.

"Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur."Kemal ATATÜRK .

30 Haziran 2009 Salı

GELİNLER ve KAYNANALAR


Yüzyıllardır süre gelen Gelin-Kaynana savaşlarından az da olsa nasibini almayan yoktur. Hala bekâr olanlar ve hep böyle kalmak isteyenler hariç tabii:) Ben kendi adıma çok rahat konuşabilirim ki Kaynana kelimesini bile soğuk, yabancı bulurum sonradan kazandığım Annem için. Sanırım bu konuda sayılı şanslı insanlardanım. Çok şükür. Çevremde birebir tanık olduğum ama bana çok uzak bu çekişmeler acaba hangi taraftan kaynaklanır. Hep merak etmişimdir. Tabii ki gelinlere sorsanız kayınvalidelerden, kayınvalidelere sorsanız gelinlerden:)
Karşıma geçmiş anne!!!siyle kavgalarını hararetli hararetli anlatan arkadaşlarım da oldu, gelinini yanımda çekiştiren, canı sıkılan annelerde. Dinledim. Şaşırdım. Anlattıkları şeyler,


hani deriz ya incir çekirdeğini doldurmaz cinstendi. Ama onlar farkında bile değiller işte. Acaba böyle gelmiş böyle gitsin mi diyorlar. Hani geleneği bozmamak için mi? :) Ne bileyim anneler oğullarını mı kıskanıyor acaba gelinlerden, ya da gelinler annelerin o erişilmez tahtlarına asla gelemeyecekleri için mi içerliyorlar? Bunu yaşayarak öğrenmediğim için ne kadar da mutluyum bilemezsiniz.
Her gün gittiğimiz ve artık müdavimi olduğumuz o güzel çay bahçesine, geçen yıl size bahsettiğim kayınvalidenin gelinini arkadaşlarına çekiştirmesi olayı var ya hani, belki okuyanınız vardır. .
İşte geçen gün yine aynı insanlar yine aynı yerde aynı muhabbeti yapıyorlardı. Yuhh dedim. Üzerinden geçen koskoca bir yılda değişen hiç bir şey olmamış meğer. İçten içe üzüldüm. "Karşılıklı anlayışla çözülemeyecek sorun yoktur" deriz ya unuttuğumuz o "anlayış" duygusunu sanırım yine o güzel, fedakâr, düşünceli anneler hatırlatacak bizlere ona karar verdim ben :)...Aşağıdaki hikaye de bu olayın üzerine geldi cuk diye oturdu ama:))
Sevgiler.
ELa...

Aşçılığıyla ün yapmış yaşlı bir kadın, akşam yemeğine gelecek olan oğlu ve gelini için yine mutfağına kapanmış, yemekler hazırlıyordu. Aynı akşam yine yemeğe eski bir dostunu da davet etti, beklenen misafirler gelip sofraya oturduklarında çok şaşırtıcı bir durumla karşılaştılar. Yaşlı kadının o gece yaptıkları yemekler değme oburların bile iştahını kapatacak kadar berbattı. Tatlılar un kokuyor, patatesler yanmış, köfteler ise neredeyse hiç pişmemişti. Oğlu, yeni gelini ve aile dostları, kadıncağıza durumu belli etmemek için ellerinden ne geldiyse yaptılar ve nihayet yemek bitti. Yeni evli çift annelerinin ellerini öperek vedalaştılar ve evden ayrıldılar. Aile dostları ise biraz daha kaldıktan sonra gitmeyi düşünüyordu. Oğlu ve gelini gittikten sonra yaşlı kadına dönerek 'Senin harika bir aşçı olduğunu adım gibi biliyorum, bana söyler misin bu geceki yemekler neden o kadar kötüydü? Bence ya hastasın ya da bir sorunun var.' dedi. Yaşlı kadın gülümseyerek Cevap verdi:

"Hayır hiçbir şeyim yok, kasten yaptım. Bu yemekten sonra oğlum asla ikide
bir annesinin yemeklerini hatırlatıp karısının kalbini kıramayacak."
demiş.

