ATATÜRK VE MİLLETİN EFENDİSİ HALİL AĞA - SUFİ SAJA

.

"Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur."Kemal ATATÜRK .

30 Ekim 2009 Cuma

ATATÜRK VE MİLLETİN EFENDİSİ HALİL AĞA











Gel yardım et bana Nuri… Kaçalım köşkten.”Onun bu içtenlikli isteğine karşı çıkmak, büyük haksızlık olacaktı. “Tamam, sen planı hazırla, ben uygulamasını yaparım…”Atatürk ve Nuri Conker, birinin hazırladığı ötekinin uyguladığı plan sonunda Florya Köşkünün tüm nöbetçilerini atlattılar ve köşkten kaçtılar. Altlarında, Nuri Conker in bir arkadaşının arabası vardı. Eylül sonu akşamı sonbaharın tadını çıkararak, Çekmece’ye doğru gidiyorlardı. Birden Atatürk ün gözleri akşam güneşi altında çift süren bir köylüye takıldı. Yaşlı bir adamdı bu. Sapanın sapına iyice yapışmış, toprakları yavaş yavaş deviriyordu. Fakat çiftin bir yanında öküz, bir yanında merkep vardı. Eşit güçlerle çekilmediği için sapan yalpa yapıyordu. Atatürk şoföre durmasını söyledi. İndiler. Köylüye seslendi:
“Kolay gelsin Ağa!..”
Köylü bu sese başını çevirmeden karşılık verdi:
“Kolay gelsin”
“İşler nasıl Ağa? Bu yıl mahsulden yüzünüz güldü mü?”

