.

"Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur."Kemal ATATÜRK .

19 Temmuz 2009 Pazar

CUMHURİYET'ten


18 Temmuz 2009 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki Dr.Rifat Mutlu'nun çizdiği bu karikatüre bakıp hem güldük hem de uzun-uzun düşündük.Aslında biz kendimize yedirip içirdiğimizi sansak da, her daim O nu beslediğimizin de kanıtı gibi geldi bize, Yunus'un dediği gibi"Bir ben vardır bende, benden içeri" dedirtti.Teşekkürler Rifat Mutlu. Sevgilerimizle.
Devamı Buradan ...>>

17 Temmuz 2009 Cuma

2520


Öyle meraklı idim ki bir zamanlar, her şeyi sorgular ve cevabını bulmadan rahat edemezdim. Şimdi bu huyum geçti mi? Hayır, ama neyi merak edersem edeyim cevabının geleceğini biliyorum artık. Öğrenmenin yolunun da meraktan geçtiğini biliyorum.
Neden Kuran iniş sırasına göre ALAK=ilgi, alaka, kan pıhtısı suresi ile başlıyor da TEVBE suresiyle bitiyor. İlk sure OKU=İkra diye başlayıp ana rahmine düşen ve sayısız bilgiler ihtiva eden genleri muhafaza eden kan pıhtısından bahsediyor?

Neden iniş sırasına göre son sure Tevbe den önceki HADİD=Demir suresi? Ne denmek istenmiş bu surede bizlere?”Andolsun biz elçilerimizi açık-seçik delillerle gönderdik ve onlarla birlikte kitabı ve mizanı(ölçü ve denge)indirdik ki insanlar adaleti ayakta tutsunlar. Ve demiri de indirdik. Onda zorlu bir kuvvet ve insanlara pek çok yarar vardır.” Diyor.Kuvvet, izzet ve onurun korunmasında DEMİRin
nasıl bir rolü olabileceğini araştırtıyor insana. Kalplerin yumuşama vakti olduğu,


yoldan çıkmış kalpleri katılaşmış kimseler gibi olmamamız gerektiği yazıyor ayetlerin arasında. Kuranın nefesiyle canlılık ve berekete döndürülebileceğimiz ima ediliyor. Hani topraktan yaratılmıştık ya toprakta var olan tüm elementlerin ve minerallerin insan vücudunda da olduğu bilim adamlarınca ispatlanmıştı ya bir zamanlar! Şimdi ben nasıl merak etmeyeyim, Kuranın Hadid suresinin ne demek istediğini?

Kana ve kaslara renklerini veren maddelerin üretimi, oksijen transferi, metabolizmayı canlandıran enzimlerin üretimi görevi, enerji tasarrufu demir elementi vücudumuzda olmasa nasıl yapılacaktı? Hamileliklerimizde ve çocuklarımızın gelişiminde, Temel reisin demir ihtiva eden ıspanağı yemesiyle Kabasakalı nasıl yendiğini de düşünürsek(ki bu yerleşik düşüncenin doğru olmadığı birçok besinin ıspanak kadar demir içerdiği ispatlansa da) bu mesajlar bizi nereye götürmek istiyordu? Merak ediyordum doğrusu. Laf aramızda Ispanak yediğimde hala demir yalamış gibi bir burukluk hissederim ağzımın içinde.
252o koymuştum yazımın başlığını, bambaşka konulara kapı açtı kelimeler dur-duraksız, meğerse esas meseleye gelmemizin sırası gelmiş! Yine konumuz merak ya:

Bir zamanlar tüm sayılara artansız bölünebilen bir sayı olmalı diye kurmuştum. Şehirlerarası seyahatlerimde kamyonların yan tarafında gözüme hep çarpan bir sayı vardı:2520 Kime sorsam cevaplardan tatmin olmamıştım. Bir gün Hz Ali ile ilgili bir kitap okuyordum, sahabeden biri “her sayıya artansız bölünebilen bir sayı var mıdır efendim” diye soruyordu. Aldığı cevap “2520” idi. Deneyin bakın 3–5–7–9-bölünemez sanılan her sayıya bölünüyor bu sihirli sayı.
Sevgilerimle.

