ki bir gün, sanırım Efe'nin askere gittiği günlerdeydi, "bir çiftlik olsa, bütün sevdiklerimiz, önemsediklerimiz orada hiç ayrılmadan yaşayabilsek..."Gülen gözler çiftliği" olsa adı. İsteyenler ayrı yaşasa ama yine bir koşuluk mesafede olsalar. Kendimiz ekip, kendimiz biçsek, yetiştirsek. Askere mi gidecek ailenin delikanlısı, çiftliğin içinde yapsa, görmek istediği her şey orada hazır olsa herkesin. Hiç bir yere gitmeden her şeye ulaşabilsek...Ne kadar insan varsa hepsi mutlu olsa, çok mutlu olsa. Hatta ve hatta ölenlerle bile kavuşsak senede bir gün...Çok sevmiştik biz bu hayali. Birbirimize gülümseyerek yeni fikirler eklemiştik şimdi hatırlayamadığım. Yazmalısın bu çiftliği dedi bana bloga. Eveeett dedim bende. Aklımda bir kopyası hazırdı hatta... 
Ama nedense yazmak şimdiye nasip oldu işte. 
Sevgilimin 10 günlüğüne dünyanın öbür ucuna gittiği güne...
Tontinimi her gün daha çok özlediğim herhangi bir bugüne...
Özlediğiniz kim varsa hepsine sağlıkla kavuşmanız dileğiyle...
Sevgiler.
Ela...
Devamı Buradan ...>>

7 Haziran 2012 Perşembe

SON BAKIŞTAKİ O GÖZLER KALDI AKLIMIZDA.

Bir bakış var ki, o bakış bir an silinmiyor aklımdan. Gitmiyor...Anlatmalıyım size o bakışı. Günlerdir düşünüyorum, yazmalıyım!. Ama anlatmaya yazabileceğim kelimeler yetmeyecek biliyorum. Görmeliydiniz.!!! O anda benim gözümle bakabilseydiniz, ancak anlayabilirdiniz. Hak verirdiniz. Öyle sıradan bir bakış değildi bahsettiğim tahmin edersiniz...Bir değil, bin sayfa yazılır zorlarsanız. O derece... Bir anda neler anlatıldı neler, demir gibi ağır pamuk kadar yumuşak o bakışmada. Yanına gitmeden çok düşünmüştük halbuki...Onu öyle görmemizi istemez ki, üzülür yollara döküldük diye, gitmesek mi acaba diye. Gitmesek de, ya bir daha göremezsek korkusu...İyi olsun o gelecek zaten dedik, sonra biz gideriz hastaneden çıkınca...Kendimizle çekişen bir sürü düşünce işte. Nihayet buluşunca şöyle bir içten sarılamadan yanaştım yanına canını yakarım istemeden diye sadece elini tuttum sonra. Arkamdan torunu öptü yanaklarını, yolda onun için boyadığı resmi koydu başucuna, ben geri çekildim ister istemez. Sonra oğul geçti yanına. Kapının yanından baktım onlara. İşte orda gördüğüm bakıştı mıhlanan aklıma. Kocaman bir mutluluk o anda dondu kaldı havada. İyi ki geldin canımm oğlum dedi önce o bakış. Buğulandı, yaşlandı....Nasıl anlattılar birbirlerine konuşmadan bi görseydiniz...Bir dakikada onca şey nasıl anlatılır Allahım. İzlemeye devam ettim "sessiz sohbetlerini"... Bakma bana böyle görmeni hiç istemezdim dedi anne önce...Güzel annemm dedi oğul; Bu kadar yorgunken bile ne güzel gözlerin...Saçlarımı beğenmezsin sen şimdi böyle, yatarken de görmek istemezsin hiç beni, dur bi doğrulayım hele... Yorulma, yorma kendini diye baktı oğul annesine, meleğine, hep kol-kanat gerenine...El ele, göz göze konuşmadan anlaştılar o kadar belliydi ki hallerinden çok özlemişlerdi...Yaşlar doldu gözüme, gönlüme... "Sırtımı dayadığım bir anam var şu dünyada" diyen oğul dağında, dağ yamacında dinleniyordu sanki. O kadar çok benzetme buabilirim ki onlar için. Ama en güzeli bu galiba...Yamaç ve dağ. Anne; bir hayata, yaşanmışlıklara, ağacına, bir sanat eserine, belki acılara,yada pişmanlıklara, belki en büyük mutluluklara bakıyordu. Gururla, aşkla, uzuuun uzuun. Gözünün içine içine. Başka kimse yokmuşçasına, yüz kişi arasından seçip bulmuşcasına...Çok değil 2 ay olmuştu görmeyeli ama anneye belki 2 yıl gibi... Oğul; iyi ki gelmişim diyordu içinden. İyi ki. Ne kadar uzun zaman geçirirsek geçirelim doyulur mu hiç anaya!! Geçirilen her an, geçmiş bir film şeridiydi gözünde....Ne güzeldi, ne zordu... Çok az komedi, hep macera, fazlasıyla dram ...Hayatın o'na yaşattığı tüm zorluklarını bununla beraber gömdü içine... Çok sevdiğim o şarkıdaki gibi...Kurşun gibi izler ve son bakıştaki o gözler kaldı akılda... *Ela... Bir söz bitişi gibi son buldu sevişler Bir yaz güneşi gibi eritir hep bu terkedişler Bir an duruşu gibi, ömrün gidişi gibi Veda ederken aşk ateşi gibi söner iç çekişler Aman aman yandım aman Kurşun gibi izler Son bakıştaki o gözler kaldı aklımızda...
Devamı Buradan ...>>

25 Mayıs 2012 Cuma

TONTİNİ BEBEK OLMUŞ

Uykuya dalıyorum yavaşca, kötü bir rüya başlıyor sonra... Hep olanın aksine, bu sefer istemeden biniyorum otobüse...Oğlum seviniyor bi tek. Dünyadan bi haber..Oturuyorum koltuğa ama üzerimde koca koca kayalar, bi sıkıntı, bi garip haller...Bitmek bilmiyo yollar...Sanki 3gündür gidiyoruz. Güneş kavuşmadan iniyoruz oysa aynı gün... Bu sefer büyük valizimiz yok, küçük bir çanta...Kaptığımız gibi kısa bir yolculuğa daha atılıyoruz. Bu sefer trafik var, hem sabırsızım bir o kadar isteksiz...Ben, Ege ve Efe...Çok nemli sanki hava, basık...İçimizde bir eksiklik. Huzur mu, sevinç mi tam olarak bilmiyoruz ama kocaman bişey eksik... Birden duruyor araba ama nedense ayaklarım güçsüz. İstemez gibi yürümeyi...Kalbim çok hızlanıyo o an...Neden? N'oluyo bana? Oraya sonradan kondurulmuş gibi duran, hızla akan trafiğe inat ruhsuz, gri bir yere yöneliyoruz. Kocaman kırmızı bir tabela çarpıyor gözüme. Koca binada renkli tek şey. ACİL... İçeriye giriyoruz geniş bir koridordan geçip sağa dönüyoruz. Etraf mutsuz gözlerle dolu...Hatta yaş-lı kimisi...Kocaman asansörler karşılıyor bizi. Ege yine düğmelere basma telaşında ama ben umursamıyorum. Boğazımı biri mi sıkıyor o arada? Neden bu kadar havasız? Kalbim ağzımda atıyor sanki...Panik atak yeniden mi çalıyor kapımı yoksa yıllar sonra... Kapı açılıyor, bakıyorum "2.kat"... 219 numarayı ararken gözlerim kaçmak istiyorum... İçimde bir korku...Tam burda uyanmak istiyorum...Offf olmuyo, devam...Aralıyorum kapıyı, tanıdık yüzler bir sis altındalar. Kulaklarım çınlıyor, gözlerim kararıyor ilk defa rüyada bayılıyorum...Yada bana öyle geliyor. Sonra bir fısıltı, her zamanki gibi neşeli, yumuşak ama boğuk bu sefer "hoşgeldin...dayanamadın,duramadın dimi oralarda". Dizlerim titreyerek kalıyorum zamanda...İçimden bitse diyorum bu ziyaret artık, bitse de gitsek Tontinime...Sofralar hazırlamış bekliyodur şimdi...Almıştır rakıyı, beklerken ilk dubleyi götürmüştür bile...Offff hadiii. İzmir demek "O" demek benim için ya...İçim hiç rahat değil. Gerçi İzmir bu sefer garip. Kasvetli... Gitmek istemiyorum , hiç ayrılmak istemiyorum odadan şimdide...Bakışlar boş. İçime almak, saklamak istiyorum bütün odayı, odadakileri. Buğulu geçiyor sonrası, sıkıntı büyüyor, karabasan çöküyor ilk kez. Nasılmış anlıyorum. Çığlıklar atarken içimden sesim çıkmıyor aslında...Her zaman içime dolan huzurdan eser yok. Bişeyler oluyo. Çok şey gidiyo... Sonraaa benim gibi insanlar görüyorum etrafta...Elimi tutan, gelip, öpen, sarılan...Neden? Ne oluyo be? Kalabalık... Çok güzel bir gülüş görüyorum bir fotoğrafta... Başında duran cengaverler... Sonra bir karanlık çukur, sonra dualar...Papatyalardan yapılmış ama kurumuş bir taç sonra ve çiçekler...Allahım bu ne yangın...Çok uzun sürüyo kabus, her dakika daha çok zorluyo...Karabasan gören bilir ter basıyo...Sayıklıyorum o arada SÇS SÇS SÇS... Uyanıp uzun uzun anlatmalıyım Tontime bu kötü rüyayı...Anlatmam belki canı sıkılmasın. Uyan,Uyan,Uyaaann... Yumuşacık bir el dokunuyor birden...Yanağımı okşuyor...Yavaşca aralıyorum gözlerimi ve oğlumu görüyorum, yastığıma koymuş başını... "anneee biliyor musun" diyor "Tontini bebek olmuş"!!! Uyanıyorum nihayet...Gülümsüyorum oğluma gözümde yaşlarla... Ama yangın, yangın neden sürüyor hala? Ela...
Devamı Buradan ...>>

15 Şubat 2011 Salı

OTİZM'İ ANLAMAK

Otizm, sosyal ve iletişim becerilerinin oluşmasını etkileyen bir gelişim bozukluğudur diye duyduk, okuduk hep...Gerçekten öylemi hiç bilemedik...Zeka seviyeleri ne olursa olsun sosyal hayata zor katıldıklarını, eraflarında olan biten bazı olaylara bizim verdiğimiz anlamları veremediklerini, gördüklerinin bizim gördüklerimizle aynı olmadığını biliyoruz...Belki de hiç bilemedik...Günümüzde her 100 çocuktan birinde olan bu durum hakkında ne biliyoruz? Hiç göremedik...
Çocuğuyla göz göze gelemeyen, ona sarılma çabaları hep boşa giden bir annenin yerine koydunuz mu hiç kendinizi?..