Köylü isteksiz konuştu:
“Tanrı’nın gücüne gitmesin bey, bu yıl yufkaydı mahsul. Kabahatin acığı bizde, acığı yukarda! Biz geç davrandık, yukarısı da rahmeti esirgedi.”
“Bakıyorum, sabanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?”
“Var olmasına vardı ya, hıdrellezde vergi memurları sattılar.”
“Hiç vergi memurları köylünün üretim aracını satar mı?”
Olmaz böyle şey! Muhtara şikâyet etseydin…”
Köylü güldü:
“Muhtar başında deel miydi memurun, a bey?”
Atatürk dudaklarını dişleri arasında ezerek konuştu:
“Kaymakama gitseydin.”
Köylü iyice güldü.
“Sen de benle gönül mü eyleyon beyim?” dedi.
Atatürk konuşmayı sürdürdü.
“E peki, İstanbul şuracıkta geleydin valiye anlataydın derdini… Onun işi bu değil mi?”
Köylü Atatürk’ün saflığına inanmış iyiden iyiye gülüyordu. Konuşmanın tadını çıkardığı için keyiflenmişti de biraz. Kestirip attı:
“Bırak şu sağırı Allasen, biz onun buralardan gelip geçtiğini çok gördük. Yakasına yapışsak acep derdimizi duyurabilir miyiz?” Atatürk sordu:
“Adın ne senin Ağa?”
“Halil… Köylük yerde sorsan, Halil Ağa derler…” “Demek varlıklısın?.. Ağa dediklerine göre.”
“Acık çiftimiz- çubuğumuz varken adımız ağa ya çıkmış.”
“Peki, Halil Ağa, bu senin işin beni bayağı meraklandırdı. Benim bildiğime göre, bir çiftçinin üretim aracı elinden alınmaz. Sen aldılar diyorsun. Hadi kaymakam şöyle, vali böyle diyelim; e peki bir başvekil İsmet Paşa var bilir misin?”
“Bilmez olur muyum, beyim?”
“Tamam, öyleyse, hemen her hafta İstanbul’a geliyor. Florya Köşküne iniyor. Köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona… Herhalde çaresini bulurdu.” “Sen benim konuşmamdan hoşlaştın, gönül eyliyorsun. Ama bak şimci, tutalım gittim vardım, beni o kapıya koymazlar ya… Tutalım ki kodular, koskoca İsmet Paşamızı göstertmezler ya. Tut ki gösterdiler ya ona halimi nasıl yanacağım hele; o sağırın sağırı! Heç işitmez beni…” Nuri Conker, lafa karışmak istedi, Atatürk bir hareketiyle onu durdurdu.
“E peki, bakalım bu dediğime ne bulacaksın!” dedi “Atatürk koca yaz şuracıkta oturup duruyordu. Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya!..” Köylü iyice keyiflenmiş, gülüyordu.
“Sen ne diyorsun bey?” dedi. “Mustafa Kemal Paşa Atatürk’ümüzün yüzünü görmek için Peygamber gücü gerek… Hem, tut ki gördük. Yiyip içmekten, işinden gücünden başını kaldırıp bizim öküzün arkasından mı seyirecek?..” Halil Ağa, sigarasının son nefesini ciğerlerine doldururken, Atatürk’ ten yeni aldığı sigarayı da kulağının arkasına yerleştiriyor, çiftinin başına gitmeye hazırlanıyordu. Konuşacak bir şey de kalmamıştı. Atatürk köylünün omzuna elini koyarak,
“Senden hoşlandım Halil Ağa” dedi. “Bir gün köyüne de gelir, bir ayranını içerim. Açık yürekli bir vatandaşsın. Ama yine de sana söylüyorum, hakkını kimsede bırakma ara!..” Döndüler, arabaya bindiler. Halil Ağa, onları uğurladı.
“Meraklanma beyim, evelallah heç kimse bizim hakkımıza el değdiremez. Fakat bu, Devlet Baba ya borçtur. Ödenmesi gerek… Otomobil hareket etti. Atatürk’ün canı sıkılmıştı.
“Bir uygun yerden dönelim, tadı kaçtı bu işin!..” dedi. Dönüş yolunda Atatürk konuşmuyor, sigara üstüne sigara yakıyordu. Yüzünde ince bir keder vardı.
“Yahu çocuk, şu Halil Ağanın vergi borcundan öküzünü satmışız, merkeple çift sürüyor, hala da Devlet Baba diyor. Ne mübarek millet, bu millet!..” Köşke döndüklerinde Atatürk yaverine emretti:
“Şimdi” dedi: “İstanbul ‘da ne kadar bakan, milletvekili varsa hepsini telefonla bulacaksın!.. Bu akşam kendilerini yemeğe bekliyorum. Ayrıca Vali Muhittin Üstündağ ile İsmet Paşa’yı bul, onlara da haber ver.” Yaver odadan çıktı.. Atatürk, Nuri Conker e döndü:
“Şimdi sen de arabayla çıkıp o Halil Ağaya gideceksin. Ona benim kim olduğumu söyleme. Tüccar, zengin bir adam filan dersin. Seni sevdi, sana öküz alıverecek diye bir şeyler söyle,. Kuşkulandırmadan al getir buraya.” O akşam Atatürk’ ün sofrasında Başbakan İsmet İnönü, bakanlar, milletvekilleri ve İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ’dan oluşan yirmi beş konuk vardı. Atatürk,
“Bu akşam soframıza efendimiz gelecek” dedi. “Kendisine nasıl davranacağınızı çok merak ediyorum.” Bir süre sonra içeri başyaver girdi ve Atatürk’ ün kulağına bir şeyler söyledi. Atatürk;