Fotoğraf:alıntı(media.fotobucket.com)

Devamı Buradan ...>>

16 Temmuz 2009 Perşembe

İYİ BAK UMUT ÇİÇEKLERİME, solmaSINLAR


Adam genç kadına seslendi:
- Bana gözyaşı borcun var!
Genç kadın sordu:
- Nasıl öderim?
Adam gözlerini kırptı;
- Haydi gülümse!
Gülümsedi genç kadın. Adam, cebinden mendilini çıkarıp, borcunu sildi. Ve mendilini özenle katlayıp, yine kalbinin üzerindeki iç cebine koydu.
Bir demet mor sümbül vardı kadının elinde.
İkisi de bahar kokuyordu...
Biri ilkbahar, diğeri güz.
Adam, seslendi yine;
- Bana mutluluk borcun var!
Genç kadın, biraz mahcup, biraz şaşkın sordu:
-Nasıl ödeyebilirim?
Heyecanlandı adam
- Haydi yat dizlerime!
Genç kadın bir kedi uysallığında, yattı dizlerine usulca.


Adam, şefkatle saçlarını taramaya başladı kadının.
Saçları, güneşe ve yağmurlara hasret hiç yaşanmamış baharlara benziyordu. Çaresizliğini ördü sıra sıra.
Sonra saçının her teline, mutluluğun çığlıklarını bağladı adam.
Yetmedi, gizli düğüm attı... Ağladı.
Hava kararmak üzereydi. Dışarıda yağmur yağıyordu delice.
Adam, sürekli borç defterlerini kurcalıyordu.
Genç kadının gözlerinin içine baktı;
- Bana yürek borcun var!
Borcunun farkındaydı sanki genç kadın, şaşırmadı.
— Bu borcumu nasıl ödeyebilirim?
Adam kollarını uzattı
- Haydi tut ellerimi!
Sümbül kokusu sinmiş ellerini uzattı genç kadın.
Elleri öyle sıcaktı ki, eriyiverdi bütün borcu avuçlarının içinde.
Genç kadın gitmek üzereydi.
Adam son kez seslendi;
- Bana can borcun var!
Kadın irkildi;
- Can mı?
Sigarasından derin bir nefes çekti adam;
- Evet... Can borcun var. Sensizlik öldürüyor beni!
Hoşuna gitti sözler kadının
- Peki bu borcumu nasıl tahsil etmeyi düşünüyorsun?
Adam, biraz daha yaklaştı;
- Yum gözlerini!
Hiç tereddüt etmeden yumdu gözlerini.
Adam da yumdu gözlerini, masumca bir öpücük kondurdu
kadının titreyen dudaklarına.
— Bu ne şimdi yaptığın? Diyerek çattı kaslarını kadın...
Adam, pişmanlıkla, memnunluk arasında gidip geldi. Kekeledi;
- Hayat öpücüğüydü!
Kısa bir sessizliğin ardından bu kez kadın öptü adamı şehvetle...
Adam, şaşırdı;
- Ya senin bu yaptığın neydi?
Genç kadın kapıya yöneldi;
- Veda öpücüğü!
Kalan borçlarına karşılık, yürek dolusu çaresizlik
ve bir de mor sümbüllerini masanın üzerine rehin bırakıp gitti genç kadın.
Adam koştu peşinden sümbülleri geri verdi kadına.
— Ne olur iyi bak umut çiçeklerime, solmasınlar...
Genç kadın sümbülleri aldı:
- Merak etme, gün aşırı sularım çiçeklerini!
Adam sevindi:
- Güneşe, suya gerek yok. Gülümse yeter!
Kadın gözden kaybolurken haykırdı adam,
- Umutlarımı kefil yaptım. Unutma, bana aşk borçlusun!
Haykırışı yağmura karıştı.
Kadın ise; yağmuru hissetmeyen kalabalığa...