Devamı Buradan ...>>

29 Haziran 2009 Pazartesi

SANTUR ÇALGICISI


Bornova FORUM: İkea ve Kipa’nın yanı sıra açık ve kapalı, yerli ve yabancı pek çok tanınmış markanın yer aldığı 130 mağaza, yedi salonlu sinema, eğlence alanları ve 3000 araç kapasiteli otoparkıyla alışılmışın dışında bir alışveriş Merkezi.Sokak çalgıcıları ise müzikleriyle (ne kadar istenmeseler de)burayı en nostaljik yapan bireyleri.

Geçen hafta biz de Bornova Forumdaydık. Havuzları köprülerden aşıp, ışıl ışıl mağazaları uzaktan yakından izliyorken bir mekanik su sesi geldi kulaklarımıza. Ses bizi çekti yanına getirdi. Çakılıp kaldık müziğin ritminde. Bir mağazanın sol köşesine çekinerek konuşlanmış biri gitar, diğeri isim babasının Evliya Çelebi olduğunu sonradan öğrendiğimiz SANTUR’u çalan gençler; müzikleriyle bizler gibi birçok insanın da ilgi odağı olduğu esnada bir görevlinin uyarısına maruz kaldılar. Uyarıya halkın karşı tepkisi bence görülmeye değerdi. Aniden masallar ülkesindeki gizemli şelaleden gönüllerimize ılık ılık dolan sihirli su kesilmişti sanki. Bir görevli elleri arkasında “-Burada çalamazsınız” diyordu.”YASAK!” Neden, diye sormadı çalgıcılarımız, bizler sorduk, nedenini öğrenmek istercesine. Cevap “Yasak işte!” oldu ne yazık ki. Oysa Forumun birçok yerinde akordeon, gitar çalan başka çalgıcılar da vardı. Büyük İkramiye bizim iki çalgıcıya vurmuştu.Sustuk çaresizliğimizde, masallarımızdan uyandırıldık.

İsimlerinin Ozan ve Sinan olduğunu öğrendiğimiz gençlere sufi saja ailesi olarak buradan teşekkür edip, bu zorlu yaşamlarının onlara başarı ve şans getirmesini diledik. Santur dinlemek için burdan
Devamı Buradan ...>>

28 Haziran 2009 Pazar

GİDENLERİN ARDINDAN


Aslında yoktur giden ve kalan… Öyle diyorlar!

Yoktur da, neden bu içimizdeki hüzün ve içe akan gözyaşları? Nasıl yerleşiyor uğurlayanın yüreğine, gidenlerin ardından dökülen bir tas suyun ürpertisi ? Birliktelik içindeki yaşanan ve paylaşılanları tekrar tekrar hafıza kayıtlarından çıkarıp gönül ekranında seyretmek, kendini gülümserken yakalamak sonra ekşi üzüm yemiş gibi sızlanmak titremek gibi bir şey aslında yaşanılanlarda yaşamak. Kızgın harda yanmış metalin soğuk suyla söndürülüp cızlaması gibi. Gidenin; ardında bıraktıklarında kalan yanını, kalanın; gidenin yanına taktığı ve yolladığı yanını da düşünürsek bu durum içinden çıkılmaz bir bilmece gibi görünüyor insanın gözüne. Göz görmeli, gönül inanmalı, eller dokunmalı diyorsun sonra da. Her köşede, her odada, her sözün içinde gezinen o güzel enerjiler ve kokular, tebessümler kalacak ve yaşayacak hafızalarımızda. O da bir müddet için yeter bizlere.
Açılın Yollar, geçecek Canlarım. Su gibi gidip su gibi gelin güzellerim.
Devamı Buradan ...>>