Aldığınız birbirinden güzel, renkli oyuncaklarına dönüp bakmayan, sürekli huzursuz, ihtiyaçları hep öncelikli, çok az konuşan yada hiç konuşmayan bir bebeğiniz olsaydı ne yapardınız düşündünüz mü? Kim tahmin edebilir yaşadıklarını o annenin...
Hiç bu durumu yaşayan insanların yerine koydunuz mu kendinizi? Anne-baba bir yana o suçsuz küçük varlığın yerinde olmak...Kendisi gibi olmayan bir sürü insanın, kocaman bir dünyanın içinde olmak...Hep geri-zekalı gibi görülüp, kendi içinde hep ileri-zekalı olmak...Onu anlamalarını beklemek, beklemek, beklemekten vazgeçmek... Hiç anlaşılmamak...
Ben hep okudum bu konuyla ilgili, videolar izledim ama hiç onlar kadar, birebir yaşayanlar kadar anlayamadım maalesef...
Sabah kocaman gülümsemesiyle uyanan, kahvaltısını yapıp oyunlar oynayan, gündüz uykusunu uyuduktan sonra parka bahçeye götürülüp arkadaşlarıyla sevincini, oyuncaklarını paylaşan, sarılan, öpen, hatta sadece konuşup, duygularını ifade edebilen çocuklarımız olduğu için bile ne kadar şanslı olduğumuzu anladım ancak...
Ve "Otistik" çocukların nasıl özel çocuklar olduklarını...
Normal çocuklardan hiç bir farkı olmadan yetiştirilen, eğitimlerine erken başlanan, bilinçli ve inanan ailelerin sevgisiyle büyüyen bu özel çocukların neler yapabileceklerini bilmeyenlerin öğrenmesi için bir önerim var benim...Bir film...Bir hayat hikayesi...İnancın, güvenin yapabildikleri. Sarılmanın değiştirebildikleri...
İsteğim, sadece arkanıza yaslanıp, rahaaaat raaahat izleyeceğiniz bu gerçek hikayenin sonunda doğru bildiğimiz yanlışları görebilmeniz, değiştirebilmenizdir.
TEMPLE GRANDİN...
2010 yapımı bu filmle ilgili hiç birşey söylemeyeceğim şimdi...Söyleyebileceğim tek şey hayatın tam da içinden olduğu...Eminim izledikten sonra şükredecek ne kadar çok şeyim varmış diye düşüneceksiniz bir kez daha. Ve umarım siz de benim gibi otizmi hastalık kategorisinden çıkarıp, "özel bir durum" kategorisine koyacaksınız.
Hepsinin Temple gibi şanslı olmasını, saygı görmesini ve inanılmasını, güvenilmesini isteyecesiniz...
Göremediğimiz gerçekleri bir an önce görebilmek dileğiyle...
Sevgiler.*ELA*



Devamı Buradan ...>>

3 Ocak 2011 Pazartesi

DERS:HAYAT BİLGİSİ,KONU:GÜVENLİĞİ ÖĞRENİYORUM


















Evde bebeği olanlar çok iyi bilirler ki, "onlar" eve geldikleri andan itibaren herşeyi değiştirirler...Hatta bazı ailelerde iş bebek haberini alır almaz başlar. Eğer ev yeni bebeğe dar gelecekse apar topar taşınılır bile...Bu ailenin panik durumuna göre değişir :)
Biz çok fazla panik olmadan, hayatımızda çok fazla bir değişiklik yapmadan bekledik bebeğimizi... Hastaneden eve geldiğimiz ilk günden itibaren evde hiç bir şey eskisi gibi olmadı tabii... Aslında bir kaç değişiklik dışında gözle görülür bir değişiklik de yoktu. Ama bu hiç olmayacağı anlamına gelmiyordu...
Miniğimiz büyüdükçe evde bazı önlemler almamız gerektiğini anladık. O bize anlatmaya başladı daha doğrusu :) Yerde emeklemeye çalışıp, bol bol debelenme zamanı geldiğinde, halının çok tüylü olduğunu fark ettik mesela. Hemen değiştirdik başka bir odadakiyle.

Debelenme yerini yavaş yavaş emeklemeye bıraktı çok geçmeden. Sürekli yenen ellere saç, kıl yapışmasın diye süpür babam süpür, sil babam sil...Duvar diplerine saklanmış her çeşit kablo dikkat çekiverdi birden. Hepsi düzenlendi. Tehlikeden arındırıldı olabildiğince...Yastıklarla kurduğumuz emniyet şeridi çokkktan geçerliğini yitirmişti ve yerini çeşit çeşit güvenlik önlemleri almaya başlamıştı bile...Bir süre emekleme dönemi devam etti ama hız gittikçe artıyordu :) El çabukluğu da cabası...Mamasını hazırlamak için arkamı döndüğümde odadan yok olmaya başladığındaysa odaların kapısı kapatılmaya başlandı. Yada" kapı önü yastık barikatları" hazırlandı...Oyuncak haricinde herşeyin dikkatini çektiği o dönemde evde ne var ne yok herşey yer değiştirdi. Ortadaki kocaman, bir o kadarda tehlikeli caanım sehpam köşelere itiliverdi. Yapı gereği çok ıvır zıvır sevmeyen ben severek aldığım bir kaç süs eşyasını da kutularına geri gönderiverdim. Televizyonun yanında küçük bir sehpada duran uydu alıcısı televizyonun üzerine kaldırıldı. Hemen yanındaki sevdiğim birkaç saksı çiçeğim bir daha asla geri dönemeyecekleri odadan dışlandılar toprakları karışlanmaya başlayınca :)
En çok ilgi çeken mutfak çekmeceleriydi. Önce en alttaki çekmecenin kulbu söküldü...Bir hafta sonra ikincisi, sonra üçüncüsü ve nihayet hepsi...Kulpların yerini iki küçük delik almıştı ve gözüm bundan hiç hoşlanmamıştı...:) Yavaş yavaş adımlar atılmaya başlandı kiiiiii, hemen deterjanlar, ilaçlar ve tehlikeli ne varsa bütün ıvır zıvır üst raflarda yerini aldı. Bir dakika peşinden ayrılamama dönemi başlamıştı ve gerçekler çok acıydı... Olay kardeşinin çocuklarına bakıp, gezdirip, hoplatıp, zıplatıp eğlendirmekten çok farklıydı. :) Düpedüz asayişten sorumlu devlet bakanıydınız. En küçük bir hatanın da affı yoktu. :)
Pek fazla yürümeyen oğlum genelde koştu...Hep koştu :) "Run forest run" hesabı :) Tabii bende peşinden...İyi de oldu doğum sonrası kilolarımdan az da olsa kurtuldum bu sayede. Ama güvenlik çemberi her geçen gün zorlanmakta ve yeni tehlikelerle karşı karşıya kalmaktaydı. Balkon kabusu başladı sonra. Bebişime de yazık yaaa. Gözler sürekli ensesinde :) Ne yapalım görevliyiz...
Sonra deniz kenarı kabusları, sokak hayvanlarının ümüğünü sıkmadan sevmeyi öğretebilme, boğulmadan mısır yiyebilme alıştırmaları, dondurmayı yavaş yavaş yalama...
Hepsi ama hepsi önceden alınmış önlemler paketinde yerlerini aldılar...
Hatta eve yapılacak pima-pen ölçüleri, çok alçak olan iki pencerenin yükseltilmesi istemiyle tekrar değiştirildi. Ve sonuç çok başarılıydı :)
Ege büyüdükçe biz de bir evde ne gibi tehlikeler var öğrendik. Allah onu ve bütün çocukları korusun, çok acı deneyimler yaşamadık.
Ama şimdiye kadar aklımıza gelmeyen ve gözümüzden kaçan bir tehlike tam orda bizi bekliyordu. :)

Anne, baba balkonda güzel havanın tadını çıkarırken hemen yanıbaşlarında tv izleyen, daha önce kendisini yanlışlıkla banyoya kilitleme tecrübesi de bulunan Ege, birden yerinden kalkar ve aklına ne gelsiyse artık, kapının kilidini çeviriverir...
Şaşkın anne ve baba birbirlerine bakarlar veeee
- şimdi .oku yedik... (Biz dışarda o içerde)
-Egeeeee, çevir oğlum anahtarı hadi bebeğim.
Camın öteki tarafındaki gülen surat olayın farkında değildir ve pişmiş kelle gibi sırıtmaktadır... :)
- o tarafa değil oğlum bu tarafa çevir (nerden bilcekse çocuk o tarafı, bu tarafı:))
32 diş sırıtan çocuk anne ve babayla ne güzelde oynuyorum diye düşünmektedir ve keyiften dört köşedir...
-tamam o kapıyı bırak gel şu pencereyi aç...(balkona açılan küçük bir pencereye yönlendirilir)
-kaldır yukarı annecim. hızlı kaldır. iktir, iktiirrr...(off yeni yapılan pencereler ne de zor açılırrrrr)
o sırada baba hala kapıyı zorlamaktadır. hatta kırma aşamasına geçmektedir :)
Birden bir ışık yanar kafaların üstünde...O zaman kadar panikten akıllarına gelmemiştir.
Balkonun öbür tarafındaki sürgülü kapııııı....Yaşasıııınnn.
-tak tak tak... egeee burayı aç oğlum hadi...
O zamana kadar bin kere açılıp kapatılan, artık açması kolaylaşmış sürgü yağ gibi kayaar ve kapı aralanır.
-aferin oğlumaaaaaaa...
Hafif bir baş dönmesi ve bulantı...
Babanın kapı kolunu zorlayan elleri şişer, annenin nabız 160'larda, oturup bütün güvenlik önlemleri paketini yeniden yapılandırmaya giderler. Asla tam olarak başaramıycaklarını bilerek...güvenliK:
Yeni Kural: 1- Başına gelen bu gibi olaylar karşısında soğuk kanlılığını yitirme ki sürgülü kapı daha önce aklına gelee.
Yeni kural: 2- İki kişi birden balkondaysa kapı açık bırakıla.
Yeni kural: 3- Balkon kapısı üzerindeki anahtarlar derhal toplatılaaaa ... ;)

Sevgiler benden hepinize...*ELA*

Devamı Buradan ...>>

31 Aralık 2010 Cuma

ZAMAN İCADEDİLMEDEN ÖNCE



Zaman icadedilmeden önce yoktu ne eskiye rağbet ne yeniye özlem,
Ay parıldardı aygününde dünyalılara, her batan güneşin solan ışıklarıyla
365 gün bir yıl eder diye bir hesap yoktu aylara da bölünmemişti zaman
Kaç yaşındasın diye sormazdı kimse kimseye, genç yaşlı ayrılmazdı o zaman
Suçlanmazdı giden yılın sayısı, umutlanılmazdı gelen yılların rakamlarıyla.
Ve İcadedildi zaman.. Çetele tutulur oldu üstümüzden her geçen saniyeyle.
Zaman mı bizde, biz mi zamanda kayıp gidiyoruz?
Dilerim hayatımızdan çıkarmak istediğimiz 2010 u aratmaz yeni gelen.
Sağlık, sevgi, neşe, mutluluk, aşk, hoşgörü, hak ve adalet dilerim düşmesin yakamızdan.
Hastanelerde,cezaevlerinde, sokaklarda olanlara, evsiz barksız, sevgilisiz, yarsız kalanlara hak yardımcı ola.Sevgili blog dostlarım; Sizlerle paylaşarak anlaşarak dertleşerek geçen koskoca bir yıla da şükürler ola.Hepinize kocaman teşekkürler, mutluluklar ve sufi ailesi olarak sevgilerimizle.Hep varolun e mi? Tontini.

Videoyu ilk yayınlama tarihimiz:2008
Devamı Buradan ...>>

13 Aralık 2010 Pazartesi

NİYE BU MESLEĞİ SEÇTİN ?