Alıntıdır.
Fotoğraf:Flickr'dan.

Devamı Buradan ...>>

14 Temmuz 2009 Salı

MEDUSA, ATHENA, POSEİDON


Dünya kuruldu kurulalı GÜZELler hep kıskanılmış. Türlü hile, entrika ve dolaplarla oyunlara getirilmiş. Güzeller güzelliklerinin kendilerinden olmadığını bilememişler “güvenme güzelliğine bir sivilce yeter” sözünü o zaman duymadıklarından, kâinatın hâkimi gibi gezinip sudaki akislerine bakıp bakıp böbürlenmişler. Hani eskiler der ya;” tahrik ve teşvik eden suçu işleyen kadar suçlu diye!”Yalnız güzellik mi kıskanılan, çatlatır insanoğlunu haset ve fesattan TEVAZU dışında her erdem. Bu Hikâye de böyle bir şey işte:
Çağlar öncesi eski Yunanda Olympos Tanrıları büyük bir şehir kurmak istemişler:
Toplamışlar jüriyi “şehre bir kral lazım önce “demişler.

Nasıl etmeli, yarışma düzenlemeli:
“kim verirse bu şehre en güzel insanlığa yararlı hediyeyi, o başa geçirilmeli yüce KRAL işte O seçilmeli." Yüce Jüpiter başparmağını kaldırmış göğe sonra indirmiş toprağa ve başlatmış yarışmayı, türlü hünerler sergilemiş nice kahramanlar. Oylamalar devam ederken Tanrıların başı yüce Zeus’un kardeşi “denizler, depremler, atlar tanrısı” Poseidon atlamış meydana.3 başlı mızrağını yere vurduğunda yarılmış yer, yağız bir beyaz AT çıkmış ortaya.
İşte demiş Yüce Poseidon “Bu gördüğünüz evcil bir attır; insanı istediği yere yorulmadan götürür. Savaşlarda en yakın dostu ve arkadaşı olur insanın, üstünde taşıdığını kahramanlık makamına kavuşturur.”Atın şaha kalkıp kişnemesiyle; Gözler fal taşı gibi açılıp ak büyü ile büyülenmiş yüzler. Bütün jüri ayağa kalkmış heyecanla…
Zeus’un kızı çılgın bakire Athena; kalkan ve baykuşu ile çıkmış alana, alaylı küçük bir gülümseme dudaklarında, saplamış mızrağını hışımla toprağa. Meraklı yüzler topraktan büyüyen filize döndürmüş gözlerini, filiz büyüyüp ağaç olup meyve verene kadar gizleyememişler hayretlerini. Athena’nın gür sesiyle bozulmuş sessizlik. İşte demiş:
” İnsanlığa en yararlı kutsal ağaç BU! ZEYTİN ağacıdır adı. Ondan yiyip şifa bulacaksınız, yağını yakıp aydınlanacaksınız.” Jüriden bir alkıştır kopmuş, oy çoğunluğuyla o an Athena’yı şehrin sahibi seçivermişler. Bu şehrin adını da şu an bildiğimiz ATHİNA koymuşlar.
Bir kadına hatta Zeus’un kızı, öz yeğenine yenilmeyi kabul edemeyen koca Poseidon işte o zaman hırs ve gücüne yenik düşüp, 3 uçlu yabasını fırlatmış denizlere, gömmüş ATLANTİS’i suların en dibine.
Athena’nın Athina’daki tapınaklarının birinde, biri MEDUSA diğerleri Euryale ve Stheno adında 3 kız kardeş yaşarmış. Medusa o kadar güzelmiş ki, Tanrılar bile zaman zaman onun peşinden koşturur, tanrıçalar bile sadece onun güzelliğini kıskanırmış. Tanrıça Athena ( Zeus’un en çok sevdiği kızı) da onun güzelliğinden rahatsız, için için bu güzele diş bilermiş. Medusa ise söylentilerden habersiz, her zaman tapınakta ve duasında ibadetindeymiş sessizce. Dillerden dillere anlatılan bu güzellik Poseidon’un da kulağına gelmiş bir gün. Kendini dünyanın hâkimi sanan Athena’ya yenilgisini hazmedemeyen Poseidon bir gün mabede gelip Medusa’yı görmesiyle yüreğine bir aşk düşmüş, sanki büyülenmiş. Gel zaman git zaman bu güzellikten öyle başı dönmüş ki bir gece vakti zorla MEDUSA’ya sahip çıkmış işte.
Çok geçmeden duyulmuş tüm olanlar, taa Athena’nın kulağına kadar gelmiş dedikodular.

