Zihinsel trafik sıkışıklığı yaşayan kişiler yaşamın trafik lambasız ve işaretsiz yollarında zaman dilimlerine çarpa çarpa hız sınırı olmaksızın yol alıyor. Otomatiğe bağlanmış görünmez araçları; olmadık yerde kurulmadık bir zamanda ani bir frenle senaryosu fi tarihinde yazılmış bir zaman diliminde duruveriyor. Zihin; bir koku, bir ses ya da bir görüntüyle sizi, sersemlemiş bir haldeyken alıp atıveriyor geçmişin siyah beyaz bir karesine. Platform kuruluyor, dekor, set işçileri, kameraman ve oyuncular hazır, oyuna “başla” deniyor sadece. Siz seyirci koltuğundan, ne alkışlarınızı ne yuhalamalarınızı duyuramadan suspus olmuş seyrediyorsunuz sizin başrol oyuncusu olduğunuz senaryonun bilmem kaçıncı perdesini. O arada;
“-Ne alırdınız?” Diyen bir garsonun sesine uykudan uyanır gibi yorgun (uzun yoldan geldiniz ya!)
“-Efendim, anlamadım ne? Neyi alır mıydım? Diyorsunuz.
Bu arada size eşlik eden, yakınıp duruyor ve bir isim koyamıyor sizin dalıp dalıp gitmelerinize. Bu tür göçmeleri tuvalette, otobüste, birinin derin gözlerinin uçurumunda, bir otelin aynalarında hep yaşıyor da yaşıyorsunuz işte. Zihinsel trafik sıkışıklığınız var ya! Bu bir hastalık mıdır yoksa ruhsal bir özellik mi orasını bilmem. “Ben hiç böyle bir şey yaşamıyorum” diyen varsa da inanmam doğrusu. Zaman gezgini zihnimiz aynı bir konargöçer gibi. Çünkü keşiş gibi üstü örtülü yosun tutmuş kayaların altını bile aralayıp cevher arıyor sanki kendine. Engel tanımaz, sınırsız sonsuz özgür mü özgür kendileri… Kâh burada kâh kapı arkasında, kâh dünde kâh öbür günde gezip duruyor aynı göçmen kuşlar gibi… Torununuza bir kaşık patates püresini yedirirken 30 yıl önceye gidip oğlunuza “aç ağzını güzelim” diyebiliyorsunuz. Bir dostunuzun beden elbisesini ait olduğu toprağa verip de bir avuç da üstüne siz ıslak toprak attığınızda zihniniz yine görünmez aracıyla sizin cenazenize katılıp sizin üstünüze de bir avuç ıslak (kokusu zihninizin en gizli köşelerinde saklı) toprağı size attırabiliyor bu arada. Elinizde kenarı oyalı bir mendil hem kendinize hem dostunuza ağlar buluveriyorsunuz kendinizi o anda. Kolunuza giren bir dostun el temasıyla perdeleri aralayıp yeniden bu cıngıllı hayatın gerçek mi hayal mi olduğu belirsiz yaşantısına buruk ve gözü yaşlı geri dönüyorsunuz.
Tüm zaman gezgini zihinlerin; en mutlu olduğumuz anlarımıza seyahat etmeleri nasip olur bundan böyle inşallah. Sevgilerimle.
Resim:www.thesituationist.com'dan alıntı
Devamı Buradan ...>>
21 Ekim 2009 Çarşamba
ZAMAN GEZGİNİ ZİHİNLE IŞINLANMA (Transportation)
Gönderen
sufi
zaman:
16:09
11
yorum
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar...