26 Haziran 2009 Cuma

PATİKA KADINLAR ve OTOBAN ERKEKLER


Bu hafta Salı günü, İzmir Tire arası turistik gezimizin ilk etabı otobanda 130 kilometre hızla sağlı sollu gözümüze hoş gözükmeyen görüntülerle geçti önce... Hedefimiz tarihi şehirdeki görülesi yerleri ziyaret,öğlen Kaplan restoranda yemek yemek ve meşhur Tire pazarından alışveriş etmekti. Şarkılarla yolumuza devam ederken ne zaman otobanı terk edip de Tire yoluna saptık, işte o zaman gelin-kaynana geniş bir nefes alıp çocukluk günlerimizin sevinç dolu köysel yaşamlarına kanatlanıverdik birdenbire. Biz patika kadınlar gerçek hayattaki gibi yaşamın zorluklarına göğüs germek ve dar ve dere tepe tırmandıran engebeli yollarda yürümeyi ve umut çiçekleri, uğur böcekleri, ayaklarımıza batan dikenleri sevme geniyle doğup tüm keşfedilmemiş, daha önce az kullanılmış, ayak basılmamış doğanın koynunu tercih ettiğimizi fark ettik. Erkekler ise otobanı tercih ettiklerini söylediklerinde ne kadar onları anlamakta zorluk çekmiş olsak da patika yolların vazgeçilmez cazibesini onlara anlatmaya çalışsak da bir noktadan sonra sustuk biz patika kadınlar olarak kendimizi sınıflandırıp otoban erkekleri anlamaya çalışıp bir türkü tutturduk.

Sakın çıkma patika yollara
O dağlara kırlara o karlı ovaya
Yenik düşüyor her şey zamana
Biz büyüdük ve kirlendi dünya.
Neden otoban erkek; çünkü daha az riskli ulaşım, daha az fren ve otomatiğe bağlanılmış durum, yoksa diğer yollar öyle mi? Hız sınırını aşamazsın... Laka-laklar, ani yola fırlayan eşek köpek gibi canlılar, tali yollardan son sürat fırlayan araçlar, sanki tabakhaneye… yetiştirecek gibi ısrarla sollamak isteyen vatandaşlar… Falan da filan, haklılar galiba dikkat ve adrenalin sınırlara vururken hele de arabada çocuk varsa onun hayatını garantileme ve koruma içgüdüsü erkekleri OTOBAN erkek yapan.

Patika kadın; Sever doğayı, rüzgârın nefesini, bulutların gökdenizde süzülüşünü, ineğin yavrusunu emzirişini, kuşun kanadını çırpışını, diz boyu papatyalar içerisinde bir seksen uzanışını, ırmağın gürültüsünü, ormanın uğultusunu…

Ya otoban erkek; Doğayı sevse de göz ardı edemez doğadaki riskleri, rüzgârın dalları ve damları uçurabileceğini, bulutlardan bir anda inebilecek sağanak yağmuru, ineğe fazla yaklaşılırsa tepebileceğini, papatya ve gelincikler arasından kene yılan ve çıyanların çıkabileceğini, ırmağın sürükleyip içine çekebileceğini, ormanlarda kurdun çakalın ve ayıların olabileceğini… Düşünür de düşünür… Acil durumda yapacağı şeylerin çetelesini tutar. Yapmasın mı? Patika kadın laylaylom duygu donanımlı, şefkat sevgi abidesi, erkek; Akıl timsali, taşkın sulara set çeken baraj duvarları gibi sanki.

İyi ki varsınız, iyi ki bizler de varız… Yoksa sizsiz biz, bizsiz siz nasıl birlikte BİR olabiliriz? Sevgilerimle.

Devamı Buradan ...>>

24 Haziran 2009 Çarşamba

KÖRLERİN ÖNÜNDE ÇIRANI YAKMA-GÖRMEZLER IŞIĞI GAZA YAZIKTIR


MELULİ Baba; 1892 de Afşin’in Kötüre köyünde doğmuş. — 14 Kasım 1989a kadar Öz-den yazıp çizip söylemiş. Buda’nın dediği gibi “Kırbacın gölgesiyle bile koşabilen o atlardan” olabilenlerden ki,
“Körlerin önünde çıranı yakma, görmezler ışığı gaza yazıktır.”diyebilmiştir. Zerdüşt’ün de söylediği gibi; Konuşmak istediğinde susabilmek, susmak istediğinde ise dilini öze teslim edip konuşabilmekse esas mesele; ne mutlu bunu başarabilenlere, haksızlığa bile uğradığında eylemin HAKtan geldiğinin bilincinde olup AŞKla yol alana AŞK ola...