“Buyursun!” dedi. Başyaver kapıyı açıp da Halil Ağa, gündüz konuştuğu beyin sofranın başında oturduğunu, yanı başında da İsmet Paşanın yer aldığını görünce, şaşkınlıktan dona kaldı. Dizlerinin bağı çözülmüştü. Atatürk onu görünce ayağa kalktı. Arkasından tüm konukları da ayağa kalktılar. Atatürk son konuğunu,
“Hoş geldin Halil Ağa” diye karşıladıktan sonra kendisini sofradaki konuklarına tanıttı:
“İşte beklediğimiz, Efendimiz” dedi. Nuri Conker, Halil Ağayı Atatürk’ün sağ başına oturttu, kendisi de yanındaki sandalyeye geçti. Atatürk, sofradakilere, o gün köşkten Conker’le birlikte nasıl kaçtığını, Halil Ağayı, bir yanında öküz, bir yanında merkeple çift sürerken nasıl gördüğünü, sigara yakmak bahanesiyle nasıl kendisi ile konuştuğunu ayrıntılı bir şekilde anlattıktan sonra şöyle dedi:
” Şimdi gerisini Halil Ağa ile birlikte yanınızda tekrarlayacağız. Ben sorduklarımı baştan soracağım Halil Ağa da orada bana söylediklerini olduğu gibi tekrarlayacak.” Halil Ağaya döndü:
“Bak beri, Halil Ağa” dedi. “Sen bu akşam benim başmisafirimsin. Senin açık sözlülüğünü pek çok beğendiğimi bugün söyledim. Konuşmamızdan sonra sana hiçbir zarar gelmeyecek. Öküzünü de alacağım. Ama şimdi ben tarlada sorduklarımı baştan soracağım, sen de orada söylediklerini aynen tekrarlayacaksın. İşte soruyorum:
“Bakıyorum sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?” Halil Ağa dudakları titreyerek Atatürk’ün ayağına kapanacak oldu. Atatürk önledi:
“Yoo, bak böyle şey istemem. Soruyorum cevap ver.” Soru- cevap valiye kadar aynen tekrarlandı. Sofradakiler, soluk almadan konuşmayı izliyorlardı. Ürkütücü sorulara gelmişti sıra. Atatürk sordu:
“Peki, İstanbul şuracıkta, gideydin valiye, anlataydın derdini, onun işi bu değil mi?” Vali Muhittin Üstündağ, Halil Ağanın ancak iki metre ötesinden kendisine bakıyordu. Nasıl desin?
Ter basmıştı iyice, işi savuşturmanın yoluna kaçtı:
“Vali paşamızı biz görüp dururuz buralarda. Eteğine düşsek derdimizi duyurabilir miyiz ki?…” “Olmadı bu, Halil Ağa… Bana dediğin gibi, dosdoğru…”
“Böyle demedik mi beyim?..”
“Ya, ben mi yanlış anladım?.. Dur soralım bakalım Nuri’ye. Nuri, böyle mi dedi bize Halil Ağa?”
Nuri Conker karşılık verdi. “Hayır Paşam!..”
“Gördün mü?.. Demek aklında yanlış kalmış. Hani bir şey dediydin sen, vali neden duymazmış?.. Aynen bana söylediğin gibi söyle.” Halil Ağa kekeleyerek konuştu:
“Köylük yerinde bizim dilimiz sağır demeye alışmıştır, paşam” dedi. “Kusura kalma gayri…”
Atatürk gülmeye başladı:
“Diplomatsın ki, yaman diplomatsın, Halil Ağa… Ama şimdi diplomatlık sırası değil, doğruyu konuşacağız… Söyle bana, orada dediğin gibi…”
Halil Ağa gözünü yumup, başını yere eğdi:
“Şaşırmıştım, ağzımdan yanlışlıkla Bırak bu sağırı diye bir laf kaçırmışım…”
Sofrada gülüşmeler başlamıştı.
“Hadi buna da oldu diyelim. Geçelim gerisine:
“E, peki bir Başvekil İsmet Paşa var, bilir misin?”
Halil Ağa İsmet Paşanın yüzüne baktı ve gözlerini yere indirdi:
“Şanlı İsmet Paşamız bilinmez olur mu hiç? O bugüne bugün…”
Atatürk Halil Ağayı durdurdu.
“Bırak şimdi övgüleri” dedi. “Ben lafın gerisini getireyim: Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul’ a geliyor, Florya Köşkü ne iniyor, köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona. Herhalde bir çaresini bulurdu.”
Halil Ağa yine kaçamak yanıt verdi:
“Kapıya koymazlar ya bizi, koysalar da Şanlı paşamıza öküzümüzü mü yanacağız!..”
Atatürk ün sesi iyice sertleşti:
“Beni uğraştırma, Halil Ağa” dedi. “Erkek adam sözünü yalamaz. Ne dediysen, tıpkısını tekrarlayacaksın!..”
Halil Ağa ürktü, toparlandı. Başını yine yere gömüp konuştu:
“Şanlı Paşamıza da sağır dedikti ya…”
“Yalnız sağır değil, sağırın sağırı değil miydi?”
Halil Ağa yere eğik başını acıyla salladı:
“Öyle dedikti paşam, doğrusun!..” diyebildi.
Atatürk, İsmet Paşa konusunda daha fazla ısrar etmedi, sözü kendine getirdi.
“Son soruyu sorayım şimdi” dedi. “Bunun da karşılığını ver, öküzünü al git.”
“Koca yaz şuracıkta Atatürk oturmuyor mu? Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya?”
“Hiç bırakır mı Aslan Paşam benim!.. Erip erişir de tarlama dek gelir, halimi dinler.”
“Bırak bunları Halil Ağa, dediğini tekrarla.” Halil Ağa birden diklendi. Her şeyi göze almış insanların yiğitliği içinde doğruldu. Atatürk ün gözlerinin içlerine bakarak konuştu.