20 Ekim 2009 Salı
KULAĞIN İÇİNE SÖZ SÖYLEMEK
Bilgisayara henüz geçilmediği zamanlarda, bankalarda şubeler arası işlemler telefonla –provizyon-alınarak halledilirdi. Ödenmesi istenilen miktar, isim soyadı ve şube kodu üzerinden şifrelenir örneğin: 0-afsun–345 gibi, provizyonu alan şube yetkilisi kara şifre klasörünü alır, şifrenin doğruluğunu teyit eden parafını dekontun üstüne atar ve ödeme yapılsın diye gişe görevlisine verirdi. Müşterinin nüfus cüzdanı v.s dökümü yapıldıktan sonra parası bizzat kendisine ödenirdi.
Provizyon almakla yükümlü şube yetkilisi; banka içindeki birikmiş müşteri topluluğuna işlemin içeriğini duyurmayacak şekilde konuşurdu telefonda. Karda yürür ama izini belirtmezdi. Yanında oturan bile anlamamalıydı kimin ne kadar nakit çektiğini.
“Kulağın içine söz söylemek”, kimsenin sırrını kimseye vermemek bankacılığın neredeyse ilk düsturuydu. Ancak dudak okumayı bilmeniz gerekirdi yetkilinin ne konuştuğunu anlamanız için. Anlasanız da
işin içine sokulan şifreyi çözmeniz asla mümkün olmadığından yine de amacınıza ulaşamazdınız. Bir istisna ile soruşturması yapılan kişilerin mevduat araştırmasını isteyen “Savcılık mektuplarına” ise doğru yanıt vermek zorunluluğu dışında, Bankacılık; SIR saklamayı bilmek demekti yani.”Adı geçen şahsın şubemiz nezdinde herhangi bir mevduatına rastlanılamamıştır, ya da şu… Hesabına rastlanılmıştır” şeklinde Savcılık mektuplarına doğru yanıt vermek şarttı. Yoksa eksik ve yanlış beyandan dolayı mektuba imza atan yetkiliye 6 aydan başlayan cezayı müeyyide uygulanabilirliği söz konusuydu.
Bankada çalıştığım o dönemlerde Savcılıktan; yer altı dünyasından adı bende saklı bir zatın mevduat araştırılması istenmişti. Şubemize yeni atanan kurye görevlisi arkadaşım ilgili mektuba, adı geçen zatın şubemizde birçok hesabı mevcutken, “…. mevduatına rastlanılamamıştır” mektubunu yazmış ve kurye içinde bana imzaya getirmişti. Malum kişinin bir değil birçok hesabının olduğunu bildiğim ve arkadaşın gözünden kaçabilirliğini düşündüğüm ve bundan böyle daha dikkatli davranması gerekliliğini hatırlatmak için arkadaşımı yanıma çağırmıştım. Fihristten hesapları gösterip o numaraların bildirilmesini mektubun bu şekilde yeniden yazılmasını istemiştim güzellikle ve sessizce. Bir adım önümde bankonun ardında kuyrukta bir yığın müşteri sırasını beklerken kurye görevlisinden beklenilmedik bir feryat kopmuştu o an; “Bu işi ben bilmiyorum, bundan böyle bu tür işleri bir bilene verin” diye. Müşterilerin ve çalışanların otomatik başları dönmüş hayretle bana bakarken olay ayyuka çıkmasın diye o an susmuş ve arkadaşa sessizce “seninle sonra konuşuruz “ demiştim. Bu kişi 7 senedir bankamın elemanıydı ve birçok şeyi bu güne kadar öğrenmiş olması gerekirdi. Ancak neredeyse her gün benden izin istiyor “15 dakika geç kalabilir miyim” diyor şube içinde kimseyle de iletişim kurmuyor, geç kaldığı günler şube telefonundan bir yerleri arayıp geldiğini rapor ediyordu. Bu gizemli davranışlarına bu son olay da eklenince Personel müdürlüğünü arayıp kişinin gizli teşkilattan falan mı olduğunu sorup son olayı anlattım ve “rica ediyorum benim şubemden bu kişiyi alın” dedim. Ertesi gün arkadaşın tayini başka bir şubeye çıktı ve bir hışımla çıkıp gitti.