Bu durumu kendisi için aşağılayıcı bulan Athena, Medusa’yı gorgon yaparak cezalandırmış. Onu çok çirkinleştirip, o güzelim saçlarını yılana dönüştürmüş, artık yüzüne bakanlar taş kesilmekteymiş. Öfkesi geçmeyen ölümsüz Athena iş birliği yaparak bu sefer Medusa’nın başını kestirmiş üvey kardeşi Perseus’a. Başı kesildiği anda Medusa’nın Poseidon’dan olma çocukları Pegasus ve Chrysar gövdesinden fırlamış dışarıya. Medusa’dan sıçrayan kandamlaları Libya çöllerine düşüp birer yılana dönüşmüş.
Perseus, Medusa’nın kesik başını alıp gitmiş. Athena ise Medusa’nın derisini yüzüp Aegis’in markası yapmış. İki damla kanını da kral Erichthonius’a armağan edip, bu iki damla kandan birini öldürücü zehir, diğerini ise tüm hastalıklara deva panzehir yapmış.
Bugüne kadar Medusa anlatılmış güzelliği ve bakışıyla taş etmesiyle,
Athena; anlatılmış cesareti bakireliği ve kahramanlığıyla…
Poseidon ise; Tanrıların tanrısı denizler ve depremler tanrılığıyla…
Ben de anlatmak istedim size onları en güncel hırs öfke ve var olan kıskançlıklarıyla.

Hatalarım var ise affola.

Devamı Buradan ...>>

11 Temmuz 2009 Cumartesi

İNCİLİ


Bu gün cumartesi hem gülelim hem düşünelim dedik. Zaman zaman halk kahramanı, zaman zaman divane olarak nitelendirilmiş kişilerden birinin iki hikayesini sizlerle paylaşmak istedik.

Eski kayıtlarda İncili çavuş için “Türk mizah kültürünün önemli simalarından birisi “olduğu yazılmakta, kimliği hakkında ise bilinenler sınırlı. Kanuni Sultan Süleyman’ın yol kardeşi olduğu İNCİLİ adını düzenlenen bir ok yarışmasındaki başarısından dolayı kavuğuna inci takılmasından ya da bıyıklarına inci takarak eğitime çıkmasından aldığı söylenmektedir.
Padişahın yakını olarak çevresinde gördüğü aksaklıkları ince bir ironiyle alaya alan, padişahı bile güldürücü ve iğneleyici sözleriyle zaman zaman hedef alan bu zat; bir gün sarayı terk edip gitmiş. Padişah onu geri getirebilmek için türlü yollar deneyip, sonunda İnciliyi bulmuş. Neticede Padişahtan özür dilemesi gerekmiş doğal olarak.

Padişah:
“- Öyle bir şey söyle ki özrün kabahatinden büyük olsun” seni affedeyim demiş.
İncili çavuş bu, padişah da olsa lafın altında kalacak değil ya.
Tam mabeyinden dışarı çıkılırken padişah önde o arkada, Padişaha sunturlu bir pandik atmışş!
“- Bre zındık sen nasıl?...”
Demeye kalmamış İncili Çavuş:
“- Affedersiniz padişahım sizi Valide Sultan zannettim!” deyivermiş. Özrü kabahatinden büyük olmuş böylece. Sözün altındaki mizahı anlayan Padişah tarafından da affedilmiş…