“İşte bunu demem Paşam” dedi. “Ağzıma ataş doldur, işte bunu demem!” Atatürk gülmeye başladı:
“Zorlatacak bizi bu Halil Ağa, laf anlamıyor.” dedi. “Mustafa Kemal Paşa Atatürk’ümüzün yüzünü görmek için, Peygamber gücü gerek demiştin, yanılmıyorsam. Görsem de, işinden gücünden, yiyip içmekten başını kaldıracak da bizim öküzün arkasından mı seğirtecek demiştin.” Halil Ağanın gözlerinden yaşlar inmeye başladı. Tam kesilmiş, duruyordu. Atatürk konuşmasını içtenlikle sürdürdü:
“Atatürk de işi içkiye vurmuş, sarhoşun biri demeye getirdin ya fazla üstelemeyeyim” dedi.
“Şimdi bak beni dinle, Halil Ağa… Seni şu kadar üzmemin sebebi, şunu anlatmak içindi: Şu gördüğün altı bay hükümet… Yani, biri Başbakan, ötekiler de Bakan! Memlekete göz kulak olacak, işleri evirip çevirecekler diye bu makama getirilmişler. Bir kanun gerekti mi, bu baylar hemen sıvanırlar, İsviçre’den mi olur, İtalya’dan mı olur, Fransa’dan mı, velhasıl neredense, bir kanun buluştururlar, Türkçeye çevirtirler, sonra basıp imzayı gönderirler Büyük Millet Meclisine… Bu Millet Meclisi dediğim, şu alt baştan senin yanına kadar olan beyler. Kanun bunlara gelir.
Bunlar da hükümet elbette incelemiş, gerekeni düşünmüştür, benim ayrıca zorlanmama gerek yok derler ve kaldırırlar parmaklarını, olur sana bir kanun!.. Ama sonra bir vergi memuru gelir, vergi borcundan Halil Ağanın öküzünü çeker, satar… Halil Ağa da tarlasını bir yanda merkep, bir yanda öküz, ırgalana ırgalana sürmeye çalışır. Ama üretim düşermiş, ekim zorlaşırmış, kimin umurunda… Sonra ben bunları görürüm, içim kan ağlar, işitirim, tasalanırım! E, hakça söyle bakalım şimdi Halil Ağa… Sen benim yerimde olsan, efkâr dağıtmak için, bunları bu beylerle konuşmak için içmez misin? Ama sonra da Halil Ağa tutar, sana sarhoş der…”
Halil Ağanın dili çözülmüştü:
“Öyle diyen yok haşa!.. Dinden çıkmak gibidir…
Buldun mu bunu, hacısı da içer, hocası da içer…”
Atatürk sordu:
“Peki sen de içer misin?”
“Hiç bulunur da içilmez olur mu, Paşam?.. İçeriz ki, tıpkı şerbet gibi!..”
Atatürk hizmet edenlere işaret etti, kadehleri doldurttu. Kendi kadehini Halil Ağaya uzattı:
“Hadi bakalım Halil Ağa” dedi. “Sağlığına içelim.”
Halil Ağa, “Koca Allah, benim ömrümden de sana pay düşürsün Paşam, sağlık düşürsün” dedikten sonra Halil Ağa, edeple başını kenara çevirdi, eline verilen kadehi bir yudumda boşaltıverdi. Yüzü kızarmış, gözleri parlıyordu. Ellerini dizlerinin üzerine koyarak
Atatürk’e döndü:
“Yunanı denize döktün Paşam, bayrağımızı başucumuza diktin. Benim gibi bir köylü parçasını sofrana alıp içirdin, sana duaya bilem dilim dönmez ki… Nideyim ben şimdi? Bırak ki oh paşam, ayağını öpem…”
Halil Ağa Atatürk ün ayağını öpmek için davranınca, Atatürk onu sıkıca tuttu ve bu hareketi yapmasını önledi. Halil Ağa bu kez, Atatürk’ün ellerine sarıldı, ellerini öpmeye başladı: “Bayrağımız gibi sen de başımızdan eksik olma inşallah! Sana her kim düşman ise, onun yeri senin ayağının altı olsun!.. Gayri bana izin, koca Paşam!..”
“Yemek yemedin!..”
“Yemek kolay… Meraklanır çocuklar, ben köyüme döneyim.”
Atatürk Nuri Conker’e işaret etti.
Conker kalkıp Halil Ağanın yanına geldi, kalktı Halil Ağa, önce Atatürk’ü, sonra sofradakileri selamlayıp kapıya doğru edeple geri geri çekildi. Kapı kapandığı zaman Atatürk sofradaki öteki konuklarına döndü:
“Efendimizin halini gördünüz mü beyler?” dedi. “Devlet size böyle davransa, siz ne yaparsınız? Mübarek millet bu, adam millet bu… Şimdi bu adam milletin karşısında adam olmak, bize düşüyor!..”
Sofrada kesin bir sessizlik vardı. Kimse gözlerini Atatürk’ten ayıramıyordu:
“Halil Ağanın öküzünü satıp, üretimini aksatan kanunu ya biz yaptık ya da bizim yaptığımız kanun yanlış yorumlanarak Halil Ağanın öküzünü satıyor. İkisi de bence birbirinden farksız… Böyle bir kanun yaptıksa, memleket çıkarlarına aykırıdır. Nasıl yaparız, nasıl yapmışız bunu? Eğer yaptığımız kanun doğru da, yorumlaması yanlış oluyorsa, o zaman sormak lazım. Hükümet nasıl bir yönetim içindedir? Sonra unutmayın ki, olay İstanbul’da geçiyor. Bunun Van’ı var, Bitlis’i var, kıyı bucak ilçesi var; acaba oralarda neler oluyor? Bu çark iyi dönmüyor beyefendiler!..”