Ancaaak bir ertesi gün şubemiz şehrin emniyet müdürü, valisi ve üst düzey devlet erkânının uğrak yeri olmuştu sanki. Şube müdürü odası ikinci katta ve şubemize gelen benim önümden geçip üst kata çıkıyor, müdürümün malum zatları şube kapısından geçirirken alı-al moru-mor renkten renge geçişi olağanüstü hallerin içinde olduğumuz mesajını veriyordu her bir çalışanımıza. 7 senedir bu bankanın elemanı olan bu kişinin emniyet müdürünün kızı olduğu ve bu şubeden onu kimin sürdüğü soruşturması yapılıyormuş o sıralar meğerse. Sevgili müdürüm de daha önce” genel müdürlükte arkadaşların var bu kızı yolla bu şubeden, bu işi yaparsan sen yaparsın, beni muhatap etme” gibi sözlerle beni uyardığı için ve “biraz da suçu kendinde bulduğundan”, benim adımı vermemek konusunda bayağı diretiyormuş o sıralar doğrusu. Onun için öyle alı-al moru-mormuş. Şube müdürüm adımı sır gibi saklasa da, tam bir hafta sonra 23 senesini doldurmuş müdürlüğü ve emekliliği kazanmış olan kıdemli servis şefi benim tayinim başka bir şubeye çıkmış, malum kız Emniyet Müdürünün kızı olduğu için tayini geriye çekilmişti. Tayin olduğum şube şehrin en büyük şubesi ve sanki bana verilmiş ödül gibiydi. Tayinimden dolayı müteessir olan şube müdürüm genel müdürlüğe gözdağı vermek için istifa dilekçesini götürmüş, müşterilerimin çoğu mevduatlarını yeni tayin olduğum şubeye kaydırmıştı. Yeni şubede sultanlar gibi karşılanmıştım, çiçeklerle donatılmıştı dört bir yanım, o şubenin müşterileri bile “kim bu kadın” diye sorular sormuşlardı çalışanlara. Ayrıldığım şubeye yerime 4 kd servis şefi atanmış fakat yine de müdürüm benim geri döndürülmem konusunda diretmişti. 23 senelik onurlu hizmetime karşılık 7 senelik bir memurun gazabına uğramak bana büyük bir haksızlık gibi görünmüştü. Kırılmıştım, emekliliğimi istemiştim, dilekçem önce kabul edilmedi. Bir daha yazdım, bu sefer tayinimin yine eski şubeme çıktığı haberi verildi. Ben Özal’ın “süper emeklilik” adı altında getirdiği uygulamayı bahane edip emekli oldum. Kırgınlığımın üstünü yapıştıramamıştım her nedense. Çünkü bankamda bizlere insan ayrımı, ayrıcalıklı insanların da olabileceği, bazı hata ve isyanlara boyun eğmemiz gerektiği öğretilmemişti. Doğru bildiğimiz her şeyi özgürce söyleyebilmemiz öğretilmişti tekrarlanan seminerlerde. Öğlen yemeklerimizi bile müstahdemi genel müdürü memuru ile aynı masalarda yemek yemeğe alışmıştık. İçimdeki bir yerleri tamir edememiştim, benim babam sıradan bir demiryolcuydu ve ben onunla gurur duyuyordum, daha önce bilseydim o kızcağızın babasının makamını yine aynı tarz davranırdım diye düşündüm ve… Arkamı döndüm bir elimde kalın bir kitap haline getirilmiş deneyimlerim, öbür elimde şemsiyem, döpiyeslerimi ve yüksek topuklu ayakkabılarımı çıkarıp ayaklarımdan, özgürlüklerin yağmurlu günlerine işte böylece adım attım.