Hiç anlayamadığım şeyler var şu hayatta. İnsanoğlu beni çok şaşırtıyor, çok üzüyor, çok düşündürüyor bazen...İşin içine bir girdim mi kendimi soyutlamak oldukça zorlu oluyor benim için. Bazı insanların bu kadar acımasız olabildiğini gördüğümde hayata karşı güvenimin yerini kocaman bir karamsarlık alıyor...Alıp başını gidiyor sonra o kapkara delik...Yakalamak, tekrar tutmak, herşeyi yoluna sokmak ise her seferinde daha yorucu...
Hepimiz belli bir zaman diliminde bazı meslekler seçmeye şartlandırıldık...Belkide zorlandık bilmiyorum. Toplum baskısı, aile baskısı, hayat şartları... Hep aynı şeyleri kazıdılar beynimize. "Oku adam ol...Oku da ne olursan ol....Yeter ki elinde bir altın bileziğin olsun!"...
"Amaan sen adam ol da okumasan da olur" sözlerini duyan var mıdır hiç ebeveynlerinden?..

Çoğu kez ne olmak istiyorsunuz sorusuna sırf ailemiz istiyor diye "doktor" deyiverdik. Ya da "öğretmen" veya "mühendis" İyi mesleklerdi çünkü. Saygın, paralı... Kimimiz başardı kimimiz başaramadı...Kimisi karşı çıkıp istediği mesleği seçti. Kimisi yenildi, çaresizce boyun eğdi..
Peki bunu başarmış olup, yani okuyup, bileziği koluna takanlara ama insanlığından çıkanlara ne demeli?.. İnsanlık diplomasını kaybedenlere, yada hiç alamayanlara... Devletin ve ailesinin belki de çevresindeki herkesin imkanlarını sonuna kadar sömürüp, bunun karşılığında onlara sadece utanç veren insanlara!..
Anlamıyorum, bir insan hiç mi düşünmeden seçer mesleğini, kendini tanımadan, bilmeden...
Hey sen!!! Sadece kazanacağın para mı önemliydi? Adının önüne koyacağın:" veteriner" sıfatı mı yoksa? Neydi senin bu mesleği seçmene sebep?..
Kuşların şarkılarına mı hayrandın?...Köpek yavrularının güzelliği mi büyüledi seni, küçük kedilerin nasıl şirin oynadığı mı yoksa?..
Kelebeklerin kanat çırpışlarına mı vuruldun?...Bir ata binip hızla sürerken mi karar verdin yoksa "veteriner" olmaya? İçinden gelen herkesin çok kolay anlayamayacağı bir sevgiden mi yoksa?...Kaplumbağanın yavaşlığına, kuzuların yumuşacık tüylerine, ineklerin en azından sütlerine, Tavşanın nasıl güzel havuç yediğine, ördeklerin ne de güzel yüzdüklerine mi vuruldun sen?
Arılardan mı etkilendin acaba? Yok yok karıncalardan... Belki de yunuslar sevdirdi sana bu mesleği, yapabildiklerini ilk öğrendiğinde çok heyecanlandın herhalde. Çocukluğunda oynadığın pis su birikintisinin içinde bulduğun, balık yavrusu sanıp eve getirdiğin yavruların büyüyünce uçabildiğini görünce mi oldu yoksa, aslında sivrisinek olduklarını öğrendiğinde yani... Buldummm...Eşeklerin gözlerini sevdin sen, pandalara mı üzüldün, fokların sevimli suratları da mı değil? O zaman ne? Hangisi ?
Hiç biri değilse ailen zorladı seni o zaman. Başına silah dayadılar belki de. Hımmm çok paralar kazanmaktan geçiyordu hayatın sırrı, sen onu çözmüştün belki kim bilir...
Peki bir insan olarak hiç mi sevmedin hayvanları be adam?..Küçükken hiç mi kedi yavrusuna bakmadın, yavrularını nasıl sahiplendiğine, köpeklerde ki o koruma içgüdüsüne hiç mi şahit olmadın sen...Neden o zaman seçtin bu mesleği... Hadi anlat bize...Sırf seçmek olsun diye mi?...Sevmediğin, değer vermediğin o hayatları, zamanı geldiğinde kendin gibi görüp korumayı, tekrar hayata döndürmak için çok çaba harcaman gerektiğini bile bile bu "işi" !!! kendine neden "iş" seçtin? Nasıl yaptın, sana nasıl izin verdiler...Hiç kimse farketmedi, anlamadı isteksizliğini, bu adam bu işi yapamaz demedi mi bir allahın kulu?... Sen neden kasap olmadın peki?
Keşke önce olman gerekeni olabilseydin... İnsan olsaydın...Keşke sistem senin bu mesleği yapamıyacağını, hatta yüzüne gözüne bulaştıracağını önceden görebilseydi de sen şimdi o kadar hayvanın hayatından sorumlu olmasaydın...Sen" hiç" olmasaydın...

Yaklaşık bir hafta önce artık hepimizin bildiği sosyal paylaşım sitesindeki bu görüntülerdir benim bu yazıyı yazmama sebep .Koruma barınağındaki zavallıların nasıl da korunamadığıdır. Hem de güvenebilecekleri ilk elden gördükleridir, yaşadıklarıdır...
Kimse şaşırmasın, kızmasın, gocunmasın... Herkes yapabileceği mesleği, katlanabileceği kadarını seçsin artık. İnsanları sevmeyen doktor olmasın, hayvanlara zülmedecekler veteriner, rakamlarla arası iyi olmayanlar muhasebeci, sudan korkan denizci, hastaları, yaşlıları anlamayanlar hastabakıcı, gülü sevmeyenler çiçekçi olmasın...
"hiç" olsunlar ama olmasınlar işte...
Herkese iyi haftalar diliyorum...
*ela*

Devamı Buradan ...>>

6 Aralık 2010 Pazartesi

MİSKE-MUSKE-MİKİ FAREE

Okul hayatım boyunca doldurduğum anketlerin haddi hesabı yoktur...Özellikle lisede kredili sisteme denk gelen şanssızlar grubunda olduğumdan, her ders ayrı sınıflara gitmek için ordan oraya koştururken, arada rastlaştığım arkadaşlar elime tutuşturuverirlerdi hep bir ansiklopedi kalınlağındaki anket defterlerini. "Tamam alıyorum ama akşam cevaplar yarın getiririm" derdim belki vermekten vazgeçerler diye ama ne çare! Mübarek sanki öss sorusu cevaplıyorum. Yaz yaz bitmez... Cevapla cevapla sonu gelmez...
Sorulan sorulara verdiğim cevaplar o dönemin ruh hallerine göre değişirdi tabii. İşte kullandığım parfümden tutun da, sevdiğim, dinlediğim şarkılara, kullandığım markalardan, seçmek istediğim mesleğe kadar...Gençlik işte bir günü bir gününü tutar mı hiç? Bütün cevaplar değişebilirdi de, bir tanesi vardı ya, işte o hep aynıydı. Değişmeyen tek cevap FOBİLERİNİZ?...

Şimdi bir araştırsam bulsam o anketleri eminim hepsinde aynı cevabı bulurum...Böcekler, sürüngenler ve fareleeer :)
Bu konuyla ilgili korkularımı mantıklı düşününce saçma bulsam da, hiç bir zaman yenemedim maalesef...Bazıları der ya hani; " ben korkmuyorum iğreniyorum" diye, ben baya baya korkanlardanım...Gördüğü zaman dünyası kararanlardan...Aslında bu konuda biraz da şanslı sayıldım, sayılırdım... Kaş'a yerleşince tanıştığım, bence mutasyona uğramış ve devleşmiş "uçan kabus kakalak" hariç :) çok karşılaştırmadım fobiciklerimle...
Şanslı sayılır(dım) evet...Taki geçen haftalard,a banyodan çıkınca yüzüme vuran serinlikle yatak odamın balkon kapısının açık kaldığını fark edip, kapatmak için odaya girene kadar...
Akşam olmuştu, oda karanlıktı haliyle...Yanımda bacaklarımda sarılı oğlum "bekle annecim kapıyı kapatalım, bak oda soğuk olmuş" elim düğmeye ulaştı nihayet. Bastım açıldı...O an aydınlanan odanın aksine, içimin kararacağını nerden bilebilirdim ki:)) o an işte o an benim için bir dönemin kapanması demekti işte. Hani şimdiye kadar" en büyük fobilerimden biriyle karşılaşmama dönemi" var ya işte o... :)
Birden gözlerime inanmak istemesem de kocaman bir fare görmüştüm...Evet evet koca bir fare hem de. Jet gibi girdi yatakcağızımın altına. O kadar hızlıydı ki, gözgöze gelemedik kendisiyle...Upuzun kuyruğuydu aslında karaltısından başka görebildiğim şey...Hemen Ege'yi kaptığım gibi dışarı çıktım ve kapıyı da kapattım...
Ve tabikiii
"Anneeeeeeeeei, Efe-eeeeeeee çabuk koşunn. Odada fare vaaaaarr... üüüüüüü!"
Annem en az benim kadar şaşkın yüzüme bakıyordu..Bayıldım, bayılıcam :) Fareden korkmaması gereken evin reisi yollandı odaya. Korkulu bekleyiş başladı dışarıda..
- Buldun mu?
- yoooooo!
- nasıl yoooo? yatağın altına girdi.
- yatağı kaldırıp altına bakamıyorum biriniz gelin.
- neeee? gelemeyiz, ölürüz de gelmeyiz:) telefona sarılıp bir arkadaş arandı...
- Okaaan çabuk geeel... böyle böylee..
- dalga mı geçiyosun ela?
- yooo... Beş dakika sonra beklenen yardım geldi...Bütün oda dışarıya çıkartıldı. Ziyaretçi ortada yok!!!
- çıkmıştır o.
- ne çabuk çıktı ya, bir yerlere girdiyse...
- heryere baktık işte yok... her şey bana tek tek gösterildi onaylatıldı. Balkon kapısı kapatıldı. Bense hala içimden konuşmaktaydım. "offf bu kadar çabuk çıkamaz. Ya bi yere girdiyse, saklandıysa...ben burda oğlumu nasıl yatırcam, neyse nöbet tutucam artık sabaha kadar". Oğlum uykuya dalmıştı bile...Dilime dolanmış ninni, beynimi kemiren korku eşliğinde perdeyi aralayıp, balkonu gözetlemeye başladım. Çok geçmeden arkadaş göründü. Ordaydı ve babasının balkonundaymış gibi geziniyordu. :) Tam bağıracaktım ki, dışarıda olduğunu idrak edebildim :) "her yer kapalı gelemez, korkma, birazdan geldiği gibi gider"...
Ertesi gün saat başı kontrol ettim balkonu, hiç görünmedi bizimki. "ohhh gitti galiba" ama kendisiyle çok konuşmuştum ya bir önceki akşam, aferin beni dinleyip gitmişti...Akşam olmuştu yine...Ve biz babamızı yan,i fareden korkmayan tek ferdimizi 10 günlüğüne yurt dışına uğurladık o gece... neyse, yine uyku saati gelmişti cancaazımın...Uyuyana kadar bekledim...Daldığından emin olunca yine perdeyi aralayıp bakıyım bi dedimm kiiiiiii! açmamla yine karşılaştık kendisiyle..".aaa bu kadarı da fazla 2 günde 3 kere" :) O gece bir yerlerden giremeyeceğini bildiğim halde bozulan sinirlerimin etkisiyle hiç uyuyamadım. Onunla telepatik yollardan anlaşmayı denedim..."Lütfen git, bak baba da yok, nolur nerden geldiysen ordan in. yavaşça in, düşme ama inemiyosan atla napıyım :))
Maalesef beni dinlemedi... Ev sahibimizin nuh nebiden kalma, kafesli kapanının içine girdiğinde son kez karşılaştık.. Neyseki canlıydı. Öbür türlü görsem birde bozulan psikolojimle uğraşacaktım çünkü biliyorum... İsteyerek hiç bir canlıya zarar vermeyen, verenlerden de hep tiksinen biri olarak olayın diğer tarafını da kabuslarla yaşadığımı itiraf etmeliyim :( Çuvalın içinde terketti evimizi...Gitti...Bütün gün "neden geldin be canım be neden ben bu kadar sene sonra"...üzüldüm...
Bütün gün izlediğimiz "miskeee, muskeee, miki fareeeee" yüzünden olmasın sakın? Zavallı onu çağırdığımızı mı sandı acaba?..
Neyse, hala korkuyormuyum evet, neden mi bilmiyorum... FOBİ işte...
Yine üzerine gidemedim, değiştiremedim ve birşey yapamadım. Aaa yaptım yaptım, geldiğini tahmin ettiğimiz yolun önüne, "fareler giremez, kakalaklar da gelmezse sevinirim" tabelasını koydum. Gönlümden ve içimden...
Korkusuz günler dilerim hepinize...;)
*ELA*

Devamı Buradan ...>>

23 Mayıs 2010 Pazar

KOCAMAN AİLEME

İnsanlar kuş gibi derler ya, ben bu lafı yılda en az bir-iki kere doğruluyorum kendimce. Evet insanlar KUŞ gibiler....Ama bu sene o kadar çok gidip geldim ki yollarda, sanırım "leyleği havada görmek" deyimi de uygun bana....Yaklaşık 2,5 aydır kaldığımız caanım memleketim, EGE'nin gerçek incisi İzmir'den sadece 8 saat süren bir yolculuk sonrasında kuşlar gibi uçarak geldik evimize. Nasıl da özlemişiz içeriye girene kadar çok anlamamışız demekki. Evimin kokusunu içime çekmek ve bu sefer hayatımın en önemli iki erkeğiyle beraber olmak çok huzur vericiydi...