Size söylenecek birkaç sözüm var
Duyup tutmazsanız size yazıktır
Bu yola gelmesin fesat fitnekar
Lekelenir adımız bize yazıktır.


Gerçekler demine girmemiş isen
Ledünni ilmini çözmemiş isen
Canını canana sunmamış isen
Ona söylemeyin canım söze yazıktır.

Her ağızdan çıkan söze kanarsan
Kerkez gibi her bir leşe konarsan
Ecel gelir murdar kerbe dönersen
Ona kefen sarmayın beze yazıktır.

MELULİ’yim yardan yaylaya bakma
Aşkın peymanını elden bırakma
Körlerin önünde çıranı yakma
Görmezler ışığı gaza yazıktır.

Kör yanlarımıza istediğimiz kadar çıra da yaksak, ışığı göremeyeceklerini bilerek gaza yazık etmememiz temennilerimizle.Sevgilerimizle.

Devamı Buradan ...>>

23 Haziran 2009 Salı

KELİME-SİZ


Bir filozof Buda'ya sordu: "Kelimesiz veya kelimeli", bana gerçeği söyler misin? Buda susmaya devam etti.
Filozof Buda'nın önünde eğildi ve ona teşekkür ederek dedi ki:
"-Sizin dostane nezaketinizle hezeyanlarımdan sıyrıldım ve gerçek yola girdim."
Filozof gittikten sonra Ananda, Buda'ya adamın ne kazandığını sordu.
Buda cevap verdi: "İyi bir at kırbacın gölgesiyle bile koşar."
Devamı Buradan ...>>

19 Haziran 2009 Cuma

KIRILMAYACAK DOSTLAR KOLEKSİYONUM


Son yazımın üzerinden baya bir zaman geçti biliyorum. Ne zaman yazdım ben bile hatırlamıyorum ki şimdi size söyleyim:)
Malum yaz sıcakları bastırdı. Sıcağı hiç mi hiç sevmeyen oğluşum bu durumdan oldukça şikâyetçi olduğundan ve üzerine 7. ve 8. dişlerimizin aynı anda çıkmaya çalışmasından dolayı yorumlarınıza cevap yazacak zamanı bile bulamadım.
Öncelikle "Hiç Kırılmayacak Vazo" yazıma yaptığınız güzel, içten yorumlarınıza çok teşekkür ediyorum. Çoğunuzun bam teline dokunduğumun farkındayım aslında. Bazıları kendinde bir şeyler buldu kimileri de uzun uzun iç çekti belki. Ne diyebilirim ki; hepinize hayatınızı paylaşacağınız, anlayıp, anlaşılacağınız güzel dostluklar diliyorum.
Yazıda bahsi geçen dostum okuduğu yazının önce bir yerlerden alıntı olduğunu sanmış. :) "ne kadarda benim hikâyeme benziyor" dediğini ve ardından kendisine yazılmış bir yazıyı okuduğunu anladığında hıçkıra hıçkıra ağladığını yazmış bana. Öyle güzel ve duygusal bir cevap yollamış ki,