Bütün bunları yazmak nereden mi geldi aklıma? Bu sabah denize yakın oturduğum bir kafe de insanların bağıra bağıra konuşmaları, çaycıya emirler yağdırmaları, telefonla yüksek sesle herkesin duyacağı şekilde konuşmalarının çevreyi rahatsız etmesinden esinlendim zannımca. Çok sevdiğim ve emeklisi olduğum bankamın “kulağın içine sessizce söz söylemek” sözü beni ta buralara getirdi işte.
Kalın sağlıcakla,
Bankama şükranlarımla,
Sizlere de sevgilerimle.
Resim:www.caring.com'dan alıntı
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
15:27
14
yorum
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar...
19 Ekim 2009 Pazartesi
ÇOCUK BU:
Adamın biri akşam camiye giderken.5 yaşındaki oğlu tutturmuş “ben de senle geleceğim” diye.”Oğlum sen evde otur Annenle ben namazımızı kılıp gelelim.” “ Hayır, da hayır” “fesüphanallah “demiş Adam, almış oğlanı da götürmüş camiye.
Önce sessiz sessiz izlemeye başlamış oğlancık namaz kılanları. Sonra dudaklarından hayal gücünü ortaya koyan şu cümleler dökülmüş:
“-YATın kölelerim……. Kal-KıN kölelerim
—YAtın kölelerim…. KALkın kölelerim.
Cemaat 2.nci secdelerinden gülmekten kalkamamış.
Devamı Buradan ...>>
17 Ekim 2009 Cumartesi
PÜF NOKTASI
“Güne başlamanın, geceyi karşılamanın, yemek yapmanın, plan-proje çizmenin, yazı yazmanın, genç kalmanın, sağlıklı olabilmenin, sevgiliyi elde tutabilmenin bile bir püf noktası vardır” diye söylenir durur da, nedir bu PÜF noktası? Nereden çıkmıştır bilenimiz yok denecek kadar azdır.
Zamanın birinde topraktan testi ve çanak-çömlek imal edilen kasabalardan birinde, uzun yıllar bu meslekte çalışan bir çırak, kalfa olup artık kendi başına bir dükkân açmayı arzu eder dururmuş. Ne yazık ki her defasında ustası ona:
“- Sen daha bu işin püf noktasını bilmiyorsunnn, biraz daha emek vermen gerek.”dermiş.
Ustanın bu sonu gelmez nasihatlerinden sıkılan kalfa, artık dayanamayıp gidip bir dükkân açmış. Açmış açmasına da yeni dükkânında güzel güzel yaptığı testiler, küpler, vazolar, sürahiler onca titizliğe ve emeğe rağmen orasından burasından yarılmaya, yer yer çatlamaya başlamış. Kalfa bir türlü bu çatlamaların önüne geçememiş. Nihayet ustasına gidip durumunu anlatmış. Usta;
“- Sana demedim mi evladım; sen bu işin püf noktasını henüz öğrenmemiştin. Aldın başını gittin, olacağı buydu!” deyip, tezgâha bir miktar çamur koymuş ve,
“- Haydi,” demiş, “geç bakalım tezgâhın başına da bir testi çıkar. Ben de sana püf noktasını göstereyim.”
Eski çırak ayağıyla merdaneyi döndürüp çamura şekil vermeye başladığında usta önünde dönen çanağa arada sırada "PÜF!" diye üfleyerek zamanla testiyi çatlatacak olan bazı küçük hava kabarcıklarını patlatıp gideriyormuş. Böylece çırak da bu sanatın püf denilen noktasını öğrenmiş olmuş.
Dilimize pelesenk olan “PÜF NOKTASI” sözü de bizlere bu olaydan sonra miras kalmış.
Sevgilerimle.
Resim:.imageshack'den alıntı.