DERLEYEN: Hanri Benazus - Bütün Dünya
KAYNAK: İsmet Bozdağ’ın “Atatürk ün Sofrası”

11 yorum:

Belgin dedi ki...

Ah onun gibisi bir daha gelirmi ki, gelse bile bizim milletimize rastlarmi ki, rastlasa bile kiymetini bilirmiyiz ki?

Ela'dan Mektuplar dedi ki...

Canım Atammm,
O zaman iyi dönmeyen çarkları sen sokmuşsun yoluna. İyiye döndüren senmişsin de, şimdi iyi dönmeyen, hatta hergün daha kötüye dönen çarkları kim yoluna sokacak?
Sen de yoksun ki şimdi...

Biliyorum.
"Emanetimi hiç gözüm arkada kalmadan bıraktığım ATATÜRK GENÇLİĞİ" diyorsun.

Merak etme sen...

Çınar dedi ki...

İşte Atatürk'ün yemek yeyip kadeh kaldırdığı sofralar böyleydi. Ülke sorunları konuşulur tartışılır hatta çözüme ulaştırılırdı bu sofrada ve yeri gelir tek bir çiftçinin sorunundan tüm çifçilerin sorununa da böyle el atılırdı o sofralarda. Kimse"ananı da al git" demiyordu sofrasına buyur edip derdine çare oluyordu. Çiftçi böyle önemliydi işte ve o zaman biz dünyanın kendi kendine yeten 4-5 ülkesinden biriydik. Ahh ah...