İncili Çavuş memleketten İstanbul’a geldiği sırada bir müddet boşta kalmış ve getirdiği birkaç kuruşu harcayıp zarurete düşmüş. Son günlerde yanına ancak iki akçelik bir tek sikke kalmış. O günü bununla savmak mecburiyeti hasıl olduğundan bir bakkala gidip bir akçelik peynir almış iki akçelik sikkeyi vermiş, bakkal sikkeyi çekmecesine atarak diğer bir işle meşgul olmaya başlayınca İncili sormuş:
-Üste bir akçeyi vermedin.
-Ne demek? Verdim ya.
-Vermedin, vermiş olsan ister miyim?
-Verdim, sen unutmuşsun.
-Dostum emin ol ki vermedin.
-Artık çok oluyorsun verdim. Bu vesileyle peyniri bedava mı almak istiyorsun.
İncili bakkaldan parayı alamayacağını anladıktan sonra “lahavle” diyerek oradan karşıdaki fırına gidip:
-Şuradan bir akçelik ekmek ver, demiş.
Ekmeği alınca yürümüş. Fırıncı parayı vermediğini görerek arkasından bağırmış:
-Hey arkadaş, hani ya ekmeğin parası?
İncili dönüp öfkeyle:
-Verdim ya kaç kere para vereceğim?
-Canım vermedin.
-Sen unutmuşsun. Ekmeği istediğim vakit parayı verdim.
İncili yoluna devamla oradan savuşmuş epeyce uzaklaştıktan sonra demiş:
-Yarabbi sen bilirsin ki bakkal benden bir akçe fazla aldı. Ekmekçi de parasını alamadı. Artık ahrette sen bakkaldan al ekmekçiye ver. Bende hakkı kalmasın" demiş.

Devamı Buradan ...>>

10 Temmuz 2009 Cuma

ŞÜKRETMENİN GİZEMİ


“Yattım sağıma döndüm soluma cennetteki mekânıma, yatarsam kaldır Allah içimi nur ile doldur Allah, can kafesten çıkarken Kuran’la imanla yolla Allah. Sağımda 7 melek solumda yedi melek bedenim Allah’a emanet.”

Küçücükken Anneannemin öğrettiği bu duayı her gece yatmadan okurum, ilavelerim de olur bazen. Gecenin sıcağına, benim ruh halime, yastığımın pozisyonuna, başımı sağa sola kuzey ve güneye koyuşuma göre “çitten atlayan koyunları” saymasam da en uygun pozisyonu sağlık açısından irdeleyip öyle geçerim derin uykuların dayanılmaz hafifliğine. Gün içindeki davranışlarımın ve sözlerimin muhasebesi ile birlikte yaşadığım her şeye ŞÜKÜR deyişim ertesi gün bana o kelimenin ne denli sihirli bir kelime olduğunu ispatlamıştır.
Şükredeceğim olaylar gelir çünkü başıma. Fatır Suresi 30 ayette dendiği gibi”Allah, şükredene bol bol nimet verir." Deneyin bence peşin peşin şükreden, şükredeceği olaylar yaşıyor daima.
“Limon ağaçlı eski ev satılıktır” yazımı hatırlarsanız, evin satılıp yerine apartman dikileceği için ve yediveren limon ağaçlarının kesileceği için üzülmüştüm biliyorsunuz. Ancak ekonomik sıkıntılar ev sahiplerimden birinin üzülüp kanser olmasına ve bir göğsünü aldırmasına, bir müddet satışı durdurmasına rağmen evimiz günü geldi ve satıldı. Bize de “ağustos eylüle kadar oturun, inşaat başlarken çıkarsınız” dediler. Bizler teslim olmuş bir pozisyonda kuzu kuzu otururken dileklerimi bir bir sıralayıp sanal dilekçemin altına imzamı atıvermiştim bir gün.