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
18:03
14
yorum
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar..., HİKAYELER, SAJA BAKIŞI
16 Ekim 2009 Cuma
KESTANE KEBAP YEMESİ SEVAP
Doğanın bize sunduğu besinlere dikkat edersek eğer; her mevsim meyvesi o mevsimin olası hastalıklarının şifası olarak manavların tezgâhlarına dizilir bir bir. Manav bi-haber, alıcı bi-haber olsa da bu durumdan o her şeyden haberdar CANımız var ya işte o bizleri dürtükler ta içimizden.”-Canım çekti dedirtir!” dilimize… Kış zamanı: İki kilo portakal, yazın sıcağında karpuz, şeftali, kayısı üzüm vb seçtiriverir manavda elimize. Durduk yerde insanın canı muşmula çeker mi?
Çekiyorsa da vardır bir nedeni! Şimdi kestane zamanı galiba, kokusu buram buram tütüyor burnumuza. Potasyum, fosfor, magnezyum, kalsiyum, demir ve sodyum mineralleri ile C, B1 ve B2 vitaminleri içeren kestane: Ateş düşürücü, kasları güçlendirici, sinirleri yatıştırıp, kan dolaşımını düzenleyip, bedeni ve zihni yorgunluğu giderici, mideyi güçlendirici, kansızlığa bire-bir şifa olan kat kat kabukların içine saklanmış bu besin sanki gizlenmiş bir mücevher gibi.
Mevsim geçişlerinden dolayı ateşli hastalıkların prim yaptığı, domuz gribi söylentilerinin ayyuka çıktığı, sıcaktan soğuğa geçişte kaslarımızın ve sinirlerimizin dengelerinin bozulduğu, kansızlıktan dolayı üşümelerimizin arttığı şu döneme ne de yakışıyor KESTANE değil mi? Soba ya da kuzinelerle özdeşleştirdiğimiz, sinema ya da stadyum girişlerinde dumanları tüten tezgâhlardan kesekâğıtlarının içine doldurtup aldığımız cana şifa olan şey. Yeme de yanında yat istersen….Sevabı da cabası!
Sevgilerimle.
Fotoğraf:kirlangiçlacivert.blogspot.com'dan alıntı.
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
10:50
18
yorum
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar...
15 Ekim 2009 Perşembe
UĞUR BÖCEĞİ ve KARGA
Annesine heyecanla koşuyordu Aze, kırmızı üstüne siyah benekli kanatlı canlıyı incitmemek için özenle avucunun içinde tutarak….
”-Anneee!” Diye bağırdı. Sesimi ne kadar çabuk annemin kulağına ulaştırırsam “elimde tuttuğumun adının ne olduğunu çabucak öğrenir hem de ona zarar vermiş olmam” diye düşünüyordu.
“-Efendimm!” dedi annesi.
“-Annecim nedir bu canlının adı?” Kadın kızının elindekini gördüğünde çok şaşırmadı. Kendi kuşağına ait belki de ondan öncekilerin de yaşadıkları zaman diliminde “umudu, mutluluğu, sevgiyi” simgesel olarak “kanatlanıp uçmasına” atfettikleri ufak bir böcekti sadece O.
UĞUR BÖCEĞİ’ydi.
Bahar yağmurları sonrası, yaz aylarının ve onu bulan ve gören kişinin dileklerinin olacağının müjdeleyicisi gibi algılanırdı varlığı. Yani elinde tutup onu uçuran kişiye uğur getireceğine inanılırdı her nedense!
“-Uğur böceği, kızım bunun adı, sana uğur getirecek “dedi. Aze çok mutlu oldu. Annesi tekerlemesi olduğunu onu söyleyerek uğur böceğini uçurması gerektiğini de sözlerine ekledi. Anne-kız;
“Uç uç böceği…
Annen sana terlik pabuç alacak.”der demez böcek kanatlarını gövdesinden titreterek kaldırıp havalanıp uçtu ve gittii.