içimde ona beslediğim sevginin tamda karşılığını, onun da beslediğini anlamış oldum ve çok sevindim. Aslında biliyordum ama tekrar duymak hoşuma gitti.:) Buradan kendisini kocaman öpüyorum...
Dostluk deyince bir dostuma daha yazmadan geçemiycem ama. Yazmazsam ayıp olur, günah olur...
Öyle ki kendisi şimdi bulunduğum yerde, durumda olmama çok yardımcı olmuş, dertlerimi, evini, ekmeğini, suyunu benimle her koşulda paylaşmış bir can dosttur. Öyle şeyler yaşadık ki beraber anlatsam enginlere sığmaz taşar.:) Koskoca 15 yıl. Hangi birini anlatayım, hangi birini yazayım.
Hayatımın o unutulmaz Ankara döneminde sürekli yanımdaydı o. O ve sevgili ailesi. Hepsini ayrı ayrı selamlıyorum, seviyorum, özlüyorum.
İş çıkışları beraber müzik dinlemeye, yemek yemeğe, alışverişe, kuaföre, her yere beraber gittik onunla. Yapılması gereken herhangi bir şeyde önce o arandı telefonla. Gidilmemesi gereken yollardan da döndürdüğü oldu beni. Hayat bizi beraber olgunlaştırdı aslında. Çocukluktan ergenliğe, hatta şimdilerde orta yaşlara doğru beraber adım attık ve atacağız canım arkadaşımla.
Özellikle benim için vermem gereken "çok önemli bir karar" vardı ki, herkes karşı çıkarken, ya da bilip bilmeden yargılarken, o bana "yap" dedi "git ve ne yapmak istiyorsan yap"...
Şimdi düşünüyorum belki onun verdiği cesaret olmasa gidip sevdiğim adamı göremezdim bile. İçinde bulunduğum o inanılmaz karmaşıklıktan çıkmama öyle yardımcı oldu ki. Çok iyi anladı beni. Yaşadıklarımı hissetti. O da âşıktı çünkü. :) Ona sorsanız belki şimdi pişmandır "git" dediği için. Çünkü biricik arkadaşı o adamla tanışıp hayatına başka bir yön verdi ve Ankara’dan ayrıldı. Hiç bir şey aynı olmadı o gittikten sonra ama kalpleri hep yan yana durdu, yan yana attı. Dostluk bu değil midir zaten? O mutlu olunca mutlu olmak yani.
Dostum; benim kendime verdiğim en iyi hediyelerden biri oldun sen. Hiç kırılmayacak eşya koleksiyonumun eşsiz parçalarından. Çookk uzun zaman iki ruhta yaşayan bir vücut olduk seninle. Birbirimizin kıymetini kaybetmeden bilenlerden...
Ne mutlu bize. Umarım en yakın zamanda istediğin o özel insanı bulup sende anne olursun. Bunu çok istediğini biliyorum çünkü. Ve ben o zamanda, bu zamana kadar olduğu gibi yanında olucam sana söz. (Engin tecrübelerimden mahrum bırakmayacağım seni:)
Sana buradan çok teşekkür ediyorum. Dostluk yolumuzun üzerindeki çalıyı, çırpıyı, otları, dikenleri hep temizlediğin için. Temizlememe de yardımcı olduğun için ve yardımların için. Her zaman yanımda olduğunu hissettirdiğin için. Şimdi çok yakında kavuşacağımız zamanı bekliyorum. Bu ayın sonu....Seninle yine, farkında olmadan uzayıp giden ve okunan sabah ezanıyla, korkarak, yerimizden sıçrayarak:) kendimize geldiğimiz o uzun sohbetlerimize yenilerini eklemek için bekliyorum.
Ve son olarak dostum sana Mevlana’nın en beğendiğim sözlerini yazmak istiyorum. Ne olursa olsun kimsenin seni üzmesine izin verme. Kendinin değerini, kıymetini bil canım benim. Benimkini bildiğin gibi....Seni seviyorum canım arkadaşım.

Bak, bil ki domuzların önüne inciler serilmez,
Mücevherden sarraflar anlar ancak, başkası bilmez.
Ne fark eder ki kör insan için, elmas da bir cam da,
Sana bakan bir kör ise, sakın kendini camdan sanma...