Ama çok kolay olmadı ayrılık. E kolay değil 2 yaşını orada bitiren oğlum, artık evimizin, Tontini'sinin evi olduğunu düşünmeye başlamıştı çoktan. Günü-birlik gittiğimiz yerlerde arar olmuştu alıştıklarını. Kapkaranlık mışıl mışıl uyuduğu Tontini odasını, kendi odası gibi bellemiş en çok orada rahat etmişti işte. Ne yalan söyliyim ben de zaman zaman onun bu düşüncesine katılmıştım :)) Tontini bana birşeylerin yerini sorduğunda, ona verdiğim cevap: olayı tamamen anlatıyordu aslında. "BİZİM odadadır canım :))" Evet bizim evimiz olmuştu orası...
Nasıl olmasın? Ama beraber uyandık, kahvaltılar ettik, sahile gittik, gezdik, tozduk, bazen neşeli, bazen hüzünlü, kimi zaman gergin tam da hayatın kendisi gibi...
Rahattık. Beraber ağladık, beraber güldük. Hep beraber aynı kişiyi özledik ve bekledik. Gidelim gitmeyelim derken 2,5 ayı devirdik işte.
Şimdi saydım tam 76 gün oradaydık. Kuzenlerim, teyzelerim, dayılarım, canım anneannem de bizimleydi tabii. Yani biz onlarlaydık :) Ve sizlerin duları, iyi dilekleri, yolladığınız harika enerji... Doğrusunu söylemek gerekirse hiç zorlanmadım, onlarla, sizlerle asker yolu beklemek hiç zor olmadı. Birlikte içilen damla sakızlı kahvelerin, yapılan hamur işlerinin, çay saatlerinin, keyifli akşam yemeklerinin, çok özlediğimiz kalabalıklar içinde olmak, oğlumun çocuklarla oynarken attığı şen kahkahalar...
Hepsi güzel ve unutulmazdı..
Hepiniz sağolun, var olun canlarım. Sayenizde herşey çok daha kolaydı.
Zor geçmedi derken, son bir haftayı kastetmiyorum ama. :)) Zira o zamana kadar bu tecrübeyi yaşamışlardan hep duyduğum birşeydi bu; "son günlerde hiç zaman geçmez ne sana, ne ona!" Bense; "yook canım, bu kadar ay ne kolay geçti baksanıza, 1 hafta niye geçmesin ki?" diye geçiriyordum içimden.
Amaaa takvimler 10 Mayısı gösterdiği günden itibareeeen; benim için yepyeni bir zaman dilimi icad edildi sanki. Bir gün 124 saat. Bir hafta 777 gün :))gibi.
Dışarıda EGE'nin peşinden koştururken geçen zamanı anlamam bahanesiyle kahvaltıdan sonra kendimi yollara mı vurmadım, o mağaza senin bu mağaza benim girip dolaşmadım mı, bütün parfümleri koklamadım mı parfümerilere girip çıkıp. Ne yaptıysam olmadııııı... Ve gerçekten son bir hafta geçmek bitmek bilmedi. Ve ben bir kere daha inandım tecrübeleri hiçe saymamayı:))
17 Mayıs 2010...Nihayet beklenen gün gelmişti işte. Sabah saat 07:00 de uyandım. hemen çayı koydum. Sevgilimin Ege'nin incisine ayak bastığını öğrendiğimdeyse kalbim kuş gibi uçuşmaya başlamıştı bile. Mutfağın içinde bir oraya bir buraya:)) "Yarım saat sonra evdeyim" dedi beklediğim ses. Al işte yarım saat daha. Allahımmm! Siz düşünün artık aradan geçen zaman bütün bir 5 aya bedel miydi değilmiydi? Gözlerim yollardaydı artık. Ve köşeyi dönüp, sırtına ayrılığın getirdiklerini yüklemiş, yüzündeki o şaşkın ifadeyle bakan, "ne oldu şimdi, bitti mi, bir daha gitmicek miyim?" yani der gibi içten-içe söylenen beklenen adam geliyordu.
Otomata bastım. Merdivenleri çıktı. Ve artık yanımdaydı, sağlıklıydı, iyiydi ve en önemlisi bizimleydi. Sarılırken ona kalbimden geçen tek şey şükretmekti tabii ki.
Sonra gelsin harika Tontini kahvaltıları, gitsin muhteşem akşam yemekleri... Tabii ki ertesi gün çıkılacak yolculuğun heyecanlı fakat hüzünlü telaşı...
Arkada bırakacaklarımızın bize ne kadar alıştığını düşünmek, geride kalacak olmanın şaşkınlığını çok iyi bilen birisi olarak kendimi onların yerine koymak, aslında gitmek istememek, içime saplanan iğneler. Midemi burkan gizli bir el...
Yolculuğun sabahında artık göz göze gelemeyişler, ayrılık hakkkında konuşamamalar, her an dolu dolu gözler...
O zamana kadar söylenmemiş sözlerin son 5 dakika içinde ardı ardına ipe dizilmiş inciler misali sıralanması. Gözyaşı... Birine kavuşmak, diğerlerinden ayrılmak....
Hiç bir sevdiğimden ayrılmadan yaşayacağım, güzel "gülen gözler çiftliği" hayalimin nasılda gerçek olmasını istediğimi bir kez daha fark ederek bindik servise. Hoşçakal İzmir... Ege'min incisi... Biz gelene kadar iyi bak sevdiklerime...
Maddi manevi her zaman arkamızda bir dağ gibi duran güzel insanlar, dualarıyla hep yanımızda olan sizler, benim kocaman güzel ailem iyi ki varsınız. Zor günlerimizde yanımızdaydınız, yükümüzü paylaştınız. Çoğu zaman hafiflettiniz. Ben size nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum şimdi. Ne yazsam çok anlamsız kalacak. "Allah size de bu kadar çok şükredecek, teşekkür edecek güzel insanlarla dolu kocaman bir aile nasip etsin" diyebilirim ancak. Ve bence en güzeli de bu olur.
Veeee canım sevgilim sende hoşgeldin evine. Allah bir daha ayırmasın bizi. Ailenden, oğlundan ve özgürlüğünden...
Kısa da olsa, ki bana hiç kısa gelmedi :) ödediğin vatan borcun için ayrıca teşekkürler sana. Hediye gibi geldin, hoşgeldin...
Bizler erdik muradımıza hadi bakalım siz de çıkın kerevetine:)
Hepinizi çok seviyorum.
Kocaman kocaman Sevgiler.
Ela.
Resim:Gabriela Matei

Devamı Buradan ...>>

5 Mayıs 2010 Çarşamba

İYİ Kİ DOĞDUN EGE'M, HIDRELLEZ GÜLÜM

"İyi ki doğdun , iyi ki varsın" dediğim ilk yaşgününün üzerinden bir yıl daha geçti güzel oğlum. Ne çabuk geçti değil mi annecim? Evet sen de bir şey anlamadın biliyorum. Öyle önemli ve güzel şeyler başardın ki bu sene hangi birini anlatsam sana bilmiyorum. Ben çocukluğunu çok iyi hatırlayan bir insanım biliyor musun? Bazen hatırladıklarımı anlattığımda Anneannen şaşırır hatta: "4 yaşında bile değildin, nasıl hatırlıyorsun sen onları" diye. Hatırlamayı çok istesem de 2 yaşımı hiç hatırlayamıyorum ama. Ne zaman konuştum? Huyum, suyum sana ne kadar benziyordu acaba hiiiiiç bilmiyorum...

Kim daha çok oynuyordu benimle, kimler saçlarımı okşayıp şefkatini veriyordu sınırsızca, tahmin etsem de, maalesef hatırlamıyorum işte...
Büyük olasılıkla harika şeyler paylaştığımız, hep yanyana, koyun-koyuna geçirdiğimiz bu yılı sen de anımsayamayacaksın bebeğim. Korka korka tırmandığın koltuk kenarlarından tutunarak sadece bir günde nasıl yürümeye başladığını, suyla nasıl severek hatta kendinden geçerek oynadığını, futbol topuyla harikalar yarattığını, Tontini’nin trambolininde nasıl ustaca zıpladığını hatırlayamayacaksın! Bunun için çok üzgünüm aslında. Ve duam şudur ki; sana bunları uzun uzun anlatacak, nasıl özel bir çocuk olduğunu hep hatırlatacak kadar seninle birlikte olalım Ege’mm. Senin bütün güzel günlerini görecek ömrü versin bize Allah inşallah...
Şu anda öyle mutlusun ki... Ve sevgi dolu... Bu günlerini hatırlayabilmeni güzel gülücüklerini senin de görebilmeni nasıl isterdim bilsen. Sokakta yürürken erkek kız demeden insanlara nasıl dokunduğunu, masalarda oturanlara el sallayıp herkesten gülümsemene eş, sevgi almanı görebilmeni nasıl isterdim! Ama merak etme her fırsatta seni fotoğraflayan ve kameraya çeken annen sayesinde bir kısmını izleyip göreceksin sen de bir gün inşallah. Ve umarım biraz olsun hatırlarsın seni nasıl sevdiğimizi 2 yaşını nasıl sevinç ve eğlenceyle geçirdiğimizi...
3. yaşına girerken Allahtan dileyebileceğim tek şey hep böyle sağlıklı ve mutlu olabilmendir canımın içi. Ne olursa olsun hep güçlü olabilmendir. Kafanı demir kapıya, duvara, oraya, buraya vurup hiç ağlamıyorsun ya, hep böyle mukavemetli olabilmendir senin için bu sene yine dileğim. İçimde koskocaman bir dağ gibi duran, ve hiç azalmayacak sevgimi hep görebilmendir isteğim...
Ve tabii 5 aydır sabırla beklediğimiz babişkomuza 10 gün sonra sağ salim kavuşabilmemizdir...
Seninle geçen her yılıma bir isim koyacağım demiştim de, geçen seneye “UMUT” adını vermiştik ya beraberce. Bu senemizin adı da, “IŞIK” olsun güzelim. Bizi aydınlattığın için.
Ve yolların hiç kararmadan, gözlerindeki o inanılmaz aşkla büyü, sevgili sevgilim...
Mutlu yıllar. Nice nice yıllar sana.
Seni çok seven, önemseyen ve değer veren ELA ANNE-ciğin...