Geçenlerde okuduğum bir gazetenin gülmece köşesinde Sokrat’a arkadaşı; “tatile gittim ama hiç dinlenemedim” diyor,Sokrat’ın yanıtı da; “Kafanı da yanında götürdüysen, dinlenemezsin.”yazıyordu. Hayatımızı kendi algılarımız doğrultusunda kendimiz yaratıyoruz diye düşündüm. Uğur böceğine “uğur, güzel şans” simgesini yükleyen aklın; ŞANS ve UĞUR’a kapı araladığını biliyordum.Karga’ya da aynı şansı tanısam belki onu da her gördüğümde “Mutluluğun ve sevginin” müjdesini alacağıma inanacak ve MUTLULUK çağrıldığı yere kuzu kuzu gelecekti, ama NERDeee! Aklım ve zihnim karganın varlığına UĞURSUZDUR imgesini yüklemişti bir kere.
Resim:www.İStockphoto.com dan alıntı.
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
09:00
17
yorum
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar..., SUFİ
14 Ekim 2009 Çarşamba
RUHLAR BUTİĞİ
Gri-maviydi o gün ruhların rengi… Ani bir emirle yerlerinden doğrulmuşlar ve baş dönmesine benzer bir silkinişle silkelenmişlerdi. O an kendilerinden kopan parçalarla yine kendilerinden bir karışım oluşuvermişti sanki oracıkta. Eflatun-morun kutsal titreşimleri mekânsız ve benliksiz seslenişlerin izdüşümünde o ilahi sesin komutuyla geçmişi ve geleceği olmayan Anın içine iteleyivermişti hepsini. Gri-maviye dönüşmüş bu ruhlar bölünüp, parçalandılar, büyüklü, küçüklü, dişili, erkekli formlara girdiler. Birbirinden ayrı, fakat birbirinin aynı denizin dalgaları gibiydiler şimdi. İlahi ses;
“-Doğru ruhlar butiğine gidiyorsunuz, üzerlerinize etten elbise giyinmek için”
“Her elbiseden genelde 1 adet var. Ara sıra da 2.ve3. Kopyası olanları seçmek isterseniz, hesap özetlerinizin tutması gerekecek birbirini.” Diyordu.
Rüzgârın boşluklara doluşu gibi doldurduk butiğin tüm stantlarını, koridorlarını.
Bir ses yine seslendi sesimizin içindeki sesin derinine.
”-Karmaşaya gerek yok, karmaşaya gerek yok!”diye. Sırayla aldık askılarından elbiselerimizi kimimize dar kimimize bol gelse de, İKİ KİŞİ giydirdi gri-mavi eğnimizi. O ara bizlerden kopan ortak parçalara da kimimizin 2,3. kopyalarını giymek nasip oldu işte. Butiğin duvarlarında;
“Müessesemizce giydiğiniz ürünlerin değişimi söz konusu değildir.”
“Elbisenizi eskimeden kendi isteğinizle iade ettiğinizde hakkınızda gerekli işlemler yapılacaktır.
”Defolu elbiseler hakkında şikâyetleriniz değerlendirilmeyecektir.”
şeklinde çerçevelenmiş matbu yazılar asılıydı. Kimimizin şansına güzeller güzeli elbise, kimimize eksikli kusurlu, kimimize çirkin mi çirkin model elbiseler düşmüştü. Her birimiz etlenmiş, bedenlenmiştik ve bir feryatla indirilmiştik dünya tarlasına, kimimiz şefkat dolu kimimiz istenmediğimiz kucaklara. BİR-ken şimdi çok olmuştuk. Aynalardan önce etten bedenlerimize şaşkın şaşkın bakan gözlerle karşılaşmıştık.
“-Bak Annesi Bana benziyOOr!"
"-Bak babası sana benziyOOr” seslerine cevap vermek isteyip, dilimizi oynatmış ses çıkaramamıştık agularımızın ve ağlamalarımızın dışında. Buğday rengi, esmer, beyaz renkli elbiselerimizin ipliğini üreten: “Dünya şirketi” çok büyük bir firma: Terzisi, kalıpçısı, makinecisi, fasoncusuyla. Toprağa ait elbiselerimizin kendimizin olduğunu, ÇOK olduğumuzu sandık BİZ hep oysa. Bizi yaratan sihirli ve ilahi kudretin bizde ve bize bizden yakın TEK olduğunun bilincine varacağımız güne dek de, gerçeği hiç bilemedik,zaman zaman "Ruhlar butiğine" gönderilmeden önceki ANlarımızı özlesek de...