*ELA*

Devamı Buradan ...>>

18 Haziran 2009 Perşembe

DİKEN ve İĞNE ÜSTÜNE çeşitleme:


Mecnun bir fırsatını buldu, Leyla ile baş başa kaldı. Leyla da ondan bir dilekte bulundu:
“-Ey âşık! Neyin varsa getir!..”
“-A Ay yüzlü!..Senin aşkınla ne suyum kaldı, ne kuyum. Ne ciğerimde azıcık kan, ne geceleri gözümde uyku. Aşkın aklımı yağmaladıktan sonra her şeyim birer birer gitti. Şimdi sahip olduğum tek şey yaralı bir kuşa dönmüş canım. Senden bir emir bekliyorum. Ver dersen hemencecik vereyim.”

Leyla güldü bu sohbete. Sonra sitem etti:
“-A Yiğit!..Ben senden bunu ne vakit istersem alırım, başka neyin var?!..
Bu söz üzerine Mecnun biraz düşündü, bakındı, arandı. Sonra birden hatırlamış gibi partal giysilerinin eprimiş yakasından çıkardığı bir iğneyi Leyla’ya sundu:
“-Vallahi varlık âleminde malik olduğum tek şey işte bu. Bundan başka hiçbir nesneye sahip değilim. Bunu taşımamın sebebi ise yine sensin a gönlümü alan!..Çölde, ovada, dağda, kırda senin hayalini izlerken çok düşüyorum; dikenler ayağıma batıyor. Bu iğne onları ayağımdan çıkarmak için.”
“İŞTE BENde tam da ONU arıyordum… Aşkta gerçek isen, bu iğne sana nasıl layık oluyor, a perişan aşık!..Bencileyin bir güzelin peşindeyken ayağına diken batsa o dikeni çıkarmak doğru olur mu? Eğer o dikeni çıkarırsan seninkine vefa derler mi? GÜL DİKENİ, bir gül elde etmek için her yıl dikenlere sabrediyor da SEN gülfidanından da aşağı mısın ki ayağından bir dikene sabredemiyor, onu iğneyle çıkarıyorsun? Leyla’nın aşkıyla ayağına batan diken, onun başkalarına armağan edeceği yüzlerce gül demetinden daha değerli değil mi yoksa?”
Alıntı:” Katre-i matem”

Bu da Mevlana’nın Şems’e niyazıdır.
Başın kille ıslaksa da, ayağına diken batmışsa da, durma gel Allah aşkına, gel demeden kurtar beni. Ey âşıklar peygamberi, gönül ateşinde yanmışım ben, boğulmuşum gözyaşına. Git sor Allahın seversen: Ne yol gösterir sevgili, Ne çare yazar bana?
Sevgilerimizle.
Devamı Buradan ...>>

17 Haziran 2009 Çarşamba

KAVUŞMA VAKTİ


Dostun gölgesi altındaki can aslına kavuşmaya görsün, bırakır habersizce sırtında taşıdığı tüm yükleri. Kâh varlanıp kâh yoklanıyorken; birden susar dilleri, işte o an çevirir hem hep, hem hiç olana nur cemalini…
Yaban illerde prangalara mahkûm O kölenin, çektiği Vatan hasreti son bulmuş prangalarını kopartmıştır sanki…
Yeni doğan bebelerin anasının süt kokan göğsüne görmez gözleriyle dönüşü, o kokuyu sızlanarak arayışı ve bin yıllık bildik tadı damağında hissetmesi gibi…
Gönül harıyla yanarken bu ateşin nereden geldiğini bilmeden gönlü sevda yurdu olmuş sevgiliye varmak isteyip isteyip de birden karşısında buluvermesi gibi…
Birikmiş harf ve kelimelerin ustanın elinde hizaya geçip harflikten çıkıp mana elbiseleri içinde salınışı gibi.
Renklerin birleşip ebemkuşağına dönüşü..Irmakların okyanusa...Gecelerin gündüze...Yağmur sularının toprağa...Dalganın sahile kavuşması gibi...Bedenin kollarıyla değil de ruh ve canın kollarıyla can içinde CAN olmak gibi...
Ah kavuşma vakti ahh!
Senin bana vardığın, BENin SEN de yok olduğumuz An işte o AN:
Devamı Buradan ...>>