5 Mayıs gecesi herkes kırmızı torbalar içine bozuk paralar koyar, ufak kağıtlara niyetlerini yazar, ya da toprak ananın bağrına taştan ev yapar ya!.. Biz de senin hayırlısıyla doğman için niyetimizi Hızır’a yazıp Kaş’taki evinizin bahçesindeki o kırmızı gülün dalına asmıştık geceden. Balkonda gazete kağıtlarını ateşe verip üstünden atlamayı da ihmal etmedik maile.O gece rüyamda sen doğdun ve seni kucağıma verdiklerinde o masmavi gözlerine bakamamıştım ben. Annen “ah bir bebeğim olsun” diye umut edip Allah’a niyaz ettiği zamanlarda bir gün beni kapıdan uğurluyordu. İşte o gün yine sen annenin yanından bana el sallıyordun bebeğim.O gerçekti... ve sen 12 yaşındaydın ve yeşil gözlüydün o zamanki vizyonumda. Geri döndüm Ela ya “çok güzel bir çocuğun olacak biliyormusun?” dedim. Sen daha dünyaya gelmeden görüntünü göstermiştin bana canlı canlı. Belki de annenin karnındaydın ama henüz kimsenin haberi yoktu bundan.15 gün geçmeden annen hamile olduğunun müjdesini verdiğinde, gözlerim dolmuş heyecanlanmıştım yeniden.
6.Mayıs sabahı o mavi gözlü bebek halini gördüğüm rüyadan sonra, o gün doğacağını artık biliyordum ben.5 kat aşağıya koşarak inip bu yaşımda, gül dalından niyetlerimizi alıp 5 kat yukarı tekrar çıkıp annenin saçlarının arasına kırmızı gülleri iliştirdikten sonra hastaneye yollandık erkenden.Annen arabanın içinde o kadar masumdu ki...Hatta doğumhaneye bile başındaki o kırmızı güllerle girdi heyecandan...O gün herkesin yüzünde bir sevinç vardı, ama annenin yüzündeki o sevinçli hüznü, bir evlada sahip olmak adına ölümü bile göze alışını nasıl unuturum ben? Baban doktorun ameliyat önlüklerini giyip, o da senin doğumunda hazır ve nazırdı neler yaşayacağını bilmeden. O faslı şu anda asker olan babana sormak lazım! 5 kilo doğan senin, annenin 7 kat kesilen karnının içinden nasıl çıkarıldığını en iyi o bilir değil mi masmavi gözlü küçük dev adam? Önce masmavi, bir yaşından sonra yeşile dönen gözlerinden öper Tontini’n...Dilerim tüm dünya çocuklarının ve senin, hep böyle mutlu, neşeli ve kahkaha dolu geçer hayatınız ve Güzel annen ve Baba’cın (yani benim oğlum ) da hep seninle olur inşaallah, benim akıllı güzel EGE’m...Seni çok seviyorum TONTİNİ’”n.

Devamı Buradan ...>>

29 Nisan 2010 Perşembe

SİZİN HİÇ UÇURTMANIZ OLDU MU?

Sizin hiç uçurtmanız oldu mu? Upuzun ipini heyecanla salıverip boşluğa, koşturdunuz mu peşinden özgürce?...Arkanıza değil, havaya baka baka koşmak nasıl zevkli bileniniz var mı?...
Bütün çocukluğunu, hatta tatillerini bile büyük şehirlerde geçiren bir çocuktum ben. Ve herşey bir kurala dayalıydı hayatımda. Etrafımda gördüğüm herşey olabildiğince düzenliydi. Aynaların üzerinde "kıyafetini düzelt" elektrik düğmelerinin üzerindeyse "lüzumsuz ise söndür" yazılıydı hep. Okulda, evde, dışarıda devamlı emir, sürekli disiplin.
İçindeki çocukluk enerjisini sadece bazı hafta sonları gittiği piknik alanlarında atmaya çalışan, onun dışında istediği zaman dışarıda hoplayıp zıplayamayan, ip atlayamayan, yola kaçar korkusuyla top oynayamayan ve uçurtma uçuramayan bir çocuk işte. Kalabalıklarda yaşayan bütün çocuklar gibi.

Bize bir şey olmasından deli gibi korkan annelerimizin klasikleri, kulaklarımıza, kimilerinin içine işlemiş sözleri...
Kenardan kenardan git. Araba geliyo dur! Koşma!...
Tanımadığın kişilerden hiçbir şey alma...
Tanımadıklarınla sakın konuşma...vs
Bir yanı ne kadar çocuksa korkusuz, gözü pek, dünyası toz pembe, diğer bir yanı da hırsızdan, yabancıdan, trafikten, ondan, bundan korkan kocaman bir yetişkin sürüsü...
Büyük büyük şehirlerin, olumsuz düşüncelerin minicik bedenlere yüklediği büyük büyük korkular....
İşte böyle büyüdük biz. "Biz" yani büyük şehirlerde yaşayan bütün çocuklar. Halbuki o zamanlar bu zamana göre nasıl da kolaymış, güzelmiş. Ah bilselerdi de azıcık rahat bıraksalardı bizi...
Geçen gün, belkide ilk bakışta varoş semti diye adlandırdığımız bir semtten geçerken arabayla, kafamı gayri ihtiyari kaldırıp gökyüzüne baktım. Abartmıyorum aynı anda yüzlerce uçurtma birden salınıyordu mutlu çocukların ellerinden. Aaaa dedim "uçurtma şenliği var galiba, ne güzel"...Hani şu yılda bir kere yapılanlardan. Kendi çocukluğumu düşündürdü işte bana o uçurtmalar.
Dönüş yolunda hala rengarenkti gökyüzü aradan saatler geçmesine rağmen. 15 gün sonra bi daha, bi daha. Anladım ki hergün uçurtma şenliği vardı oralarda. Düşünsenize ne büyük mutluluk...
Belki ayağında doğru dürüst ayakkabıları yoktu, belki de karınları gurulduyordu. Yada hiç biri değil, şefkati özlüyorlardı. Onlarca arabaları, bebekleri, legoları, müzikli oyuncakları yoktu. Bence isteyen de yoktu zaten. Onlar bir çocuk için en eğlenceli şeylerden birini yapıyorlardı ve çok mutluydular. Dilediğince koşturabilmek uçurtmanın peşinden.
Ömrü hayatında toplasan 5 kere uçurtma uçuran biri olarak hemen bizim çocuklarımızı düşündüm.
Hangisi sokakta misket oynayabiliyordu, hangisi bir elinde uçurtması, diğer elinde domatesi mutlu olabiliyordu, Hangisi araba çarpar korkusu olmadan köşedeki marketten ekmek alıp gelebiliyordu. Tanıdık, tanımadık herkese gülebilenleri, paylaşabilenleri hangileriydi. Hangisi daha çok güveniyordu kendisine, hangisi daha cesur daha emindi kendinden. Hangisi tanıyordu hayatı bütün acımasızlığıyla.
Tabii ki onlar...
Herkesin birbirini tanıdığı, evde pişenin dağıtıldığı, sokakta gezen yabancının hemen göze çarptığı, belkide kapıların açık bırakıldığı mahalle arası çocukları...
Ne kadar mutluydular gözlerinden okudum ben. Benim içinde her şey pespembe oluverdi onlara bakınca... Çok masum, çok güzellerdi...
İçimden geçirdim sonra. Öyle yada böyle hepsinin sonu aynı olmayacak mıydı sanki...
Güzel gülümsemelerini unutturacak, aydınlık dünyalarını karartacak, kocaman ve gerçek bir bulut gelecekti tam tepelerine biliyordum. Çok fazla zamanları da yoktu ayrıca.
Bütün çocukları can evinden vuran, kaçışı olmayan o kabus...Gelip bulacaktı hepsini daha önce bizi, hepimizi bulduğu gibi...
Fakirliğin, açlığın, parasızlığın, sevgisizliğin, evin akan damının, olmayan camının, karnedeki zayıfın, ağırlığını bindirecekti üzerlerine o. Hayalleri suya düşürecek, o gün uçan uçurtmaları dolap üstlerine istifletip, yerini unutturacak, daima zorlayacak ve asla eski günlere dönmelerine izin vermeyecekti. O çocukların en büyük düşmanıydı. Vuracaktı hepsini. Keşke engel olunabilseydi...
Keşke o harika çocuklar, acımasız "BÜYÜMEK" le tanışmayabilselerdi...

Sevgilerimle Ela...
Resim:images.com'dan.

Devamı Buradan ...>>

12 Nisan 2010 Pazartesi

ÇILGIN KARINDAŞIM

Karındaş-tık... Farklı zamanlarda bile olsa, aynı annenin karnında 9 ayı geçgin ikâmet eden iki varlıktık. Ama ancak bu kadar farklı olabilirdik birbirimizden:) Aynı yerde doğup büyüyen yedi kat eller bile benzer birbirine az buçuk yahu:)
Tip olarak da çok benzeşmezdik, huy bakımından da...
Ben onu hiç kıskanmazdım. Ama o doğuştan kıskançtı. Zavallı annem bana ne alırsa ihtiyacı olsun olmasın, ona da almak zorundaydı. İkizler gibi tek tip giyinir, saçlarımızı bir örnek tarardık. Aman yeterki o "ablamın var benim niye yoooook, benim saçımı da öyle yaap üüüü" diye çığırmasın...
Bir sürü isteğimden sırf ona da alınamıyacak diye vazgeçsem de, en iyi oyun arkadaşımdı o benim. Evimizin bir odası onun evi olurdu, bir odası benim. Akşama kadar bi o bana misafirliğe gelirdi bi ben ona:) İki plastik bebek,plastik tencere, tava, kahve fincanları..
Saatlerce sıkılmadan oynardık şimdiki çocukların aksine.
Çok güzeldi...