Resim:www.Abstractdigitalartgallery.com dan alıntı.
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
09:17
7
yorum
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar...
13 Ekim 2009 Salı
SÜRGÜN EDİLEN BOYNUZLUGİLLER

Boynuzlu hayvanlardan biri
Aslanı yaralamış nasılsa,
Birkaç yerinden.
Küplere binmiş haşmetli:
Canı yanmasın diye bir daha
Yemek yerken,
Sürgün ettirmiş hemen
Bütün boynuzlugilleri.
Boğalar, koçlar, keçiler,
Hep yurtdışı edilmişler:
Boynuzlu hayvan ara da bul,
Ne geyik kalmış ne gazel.
Bir tavşan, bu korkulu günlerde,
Kendi gölgesini görmüş yerde:
Bakmış dimdik iki kulak, tıpkı boynuz.
“-Yandık,” demiş tavşan;
Ya savcının biri çıkar,
“Böyle uzun kulak olmaz,
Boynuz bunlar “diye tutturursa?
Hemen gitmiş cırcır böceğine;
“-Komşu” demiş;”Hakkını helal et!
Bana haram gayrı bu memleket:
Kulaklarıma boynuz denmeden
Gitmeliyim buralardan;
Fazla uzun mübarekler!
Hem kısa da olsalar,
Bu zamanda korkulur;
Kuzu kulağı bile boynuz olur.”
“-Ne boynuzu” demiş cırcır böceği;
“Aptal yerine koyma beni.
Seninkisi boş kuruntu:
Allah’ın yarattığı kulak
Hiç boynuz olur mu?”
“-İsterlerse oluuur,”demiş tavşan;
Boynuzun dik âlâsı olur hem de.
Ağzınla kuş tutsan
Laf anlatamazsın o zaman.
Hikaye:La Fontaine'den
Resim:rlv.zcache.com'dan alıntı.
Devamı Buradan ...>>
12 Ekim 2009 Pazartesi
PARANIN MİKROPLARINI TEMİZLEMEK
En küçük oğlum; yıllar önce bayramlarda harçlık olarak topladığı kâğıt paraları ütü ile ütülerdi.”Ne yapıyorsun?” dediğimde de “paranın mikroplarını temizliyorum” derdi. O zamanlarda bile bu söz düşündürmüştü beni. Emeklilik sonrası bir butikte yöneticilik yapıyordum ve kasanın kenarındaki kolonda asılı duran bir çerçeveye, Efe'yi hayran hayran bakarken yakaladım. “Oğlum, nereye bakıyorsun öyle? “ dediğimde, mağazanın açılışında çerçevelenmiş ilk siftah parasını gösterip “işte bu tabloya bakıyorum anne, keşke benim de böyle bir tablom olsaydı diye düşünüyordum!” dedi. O zaman “duygu sömürüsü yapma bana” deyip gülüp geçmiştim tabii de kova burcunun tüm insancıl sıfatlarını bünyesinde barındıran paraya hiç değer vermese de, oluşturmayı iyi beceren Efe'nin para ile hesaplaşmaları hiç bitmemişti.