Taşınacağım evin aynı sokakta olması, önü ve arkası açık ve ağaçlıklı olması, mutfağı ve evin her yerinde gömme dolaplarının olması konusunda kararlı bir tutum sergilemiştim. Ardından da Sevgili Rabbime şükretmiştim. Gün geldi ne bir emlakçiye başvurdum ne de başımı kaldırıp “acaba boş ev var mı?” diye baktım yoldan gelip geçerken. Aynı caddede yan apartmanda bile ev boşaldı pek umursamadım. Sıfır taşınma telaşında olan ben, ev arayan bir dostumun dürtüklemesiyle şu an taşındığım; 38 numaradan, lütfen kalkıp 32 numaralı evi görmeye gittim. Bahçesinde siyah erik ve turunç ağaçları, balkonuna sarılıp sarmalanmış mor-mürdüm renkli begonvilleri,kedileri, evde yaşayacaklara tüm olanaklar önceden düşünülmüş ve sunulmuş muhteşem enerjisi ile bir EV karşımdaydı. Birçok emlakçiye anahtar verilmiş ancak ev sahibinin amcası birinci katta oturduğundan anahtar onda da vardı. Evi gördük beğendik ve çıktık.15 senedir o sokakta oturan ben hiç karşılaşmadığım amca beyle her gün karşılaşıp selamlaşır olduk her ne hikmetse! Ve sonunda “ev sahibinin telefonunu vereyim size, kendisiyle bir konuşun” dedi beyefendi. Bir emekli maaşıyla kredi çekmeden halledemeyeceğim birçok sorunum çözülmüş oldu. Emlakçiyi hallettiler, nakliye parası ödemedik, depozit daha sonra verirsiniz dendi ve kirada da eski evden çok az bir fiyat farkıyla sözleşmemizi ev sahibimiz ziyaretimize geldiğinde yapmış olduk. Kızını evlendiren kardeşimin ve iflas etmiş fabrikatör bir arkadaşımın ihtiyaçları olan para yardımını bile yapabildim. Onları kapılardan çevirmiş olmadım erenlerin himmeti ile. Bir de yardım edememenin vicdan azabını çekmedim çok ŞÜKÜR.
Yük taşıyan Kelebekler gibiydik. “Kolilerin ağırlığı tüy kadardı” sözünü şimdi söyleyebilirim. Çünkü taşınıp YERLEŞTİK. Dün gece sahilde kalamar eşliğinde rakılarımızı, bu sabah taze kekikli kızarmış ekmek peynir ve özel demlenmiş çayımızla kahvaltımızı evimizde yaptık. En kısa zamanda Sizleri de bekleriz.
“Tanrım, verdiğin tüm nimetlere ve biz istemeden sunduklarına, blog dostlarımızın bizim için ettikleri dualara şükürler olsun.”
Sevgilerimle

Devamı Buradan ...>>

7 Temmuz 2009 Salı

MARTILAR NEDEN HEP DENİZ ÜSTÜNDE UÇAR


Bundan yüzyıllar önce deniz aşırı, çok güzel bir ülke varmış.Tabi her masalda olduğu gibi bu masalda da o ülkenin bir kralı ve tabii ki bir de prensesi varmış. Prenses dünyalar güzeli bir kızmış.Kral ona bakılmasını yasaklamış, her gün dolaşmak için saray muhafızları ile sarayın dışına çıkacağı ilan edildiğinde halk eğilir ve gözlerini kapatır,ya da evlerine kaçışırmış. Onu görmenin bedeli ölümle cezalanmakmış.Günlerden bir gün yine prenses dolaşmak için çıktığında; fakir bir köylü delikanlı her şeyi göze alarak başını kaldırmış ve prensesle göz göze gelmişler... O an fakir delikanlı prensese inanılmaz bir aşkla tutulmuş.Prensesin derin bakışlarının da boş olmadığını düşünmüş ve günlerce uyuyamamış. Fakir delikanlı ölümü bile göze almak pahasına, prensesi bir kere daha görmek için

uğraşmış durmuş. Bu arada güzel prenses de onu tutulmuş onun zarar görmemesi için günlerce kendini saraya kapatmış.Sonunda dayanamayan fakir delikanlı her şeyi göze alarak gizlice sarayın bahçe duvarına tırmanmış ve prenses ile bir kere daha göz göze gelmişler.Fakir delikanlı hemen duvardan atlamış ve prensesle konuşacağı anda
saray muhafızlarına yakalanmış. Kralın karşısına çıkarılan delikanlı ölümle cezalandırılacağını bildiğinden krala prensese duyduğu aşkını anlatmış.