Hala aklımdan çıkmayan yusyuvarlak bir surat, ışıldayan gözler, pespembe yanaklar ve sanki kendiliğinden rujlu muhteşem dudaklar. Her zaman dikkat çeken "görenlere kırkbir kere maşallah" dedirten cinstendi yani kendisi.
Ama çok asiydi...
Hep kafasının dikine gider ne yapmak isterse yapar, izin alma lütfunda da bulunmazdı. Ben: kurallara bire-bir uyan, sakin, kafasına vur lokmasını al abla... O: cazgır, erkek çocuklarıyla kavga eden, kural-kaide tanımayan kardeş. :)
Hatırlıyorum da bir keresinde sırf ben arkadaşımda kaldım diye "ben de bugün arkadaşımda kalıyorum!" deyip telefonu kapatıvermişti suratıma. O zaman cep telefonu da yok ki ara soruştur. Bütün arkadaşlarını dolaşmıştık kapı kapı.:) Annemin halini siz düşünün...
Aşırı hayvan sevgisi yüzünden her gün elinde bir kedi yada köpek yavrusuyla gelir bitlerini böceklerini üzerimize salardı :)Hatta bi kere ailecek uyuz bile olduk sayesinde. Koca çukurun içine düşen güvercini almak için ardından o da atlamıştı da çıkamayınca bütün lojmanı inletmişti ağlamasıyla. Apartman sakinleri seferber olup çıkarmışlardı çukurdan kendisini :)Sonraki günlerde bu durumlardan yılan annem eve yavru bir kedi almakta bulmuştu çareyi. En azından temiz ve piresizdi. Uyuz olma tehlikesinden de uzaktık ve arama kurtarma operasyonları da son bulacaktı tabii. Oohhh kurtulmuştuk sonunda.
Yaşı ilerledikçe daha da asileşti. Daha bir gözü kara oldu. Öyle arkadaşlar edindi ki okula bile gitmez oldu. Ve okulunu yarım bırakmak sonradan yaşayacağı en büyük pişmanlık olacaktı. Daha da güzelleşti. O güzelleştikçe annemle ben fenalaştık:)) -O mahur beste çalar, müjgan'la ben ağlaşırız- annemle ben fenalaşırızzzzz...
Polis kolejinde okuyan erkek arkadaşının annesiyle tanışmak üzere, bizden habersiz Isparta'ya gidişinin ardındansa annem hastaneye, bense derin kederlere...
O kadar çok vukuatı var ki, hangi birini anlatayım a dostlar.
Genç yaşımda beni 15 yaş yaşlandırıp, annemin yaşını ikiye katladıktan sonraaaaa 18-ine geldi ve bize "ben evlenicem!" dedi. Haydaaaa buyur burdan yak.
Hayır diyemedik. Desek bile dinlemeyeceğini belki de kaçacağını biliyorduk adımız gibi. Tanışıp isteme faslı, nişan, düğün, dernek...
Nasıl olacaktı da o deli kız ev bark temizleyip, yemek yapıp kendinden 9 yaş büyük kocasını idare edebilecekti? Düşünceliydik... Biraz da rahatlamıştık... Ne de olsa artık kocasının sorumluluğunda ve himâyesinde olacaktı. Ve aşıktı...Allaha emanet ettik. Arkasından günlerce ağladık. O evden gittiğinde; kavgalar ettiğimiz hatta birbirimizi hırpaladığımız her günün acısı topluca çıkarıldı içimden . Anlamsız ve yarım kalmıştım...
Sonraaaa bir yıl geçmeden ilk bebek geldi: Emir'im...Üzerinden 11 ay sonra diğeri: Elif'im... Benim güzellerim papatyalarım. Ve Elif doğduğunda bir yandan da asker kocasının hasreti...
Çalıştı didindi hem evine hem çocuklarına baktı binbir zorluk içinde.
Öyle bir anne ve ev hanımı oldu ki, eski halini bilenler şaşırdı hatta inanamadı. Biz de tabii.
Her zaman temiz evi,sarmaları, mantıları, börekleri, tatlıları, harika yemekleri üzerine ün yaptı.:) Solladı geçti beni...Hatta annemi... Başımızı yardı geçti ummadık taş gibi...
Şimdi 30 yaşında bir çocuk annesi olan ben, 18inde yaşadıklarını düşününce daha çok seviyorum onu daha çok gururlanıyorum. 28 yaşında 10 ve 9 yaşında çocuklara sahip olabilmek ne büyük bir emek ve mutluluk...Onu ve meyvelerini çoook seviyorum.Hep özlüyorum...
Sevgilerimle ELA.

Resim:Alexej Harlamoff

Devamı Buradan ...>>

18 Şubat 2010 Perşembe

GÜÇLÜ GÖRÜNMEK ADINA AĞLAYAMIYORSA KİŞİ

Duygularını herhangi bir nedenden dolayı tam olarak yaşayamayan, anlatamayan, gösteremeyen ya da isteyerek saklayabilen bir insan tam anlamıyla yaşıyor sayılabilir mi sizce?

Merhametli biriyse bu kişi, içten içe her şeye üzülüyorsa, ama o zamana kadar edindiği tecrübeler ona "iyilikten maraz doğar" ı inandırmışsa; sırf üzülmemek adına vicdansız davranabilir mi bile bile?...
Eline cam batmış sevdiğine "ahhh canım, dur bakıyım, öpeyim de geçsin!” diyemiyorsa, istediği halde hep içinden bir şeyler tutuyorsa onu, canı yananı canı yanmasın diye görmemezlikten gelebiliyorsa, sevdiklerine olgun görünmek adına istediği halde şakalaşamıyorsa, kahkahalara boğulamıyorsa ciddi olmak adına...

Utanmaktan bile utanıp "utanmazlık" yapıyorsa farkına bile varmadan.
İmla hatası yapmaktan korkup aslında çok iyi yazdığı yazıları yazamıyorsa, sırf eleştirilmekten korktuğu için hep bastırıyorsa kimine göre normal olmayan, aslında en olası, en güzel duygularını...
Üzüldüğü halde güçlü görünmek adına ağlayamıyorsa, belli etmekten bile çekinip kızıp bağıramıyorsa, alı al moru mor olup ta "gık" diyemiyorsa kızdığına, ama içinde fırtınalar koparıyorsa, savaşıyorsa en büyük ordularla...
Ölmekten korkup uçağa binemiyorsa mesela, mesafeler ne olursa olsun yürüyorsa ayaklarına kara mı kara sular ineceğini bilerek...
Sadece şefkat görmediği için gösteremiyorsa karşısındakine, bile bile ihtiyacı olduğunu göre göre hem de...
Yardım edilmesi gerekene sırf bir zamanlar ona yardım edilmedi diye elini uzatamıyor ya da uzatmıyorsa mesela…
Sırf şımartılmadığı için şımaramıyorsa, istediği halde seke seke koşturamıyorsa sokaklarda, hep bir şeyler tutuyorsa onu, engelliyorsa…
İçindeki büyümek istemeyen çocuğa sürekli "büyü hadi, olgunlaş sen artık eşşek kadar adamsın!" diye baskı yapıyorsa… o çocuğa çok ihtiyacı olduğunu bile bile yapıyorsa bide bunu... Bu hayatı yaşayan "O" mu oluyor yani?
Yoksa duygularını esir alan öteki "O"mu yaşıyor onun yerine?
"O" mu varıyor hayatın tadına, sarılabilmenin, özgür olabilmenin sevip sevilmenin hazzına. Öteki "O" mu var(am)ıyor yoksa?...

İçimize gökkuşağının renkleri gibi uyumla serpiştirilivermiş en güzel "his"lerimizi nedeni ne olursa olsun tam olarak yaşayamıyorsak eğer gerçekten yaşıyor muyuz,
"tam" mıyız şimdi biz...???

Farkına varıp gerçekten yaşamaya başlayanlara sevgiyle...
*Ela*
Resim:images com'dan alıntı.

Devamı Buradan ...>>

5 Şubat 2010 Cuma

GİRİŞ GELİŞME SONUÇ

İçinde bulunduğum halet-i ruhiye, bana bol bol hüzün dolu yazılar yazdıracak demiştim ama tam tersi çıktı. Bir türlü yazasım gelmedi ne zamandır. Zaten ben böyle tersimdir. Yorulunca uyur insanlar, ben uyuyamam mesela. Sinirleri bozulanlar, acı çekenler, hüzün denizinde boğulanlar, kendiyle uğraşanlar yemekten içmekten kesilir, ben evde ne bulursam yerim. :) Can sıkıntısı geçsin diye kendine iş yaratan insanlara da çok özenirim ayrıca çünkü ben yerimden bile kalkmak istemem. Kocası bilgisayarın başından kalkmıyor diye şikâyet eder ama o olmayınca da böyle yazamam ben. Cins miyim neyim?

Haftalardır akşam Ege yattıktan sonra izlenecek dizilerimin bitmesinin hemen ardından can sıkıntısından açıyorum bilgisayarımı. Gün içinde aklıma takılan şeyleri bulup okumam sürsün sürsün yarım saat sürsün. Sonra başlıyorum kendimi eğlendirecek bir şeyler aramaya oyun oynuyorum.:) Tam bir "zuma" hastası oldum bu arada. Bi yer var takıldımmmm, geçemiyorum. O kadar bir şey bulamıyorum ki, saçma sapan testler var ya hani; kiminle evleceksiniz, yok efendim artistlerden kime benziyorsunuz, aman kıskanç mısınız, vah vah ne zaman öleceksiniz işte onları çözmeye başlıyorum. Siz düşünün artık :)
Fakat geçen gün çözdüklerimden biri kendi içimdeki sınavları, ilerlemeyi ve kendimde geliştirdiklerimi görmemi sağladı desem. İnanır mısınız bana? Evet, hiç ummazdım ama oldu:)
Testin konusu; "Ne kadar Misafirperversiniz"? :)
Soruları hatırlamıyorum ama çıkan sonucu okuyunca "ama haksızlık buuuu!" dedim...
Misafir seviyormuşum ama kuralları ben koymalıymışım. :) Aslında "Konuksevermişim" yani misafirperverliğin modern tanımı. Öncelikle kendi rahatımmış çünkü ben rahatsam onlarda rahatlarmış. Partiden sonra bütün bulaşıkları tek başıma yıkayacak olmak cinlerimi tepeme getirip, yay gibi gerilmeme neden oluyormuş. :)) Elden gelen yerine olabileceğin en uygununu ikram ediyormuşum. Mesafeliymişim. Neymiş bu zamanda da böyle olması gerekmiyor muymuş? Bide yorum yapıyo rezile bak:))
Okuyunca eski günlerim geldi aklıma. Kahve yapmayı bile bilmez hallerim. Konuşacak bir şey bulamayan, eli ayağına dolaşan hallerim:) E o kadar olsun ama. Misafir dedin mi evden bi bahane bulup kaçan, o zaman kadar Türk kahvesi bile yapmamış, yatak, döşek sermemiş, evinde prensesler gibi salına salııınaaa gezen ben tabii ki önce kendi rahatımı düşünecektim dimi? Tam bir acemi gelin:) Ama bilmemek değil öğrenmemek ayıpmış ya öğrendim bende yılmadan, sıkılmadan. Alıştım. İçine bakmadan kahve tepsisi taşımayı, gelene ne olursa olsun mutlaka bir ikramda bulunmayı, hatta börek bile açmayı :)) Nasıl rahatım şimdi. Hep misafir bekler oldum. Birileri gelsin dua eder oldum.
Yani ben giriştim, geliştim, sonuçlandırdım:) Ama yeni çözdüğün bir test neden eskiyi gösterdi diye sormayın çünkü bende anlamadım :))
Çok değil 6 yılda bana bunları göstere göstere öğreten misafirlerime de teşekkür edeyim hemen.
Çok sağolun yaa. Sayenizde artık "konuksever" değil "misafirperverim". Yine beklerim:))
Sevgiler...ELA
Not: Sonucunda kendinizden bir şeyler bulacağınız, üzerinde düşünebileceğiniz ve doğru sayılabilen test sayısı bindeeee bir:))

Resimler: Jan Verdeen ve Denis Mauriced

Devamı Buradan ...>>

8 Ocak 2010 Cuma

YOLA ÇIKTIK SANA GELİYORUZ

Bundan 8 sene önceyi düşündüm bir an…Her dakikası aklıma ince ince kazınmış, üzerinden koskoca yıllar geçmesine rağmen hafızamda dün gibi asılı duran o gündeyim şimdi. Biliyorum sende çok iyi hatırlıyorsun ayrıntıları. Sen ve ben: bizden başka bilen yok ki…
12 Şubat 2002…İnternette tanışıp, 10 ay yüz yüze görüşme fırsatını bir türlü bulamayan “biz” artık buluşacaktık o gün. İzmir’e gelmeye karar verdiğimden beri heyecandan sürekli midesi bulanan ben, buluşma günü bütün “heyecan hallerini” had safhada yaşamaktaydım.:) Kolay kolay ellerim terlemezdi ama ter içindeydiler. Şubat soğuğu değil, Ağustos sıcağıydı sanki.
Yer: Bornova Metrosu… Saat: 14.00…