Bir sabah erkenden kalkmış “Anne bana acil 50 lira lazım” demişti.”Oğlum ay sonu birkaç gün sonra ancak verebilirim hem ne yapacaksın 50 lirayı?" deyince “bir pantolon ve tişort beğendim kendime onları bugün mutlaka almam lazım “demiş, ben de “aybaşını bekle güzelim” demiştim. Efe’de aniden yürekten bir sesle, “Nil bana bu gün 50 lira yolluyorsun, tamam mı?” diye boşluğa yakarmıştı. Ben de o gün Nil arkadaşıma ziyarete gidecektim zaten, ondan haberi de yoktu Efe’nin. Neyse ziyaretimin başlarında namaza durmuştu arkadaşım, ikinci rekâtı daha tamamlamadan selamsız sabahsız seccadeden doğrulup “Efe’me 50 lira vermem lazım, bana çocuğa bu parayı hemen ver” dediler dedi. Benim gözlerim yaşarmıştı, nasıl iletişim kurduklarına, Efenin duasının nasıl yerine ulaştığına, arkadaşımın temiz gönlüne hayran olmuştum.
"Ey GÖNÜL; sen nelere kadirsin!" demiştim o gün.
Shakespeare: “Atinalı Timon” unda PARA için şöyle der:
Bağlar, çözer dinleri; günahkârı kutsar;
Cüzamlıya bile taptırır insanı;
alır hırsızı,Unvan verir, nişan verir, şan verir,
Oturtur senatörle yan yana: budur
Kocamış dulu yeniden gelin eden;
Çekil karşımdan, kahrolası çamur ,
İnsanlığın orta malı orospu, sen,
Ulusları birbirine düşüren."
Eğer cebinizde paranız yoksa huzurunuzda yoktur. Eğer paranız yoksa belki dostunuz da, hatta eviniz, barkınız, bankada hesabınız, ekecek tohumunuz, hastaysanız şifanız ayağınızda sizi ısıtacak ayakkabınız bile yoktur. Paranız yoksa hayalleriniz… Paranız varsa; yaşadığınız gerçekleriniz vardır… Gitmek isteyin yeter ki, sadece bastırırsınız paranızı gezebilirsiniz şehir şehir, ülke ülke. Paranız varsa; “akşama ne pişireceğim?” derdiniz yoktur… Hiç olmadı yersiniz yemeğinizi bir restoranda. Çocuğunuzun isteklerini yapamamanızın sıkıntısı, ev kirası ödeyememenin, elektrik su telefon faturalarınızın toplam tutarının kabarıklığı fırlatmaz yuvalarından göz bebeklerinizi. Para yoksa: Dert var, sıkıntı, huzursuzluk, mutsuzluk, hatta hastalık var bunca olumsuzluğun getirisi. Paranız varsa: ayaklarınız bile ağrısa size gitmek istediğiniz yere taşıyan arabanız var. Derdiniz var ama sorunlarınızı çözecek psikiyatristiniz, yaşam koçunuz var. Böbreklerinizden hastaysanız bile önünüz ardınız koşturup size böbrek nakli yapmak isteyen doktorlarınız var. Size şefkat gösteren dostlarınız, sizi yaşatmaya çalışan yakınlarınız, hatta gözünüzün içine bakıp size,"NE OLUR, DUR GİTME!" diye yalvaran sevgiliniz bile var.
Ey PARA; sen nelere kadirsin!
Kiminin gözünde; Açgözlülük, sefalet ve hırsla kirlenmiş kâğıt simgeler.
Kiminin gözünde; Güç, kuvvet, iktidar bunlar.
Kimi zaman bir hayatı silmeye muktedir,
kimi zaman yeni bir hayata başlamanın sebebi ve sonucu simgeler.
Kiminin kör gözünü görür yapar, kimi yaşlıyı genç…
Kimi mazluma zalim damgası vurdurur, kimi zalimin adını mazluma çevirir.
Kimi namusluyu düşürür kötü yola, kimini çıkarır çamurdan oturtur altın tahtına.
Ey PARA; Sen çok şeye kadirsin de, yine de tapmıyorum işte ben sana!
Efe'min dediği gibi: Önce mikroplarını temizlemek gerek senin.Sonra girmelisin masum insanların cüzdanına.
Sevgilerimle, Tontini.
Resim:www.allsposters.com’dan alıntı.
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
10:05
11
yorum
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar...