Kral ölüm emrini vereceği anda prensesin yalvarışlarına dayanamayarak delikanlıya başka bir ceza vermeyi kabullenmiş.

Hemen bir gemi hazırlattıran kral, gidilebilecek en uzaktaki adaya bir fener yaptırmış ve fakir delikanlıyı da o adada yalnız yaşamaya mahkûm etmiş...

Aradan bir kaç ay geçmesine rağmen prensesi unutamayan delikanlı prensese olan aşkını kâğıtlara dökmüş ve martılara anlatmaya başlamış...Artık bütün martılar fakir delikanlının prensese olan aşkını anlamış ve yazdığı mektupları prensese götürmeye başlamışlar... Zamanla prensesin de yazmış olduğu mektupları fakir delikanlıya götüren martılar aracılığı ile iki gencin arasındaki aşk iyice büyümüş. Ta ki... Bir sabah sarayın bahçesinde kahvaltı yaparken prensesin odasının penceresine ağzında bir mektupla konan martıyı kralın görmesine dek. Tabii korkulduğu gibi olmamış... Martıların bile aracı olduğu İki gencin arasındaki büyük aşkı anlayamadığı için kendisinden utanmış ve ağlayarak kızına sarılan kral, hemen bir gemi göndertip fakir delikanlıyı getirtip kendisi ile evlendireceğini söylemiş.

Buna duyunca çok mutlu olan prenses hemen delikanlıya bir mektup yazmış ve olanları anlatmış. Bu arada mektubu götürmek için bekleyen martıya da tüm martıların düğünlerine davetli olduğunu söylemiş.Buna çok sevinen martı mektubu bir an önce ıssız adaya götürmek için yola çıkmış. Tam yolu yarılamışken yanından geçen bir kaç martı arkadaşına haber verip hepsinin düğüne davetli olduğunu söylemekiçin gagasını açtığında mektubu düşürmüş. Tüm martılar hep birlikte mektubu aramaya başlamışlar. Fakat bir türlü bulamamışlar...

Bu arada prensesten mektup alamayan âşık delikanlı, yazmış olduğu mektupları göndermek için bir tek martı bile bulamamış... Biraz ilerisinde uçuyorlar fakat yanına gitmiyorlar ve mektubu arıyorlarmış...

Prensesin kendisini artık unuttuğunu, istemediğini, martıların da onun için yanına gelmediğini sanan delikanlı üzüntüsünden sonunda kendisini fenerden kayaların üzerine atarak intihar etmiş. Olanlardan habersiz kralın gemisi adaya vardığında fakir delikanlının soğuk bedeni ile karşılaşmışlar...

İşte o gün bugündür, martılar o mektubu ararlar. Mektubu bulup,o inanılmaz sevgiyi geri getirebileceklerine, her şeyi düzelteceklerine, inanarak hep denizler üzerinde uçuşup dururlar.