Sen ne hallerde geldin hiç anlatmadın bana ama benim gibiydin sende muhtemelen. Heyecanlı ve meraktaydın.
Sonunda geldin… Sarıldık… Sıkı sıkı…
Yıllardır tanışan iki insandık sanki. Kısa yolculuğumun ardından o şahane manzaralı cafede saatlerce sohbete daldık sonra. Heyecanım biraz yatışmıştı. Kahve içtik. Ağzından çıkan her kelimeyi masal dinler gibi dinledim. Yüzüme bakarak söylediğin şarkılarını da ninniymiş gibi. Daha çocuksuydu yüzün, şakaklarına aklar düşmemişti henüz. Saçlar geriye taranmış, jöleli, Üzerinde krem rengi bir hırka ve kot pantolon. Etkileyici ses tonunsa telefonda duyduğum ilk günkünden daha etkileyici… Yüzünde kocaman bir gülümseme. Gözlerimin içine içine aşkla bakan bir çift açık kahverengi göz…
Beraber geçirdiğimiz kısacık ama dopdolu günlerin sonunda, ağlaya ağlaya ve çoook âşık ayrıldık. Hiç istemeden…
Sonraki aylarda hep buluştuk. Geldin, geldim. Gittin, gittim… Uzun süre uğurladık birbirimizi mevsim ne olursa olsun soğuk, puslu ve hiç sevemediğim garajlardan. Geleceğini rüyalarımda gördüğüm yunus sürülerinden anlıyordum hep. Yüzüyordum onlarla, sevip, okşuyordum. Bir kaç gün sonra çatkapı geliyordun sen. Ya da geliyorum dediğin akşamdan itibaren, sen gelene kadar onlar arkadaşlık ediyordu bana rüyalarımda. Yunusumdun sen benim:). (Taaa oğlumuz doğana kadar gördüm o rüyaları. O ikimizin YUNUS'u olacakmış meğer. Şimdi insanların; Ege'nin çıkardığı sesleri yunus sesine benzetmeleri de bu yüzden galiba.:))...
Yan yana değilken de varlıklarımız mutlu etti bizi. Mesajlarımızla dokunduk ruhlarımıza, ses tonlarımızdan anladık nasıl bir gün geçirdiğimizi. Telefonlar kulaklarımıza yapıştı, maaşlar kontörlere akıtıldı.:)Bazen telefon başında sabahladık, bazende saatlerde chat yaptık. Sevindiğimiz zaman ilk birbirimizle paylaştık. kötü günde dert ortaklığı da yaptık. Konuştukça konuşasımız, sevdikçe sevesimiz geldi...
Ankara’ya geldiğin bir gün bir anda nişanlanıverdik sonra. 1 günde. : ) 18 Ekim 2003. Devamı geldi çok şükür. Her anımda yanımdaydın. Olamasa da varlığın…
O kadar emekten, sevgiden ve özlemden sonra hiç ayrılmadan beraber yaşayabilmek bizim de hakkımızdı elbet dimi? Karar verdikten sonra 1 ay içinde de evlendik. Şimdiye kadar yapılan en romantik, en değişik evlenme teklifiydi diyemiycem:) ama seninle gerek de yoktu zaten. Çünkü her an beklendiğimi, özlendiğimi, sevildiğimi hissettirmiştin bana. Söze gerek yoktu aramızda.
8 Ocak 2005…Sen damat, ben gelin…”YEMİN TÖRENİMİZ”
Tamda 5 yıl sonra, İzmir’deyim... Sende benden 1,5 saat uzakta. El ele, sarmaş dolaş gezindiğimiz bu yollarda oğlumuzla dolaşıyorum bugün. İşte en büyük değişiklik bu hayatımızda. Oğlumuzun varlığı.
Sanırım değişmeyen tek şeyde Sevgimiz.
Zaman zaman sorunların, sorumlulukların içinde boğulsak da, içinden çıkılmaz sandığımız hallere bürünsek de hep sevdik, sevildik. Geçen zamanda sevgimizi büyüttüğümüzde oldu, sakladığımızda. En sevmediğimizi sandığımız anda bile sevgiliydik. Senin adına da yazıyorum çünkü biliyorum. Eminim. Senden duymayınca aksini söylesem de eminim:)
Ne diyebilirim ki, iyi ki gelmişim seni görmeye, iyi ki ellerimden tutmuşsun hemen oracıkta… İyi ki benden hiç vazgeçmemişsin. Bütün cadılıklarıma rağmen :)
Biz şimdi yola çıktık, sana geliyoruz canımın içi. “YEMİN TÖRENİ” nasıl olurmuş görmeye, 1 ay sonra 2 gün bile olsa görüşebilmenin mutluluğuna ermeye.
Böyle bir günde yapılan yemin töreni de Allahın bize hediyesi galiba. Ne biliyim işte. :)
Benim hassas ama dengeli, üzülen ama göstermeyen, kalbi bana karşı hiç kırılmayan, çabuk unutan, doğru, dürüst, EFE’m. Evliliğimizin 5. beraberliğimizin 8. yılı, hı bide yemin törenin kutlu olsun. : )
Geçirdiğimiz güzel günlerimize yenilerini, unutulmazlarını eklemek, birbirimizi, ailemizi hep beraber sevebilmek dileğiyle.
Seni Seviyorum…
Ela’n…

Devamı Buradan ...>>

18 Aralık 2009 Cuma

EVDEKİ KOCAMAN BOŞLUĞUN FARKINDAYIM ANNE


Efe’nin askere gidişiyle, yaklaşık 1 aydır geceleri yanımda yatmak için uyanıp, zırıl zırıl ağlayan oğluma gün doğdu. Babamızı asker ocağına uğurladık ya, o gün bu gündür yanımda rahaaatça yatabilmenin keyfini çıkarıyor kendileri. :) Bende hiç zorlamıyorum yatağına yatırmak için. Sonuçta Umut amcasının dediği gibi; (30 yaşına gelip hala annesinin yanında yatan adam olmadığına göre:)) Bari rahat rahat uyusun canımın içi....
Ne yalan söyleyeyim bana da iyi geliyor. Hele bir kaç gündür ben ona uyusun diye ninniler söylerken ağzındaki emziğini çıkarıp "aannnneee!" deyip de birde enseme uzanıp, kafamı kendisine doğru çekip öpmüyor mu? Allaaahh. Nasıl keyiflendiğimi, gözlerimin hemen nasıl dolduğunu, tahmin edersiniz. Babasının yokluğunu aratmasın diye bütün gün sevgi gösterilerinde bulunuyo annesine.:)“Bazı şeyleri anlamıyorlar!” desek de,

onlar her şeyi o kadar güzel anlayıp, hissediyorlar ki. Ben bunu birebir yaşıyorum şu günlerde... Ege doğmadan önce, bebeğimiz olsun düşüncesine en büyük engellerden biriydi içimde "askerlik" konusu. Hep “askere gidince zor olur, babasından ayrı kalmasın, babası da ondan ayrı kalamaz” diyordum içimden. Belki bir kaç yılı bu düşünceyle geçiştirdim. Ne kadar yanlış düşünüyormuşum şimdi anlıyorum. Yaşayıp görüyorum daha doğrusu. Gerçi o gelmesi gereken en hayırlı zamanda geldi buna da eminim...Görüyorum ki o babasının yokluğunu hiç aratmayacak bana. Özlemini hafifletecek hep. Zaten asla pişman olmamıştım, şimdi aksine” iyi ki doğmuş” diyorum. Daha doğrusu iyi ki babası askere gitmeden doğmuş. Arkadaşım, yoldaşım oldu tam anlamıyla...

Canım bebeğim,
Bu yazımı sana armağan etmek istedim bir anda. Öyle geldi içimden. Bir gün gelip okuyacaksın, biliyorum. Ne kadar anlayışlı, hisseden, seven bir çocuk olduğunu anlatmak istedim sana. Sen bu zamanlarını hatırlayamayacaksın maalesef ama o günlerden bir hatıra bırakıyor işte annen sana...
Sabahları çekmeceyi açıp, o kadar çorap içinden babanın çoraplarından birini seçip bana getiriyorsun. Ne anlatmaya çalıştığını düşünüyorum. Çözüyorum aslında, ağlıyorum bazen ama çok seviniyorum. Baban varken ona getiriyordun ya, sanırım onun hissettiklerini hissettirmeye çalışıyorsun bana, ikimizi sürekli izlediğini, her şeyi kaydettiğini.
Bir haftadır bana bakışların değişti sanki. "üzülme anne, babam gelene kadar seni daha çok seveceğim. Onun hasretini hafifleteceğim" der gibi bakıyorsun. Daha çok seviyor, öpüyorsun ki anladığını, anlayayım. "Evdeki kocaman boşluğun farkındayım anne" diyorsun. Ama çok geçmeden geleceğini de biliyorsun. Babanın, buzdolabının üzerinde asılı duran fotoğrafına her gün mutlaka bakıyorsun. "babiiiii"... Biliyorum -acaba babasını unutacak mı- endişesi taşıyan bana "unutmayacağım" diyorsun.
Daha az kapris yapıyorsun ve daha çok gülüyorsun. Nasıl oluyorsa bir bakıyorum akşam olmuş. Hatta bir haftayı farkına varmadan geçirmişiz bile. Resmen zamanımı alıyorsun. Bilerek yapıyorsun biliyorum. Kendi kendine oynarken benimle oynamak ister oldun mesela. Babasının oğlusun ya. Her türlü oyuna varsın:) Asıl amacın beni oynatmak mı hı? Evet öyle dimi? Oturup legolarla oynamak kafamı dağıtıyor evet:)
Her zaman yememek için direndiğin kahvaltıyı bir haftadır itirazsız yer oldun. Sen uyurken canım sıkılıyor ya, daha az uyuyorsun. Akşamları da daha az uyanıyorsun ki dinleneyim... Biliyooorummm!!!
Ben sana ne diyeyim güzel çocuk? Anlayan, bilen çocuk. Her türlü zorluğa göğüs gererim ben seninle. Yeter ki sen hep yanımda ol. Yanımızda ol. Sağlıklı ol meleğimm.
Seni çok seviyorum. Sana her bakışımda Allaha daha çok inanıyorum ben.
Babişkon ve sen çok şükür ki varsınız...
Annen...

Resim:www.images.com'dan alıntı.

Devamı Buradan ...>>

12 Aralık 2009 Cumartesi

DENİZLİ BİR YER…


İşte beklenen, ama bir türlü sevilemeyen o vedalaşma anı geldi çattı. Hatta geçti bile...
Koskoca bir yaz mevsimi arada sırada görüşüp, bazen küs, bazen ayrı, genelde yorgun, çoook yorgun geçiren "biz", son haftamızı Allah’a şükür ki genelde yan yana geçirdik. Belki ayrılacağımızı bildiğimizden, ya da geçen onca zamanın kıymetini bilemediğimizi bildiğimizden daha anlayışlı, daha sevecen daha bir "aşk" dolu geçti son günlerimiz. Daha bir sarmaş dolaş olduk ailecek.
Son günlerde katılacağı birliği ve sınav sonucunu öğrenecek olmanın heyecanı da sardı bizi tabii. Sabırsızlıkla, stresli ve merakla bekledik sonuçları. O gün sabahı sabah ettik.