Sevgiler canım

haykırış dedi ki...

İlk kez okuduğumda tüylerimin diken diken oluşu ile ağlamamı unutamam. Olamaz demiştim.. Böyle bir insan varmı acaba? diyerek sormuştum o an kendime bu ne büyük bir lütuf ki Türk'lere nasip olmuş böyle bir insan. Ve o ATATÜRK.
Yabancı bir devlet adamının "Türk'ler her şeylerini ATATÜRK'e sonra Allah'a borçlular" lafı aklıma geldi.
Büyük insan Atatürk'ün bu yaptıklarına karşın biz ne yaptık koca bir hiç.
Sevgi ve saygıyla

nalan dedi ki...

müjdat gezen'den seyretmiştim bunu. tam vaktidir hatırlatmanın.
çünkü şimdilerde de o meclis vatandaşının yararına çalışmıyor. en son genetiği değiştirilmiş organizmaları serbest bıraktıracak bir yönetmelik yaptılar.
şahken şahbaz oldular !! şimşeklere gelesiceler...

aysema dedi ki...

İşte ATATÜRK böyle olunuyor. Kendi sofrasında kendi insanlarıyla birlikte kendi ulusunun geleceğini kuruyor. Başkalarının önünde diz çökerek değil, alın bunu kullanın, delikten süpürmeyin, istediğinize eyvallah, denilerek değil...

Atatürk sadece geçmiş değil, geleceği de aydınlatıyor.

sufi dedi ki...

Sevgili Belgin'İM;
Gelir mi bir daha o cihan serveri? Gelse de bulurmu biz gibi kadir-kıymet bilmezleri?
Sevgili Ela'm;
Bir yerde "ananı al da git" diyen, "kaç kelle eksildi" diyen şehitler için ve diğer tarafta "köylü milletin efendisidir" diyen. Ne kadar tezatlar yaşamaktaymışız meğer!
Sevgili Çınar;
"eğer bir ülke diğer bir ülkenin öğüt ve sözleriyle yönetiliyorsa o ülke bitmiştir."Diyen Atam uyan artık doğ yeniden gönüllerimizde de bak şu halimize.

sufi dedi ki...

Sevgili Haykırış;
Neredeyse peygamberimizin enkarnesi demek geliyor içimden.Ve diyorum da... işte sevgilerimle.
Haykırış dost; sana yorum bırakamıyoruz haberin ola.
Sevgili nalan,
Beddua etmeyelim de selamete çıksınlar Allah akıl fikir versin diyelim. Yaptıkları şeylere akıl sır ermiyor aslında.Neredesin ATAM dedirtiyorlar insana.
Sevgili Aysema;
Şimdikilerin Atatürk olmaya hiç niyetleri yok ki.Hatta A harfini bile alfabeden çıkarabilseler gözleri açık gitmeyecek o zaman.
Bir tarafta haklarımızı elimizden almaya çalışan bir güruh, diğer tarafta hakların aranması gerektiğini vurgulayan insan gibi bir İNSAN, aynı terazide bile tartılamazlar bence, sevgilerimle.

haykırış dedi ki...

Sayın Sufi,
Hata giderilmiştir. Bağışlayın lütfen ve sizlerden özür diliyorum. Bir daha yaramazlık yapmayacağım söz.
Saygılarımla

Pusulasız Hayat Kitap Sesleri dedi ki...

O dönemde yaşayanlar çok şanslı.
Atam ile aynı zamanı teneffüs etmek ayrıcalıkmış.
Ne olursa olsun O'nun ışıklı yolunda yürümeliyiz.
ÇOk çok güzeldi.
Sevgilerimle...

Nur dedi ki...

Çok büyük bir hüzünle okudum onun gibi bir insanın bir zamanlar var oldugunu bilmek bile beni mutlu etmeye yetiyor...
Keşke keşke keşke onu görebilmek gibi bir imkanım olsaydı..