Aramızda konuşurken, bütün sevdiklerinden bir süreliğine uzak kalacak, "denizli" bir yere gitsin de, denizinden ayrı kalmasın bari diye konuşmuştuk hep. Kiminle konuştuysak onlar da aynısını diledi hatta.
İşte o "denizli" yeri o kadar çok istemişiz ki, gece yarısı aldığımız haberle sevindik veee çok güldük. "Denizli"'ye gidiyordu askerimiz:) Saat 03.00 kahkahalarla gülen iki tip. O kadar istersen "denizli" yeri, çıkar sana Denizli" :)

Ne yalan söyleyeyim o kadar yer arasından hiç aklıma gelmemişti. Sevindim. Hem Tontini’sine, İzmir’ine, hem de evine yakın, yabancı ama yakında sokakları arşınlanacak, en güzel kokoreç, pizza nerde yenecek, ne nerde kiminle, burger king şehrin neresinde hepsi öğrenilecek :) sonrasında da hep tanıdık olacak bir şehir... İzmir'den 2 saatte Kaş'tan yaklaşık 4,5 saatte ulaşılacak olması da ayrıca mutlu etti beni. Allah bu hasreti çok çok uzaklarda yaşayacak olanları da tez zamanda yakınlaştırsın inşallah.
Eveeeet sonrasında geçen 2 günü tahmin edeceğiniz gibi hiç anlamadım ben. Ne zaman gideyim bilmecesi, çanta hazırlama telaşı derken göz açıp kapatana kadar geçen 48 saat işte.
Otobüsün kalkış saati yaklaştıkça yaklaştı. Zaman daha bir hızlı geçti ya. Bir baktım ki saat 13:30 . Neyse "babiş" önce oğluyla vedalaştı.

"-Annene, kendine iyi bak tamam mı oğlum? Bi sarıl babaya, bi de öpücük ver. Allaaaah"...

O anda Ege'nin yerinde olmayı çok istedim doğrusu. Hiçbir şeyden haberi olmayan, belki de babası dönene kadar yokluğunu fazla hissetmeyecek ama çok özlenecek minik varlık...
Sıra bana geldi sonra.

“İyi bak oğluma, kendine... Çok özle beni. Hadiiii ağlama! yemin törenimde görüşeceğiz inşallah...”

Ve arkasından dökülen bir tas su, atılan öpücükler. Sallanan eller. Yaşlı gözler...
Şimdi ben, hiç hoşlanmadığım hallerdeyim. Gidenin arkasından evdeyim. "Boş" gelen, her yerde gidenden izler olan evde.
Burnumda giderken sıktığı parfümünün kokusu, elimde içtiği kahvenin boş bardağı, gönlümde asla azalmayan, belki zaman zaman saklanan kocaman sevgisi…
Dilimdeyse; "dualar". Hepsi için, bütün askerler için ama. "Hepsini koru Allah’ım. Onları ayrıldıkları kapılarda, otogarlarda, sokaklarda tekrar kavuştur"...

Canım, değerlim, en büyük askerim;) Yolun açık olsun güle güle git, güle güle gel. Asker ocağında her şey düşündüğün gibi olsun. Kolay olsun. Karşına çıkacaklar da senin gibi güzel olsun.
O "denizli" yerde çok özle, çok sev bizi. Döndüğünde her şey çok daha güzel olsun. Günler, aynı gitmeden olduğu gibi, sen oradayken de çabuk çabuk geçsin. İNŞALLAH.
Seni seviyorum, seni seviyoruz...
Oğlun Ege ve eşin Ela

Devamı Buradan ...>>

7 Kasım 2009 Cumartesi

TESADÜFÜN BÖYLESİ


Sizce hayatta "tesadüf" diye bir şey var mı?
Olsaydı hepimiz, bütün hayatlar "tesadüf"lerden ibaret olurdu öyle değil mi? Hikâyeler garip olurdu o zaman, tıpkı aşağıdaki gibi...
Zamanın birinde büyük büyük dedemler taaa Girit'ten göçüp İzmir’e, babamın dedeleriyse Selanik'ten yine aynı şehre yerleşmeye bir "tesadüf" eseri karar vermişler. Çabuk çabuk geçiyorum:) Sonra onların çocukları olmuş büyümüşler ve ne "tesadüftür" ki aynı mahalleye taşınmışlar. Orda çocuklar dünyaya getirmişler, o çocuklar büyümüş, kendi çocuklarını yetiştirmiş, yani annem ve babam dünyaya gelmiş, yılar yıllar geçmiş, "tesadüfen" babam annemi görüp beğenmiş....:)
Yine aynı "tesadüfen" den:) anneme hiç kimseyi yakıştıramayan dedem, babamı ilk görüşte beğenmese de araya giren yakınların da baskılarıyla "tesadüfen" kabullenivermiş babamı ve daha küçücük bir kız olan annemle evlendirmiş. Bakın siz şu "tesadüfe"..:)
Sene 1979 "tesadüf"ler zinciri peşimizi bırakmıyo ki, ben doğmuşum işte. Ardından 2 yıl geçmiş ve kardeşim gelmiş peşimden. Yıl 1981.

Ve asıl büyük tesadüf burda. Yıllar sonraaa çok büyük bir "tesadüf"le karşıma çıkacak kocam, oğlumun babası tam da o yılda doğmuş. Allah’ım bu ne büyük bir "tesadüf":)) Bir yerlerde beni beklemeye başlamış. Birbirimizden habersiz onca yıl geçirmişsiz. Büyümüşüz, serpilmişiz. "Tesadüf" en, hiç olmaz dediğim bir şekilde tanışmışız. "Tesadüfen" sevmiş, "tesadüfen" sevilmişiz. Sonra mutlu sona erişmişiz. "Tesadüfen" bir de oğlumuz olmuş:)))

Bu mudur yani.? Ne komik dimi. :))
Yok işte. "Tesadüf" diye bir şey yok. Çok açık. Her şey ayarlanmış ve çook önceden yazılmış. Biz de, baharı, aşkımızı, suyumuzu beklemiş durmuşuz, gövdemizde adlarımız yazılı bir ağaç gibi. Çok farklı hayatların, çok farklı zamanlarda, farklı yerlerde birleşmesi, devam etmesi asla "tesadüf" olamaz dimi?. "Kader" dedikleri bu mudur peki? Evet olabilir.
Pekiii, insanlar kaderlerini değiştirebilir diyor bazıları. Benim payıma yazılan da bir Allahın kulu değiştirememiş mi kaderini yani. Becerememişler herhalde:)•Biri bir sekteye uğrasaymış mesela, dedemler İzmir’e değil de Ankara’ya yerleşmiş olsalarmış hayatımız toptan değişir miymiş? ? Biz doğar mıymışız acaba?... Çok merak ediyorum.
Düşündükçe içinden çıkılmaz bir hal alan bu durum ne zamandır yazmak istediğim bir şeydi, yazdım. Yazması bile zor oldu ne yalan söyliyim. :) Yine soruyorum; Annemle, babam evlenmeseydi yine biz olur muyduk ya:)
Ben düşündüm, yazdım ve anladım ki:)) tesadüf diye bir şey yok ve kader de değiştirilemiyor :)) Ne yaşanacaksa yaşıyoruz, öğreniyoruz. Elimiz mahkûm.
Ha bir de benim kaderim taa büyük büyük dedemlerin zamanından belliydi madem, o zaman torunumun torununun kaderi de şimdiden belli. Yazılanı değiştirmek gibi bir gücüm de olmadığına göre umarım kaderleri yaşanılası, güzel yazılıyordur ve umarım bende bunun için onlara yardımcı olabiliyorumdur:)
Geleceğe sevgilerimle...
Ela...

Resimler:images.google.com'dan.

Devamı Buradan ...>>

31 Ekim 2009 Cumartesi

İPTAL İPTAL İPTAL

Çamaşırlarınızın üzerine dökülen meyve sularını, yemek yağlarını, efendime söyliyiiim çay, kahve, bilmem ne lekelerini çıkarmak iş değil de; İnsanların gönlündeki, beynindeki, ta içindeki geçmişten gelen "leke"lerini söküp atıveren, bir çırpıda bembeyaz yapıveren bir temizleyici bileniniz var mı aranızda?
Hayatının bir döneminde terk edilmiş birinin kafasında oluşan kocaman güvensizliği, yakınlarından birini kaybetmiş olanın iç yangınından kalan kül lekelerini, duman islerini, hastalıklar yaşamışların tam içine oturan hastalık hastası hallerini, dayak yemiş, şiddet görmüşün hep korkak, çekingen garipliğini, yaralarını, yaralardan kalan izleri, kabukları tam olarak temizleyecek bir şey olsaydı ne güzel olurdu değil mi?
Bunları düşününce hayat çok ağır gelir bana. Sadece bana mı? Hayır. Biliyorum hepinize. Bazen bütün yaşanılanlar toplandığında elinizde kalanları da kaybetmekten korkarken buluruz kendimizi ya da düşüncelerinizden korktuğumuz olur. Önceden böyle oldu yine olursa diye durduk yerde felaket senaryoları oluştururuz kafamızda...

Dinleyin bakın...
Geçen gece uykuya dalmak üzereyken yattığı yönün tam tersi yönüne dönerken, yatağı zangır zangır sallayan eşim sayesinde deprem oluyor zannettim ben.:) İşte o andan sonra kurduğum senaryoları size anlatamam. Bir anda içimi saran o korku. Olursa ne yaparım? Hayır, deprem değil yatak sallandı sadece düşüncesi bile rahatlatamadı beni. "Hemen Ege'yi alıp şuraya yatarım. Aaaa ama orası olmaz dolap üstümüze devrilebilir. Acaba en güvenli yer neresi?. Kollarımda Ege'yle merdivenleri inebilir miyim kii derkeeennn gümgümgümgüm diye atan, olayın heyecanına kendini kaptırmış zavallı kalbimin sesiyle toparlanıverdim birden.:) Dakika da 120 atıyodu garibim. Geçmişte hepimizin içini yaktı ya depremler ordan bir leke kalmış bende demek ki. Gözümde haberlerde gördüğüm o yıkıntılar bile belirdi. Tost gibi olmuş, o yeşil ev...
Yatağı sallayan belliydi de, peki o senaryoları yazıp, aynı anda yaşama lütfuna erişen kimdi peki:) O da belliydi caaanım!
Neyse, hemen Tontini den öğrendiğim metodla savdım başımdan "iptal iptal iptal" Evrene yolladığım negatif düşüncelerimin üstüne (kırmızı bir çarpı koyarak) yerine ulaşmadan iptal ettim yani.:)
Hep işe yaramıştı yine yaradı:) Rahatladım biraz ve düşünmemeye çalışarak uykuya daldım. Dalmışım yani.Sonradan bununla ilgili okuduğum yazılarda diyor ki; bu bir çeşit hastalıkmış. Buyrun bakalım! Beyninizin zamanında lekelenmiş ve bir türlü temizlenememiş o bölümünün size cezası. Onu lekelediğiniz için tabii.
İşteeee size çözüm. İçinizde çıkmayan lekeleriniz mi var. Korkmaktan korktuklarınız... Toparlanın, gelinnn. Kâğıt kaleme gerek yok, not alınacak bir şey yok çünkü. Zira tek kelime bu:) İPTAL...;)
İster istemez kötü düşüncelerin ağına düşerseniz sizde ara sıra benim gibi, Mesela kendi cenazesini düşünüp ağlayanlar varsa aranızda tavsiye ediyorum size bu Tontini yöntemini.
İPTAL İPTAL İPTAL.
Bütün kötü düşüncelere İPTAL...
Kocaman kocaman sevgiler.

Resim:www.istockphoto.com'dan alıntı
Ela...

Devamı Buradan ...>>