Devamı Buradan ...>>

2 Temmuz 2009 Perşembe

BEN BİR SOMON BALIĞIYIM


Ben bir SOMON balığıyım. balık yetiştirilme çiftliğinde yumurtadan çıktığımda arka yüzgecime metal bir klips takılmıştı. Uzun bir yolculuğa hazırdım artık. Irmak denize kavuşana dek bayır aşağı suyun akışına bırakacaktım yüzgeçlerimi. Darwin’i açmaza sokan gerçeklerden biri olan “yolumuzu nasıl bulduğumuz” sorusuna evrimciler, "içgüdü" cevabını vereceklerdi bir gün. Benim bu zorlu yolculuğum "tesadüf" kelimesini gülünç hale getiren bir plan ve tasarım harikası olduğunun ispatı olacaktı. Diğer klipsli somon arkadaşlarla ırmağın kaynağından salıverdim kendimi. Sular bizleri arkadan arkadan ittirirken sevinç çığlıkları atıyorduk sanki. SU: “Hadi bakalım, bu hayat yolculuğunuzda bu gidişin bir de dönüşü olduğunu sakın unutmayın” dediğini duyar gibiydik. “ Hayat sınırsız sonsuz ve mutlu umutlu önümüzde akarken neden geri dönelim ki?”demeden de edemedik. Sular yükseklerden düzlüğe akıp havuzlaştığında, dinlenip şakalaşıyorken nice tehlikelerle karşılaştık.

Kayaların üstünde konuşlanmış AYIlar, sarp kayalıklardan pike inişle üstümüze uçan KARTALlar, oltalarının ucuna yem takıp bizi kandırmak isteyen nice BALIKÇIları atlatıp kilometrelerce yol gitmemiz bizi nedense zayıflatacağına güçlü kılmıştı. Fedakâr ve işbirlikçi davranışlarımız evrimcilerin “ doğal seleksiyon” idealarına da bir darbe indirmekten geri kalmamıştı. Elimizde okyanusa varmamızı sağlayacak ne bir harita ne bir yön tarifi vardı. Birkaç arkadaşımızı acı kaderlerine teslim ettikten sonra sonunda yüce okyanusa kavuştuk. Büyüdük, beslendik 2 yıl, sevdik sevildik, neslimizi çoğaltmak içgüdüsüyle dölledik, döllendik. Yükümüz ağırdı, okyanusa gelirken bizi arkamızdan ittiren suyun sözleri geldi aklımıza.” Bu gidişin bir dönüşü var” demişti. En önemlisi ÖZLEMİŞtik doğduğumuz suları, vatanımızı… Yumurtalarımızı bırakacağımız en emniyetli en huzurlu suları özlemiştik işte. Ben bir balığım biliyorum, dere tepe akan suyun TERSİNE YÜZÜP nasıl kavuşacaksın yumurtadan çıktığın yuvana demeyin sakın bana. Razıyım çocuklarım için her türlü fedakârlığı yapmaya.
Hiç düşündünüz mü?
Somonlar neden hayatları pahasına binlerce kilometrelik zorlu bir yolculuğa kalkışıyorlar? Niçin kendilerine hiçbir çıkar sağlamayan bir göç yapıyorlar? Niye denizlerdeki zengin beslenme kaynaklarını terk ediyorlar? Yumurtalarını neden o anda bulundukları yere ya da neden denize veya akarsuların başına değil de mutlaka denizden binlerce kilometre içerideki nehir kollarına bırakıyorlar?

Biz, doğduktan sonra denize gitmemizi, burada yıllar süren uzun bir yolculuk yapmamızı sonra da doğduğumuz nehir yatağına geri dönmemizi emreden "program" başlı başına büyük bir mucize değil de ne peki? Bu program uyarınca vücudumuzun tatlı sudan tuzlu suya adapte olmasını sağlayan genetik bilgi, dev okyanusta hiç şaşırmadan yolumuzu bulmamızı sağlayan doğal pusula sistemimiz ve doğduğumuz akarsuyun kokusunu bulmamızı sağlayan son derece hassas bu koku algımız bir mucize değil de ne peki? Hayatımız pahasına bu göç yolculuğuna çıkışımızı planlayan; yönümüzü bulma yetimiz, koku alma duyumuz, ilham ve kararlılığımız için şükürler olsun yüce Allah’ıma.

İşte bu müthiş ve zorlu yolculuğun sonunda 70 tane somon balığı arkadaşımla "derilerimiz ve etimiz kırmızıya dönerek" 2 yıl önce dünyaya geldiğim küçük havuza vardım. Çiftlikteki görevliler yüzgeçlerimizdeki klipsleri görünce şaşkına döndüler: Yuvamıza varamayan dostlarımdan bazısı ise kimi sofraların mezesi, Kimi aç hayvanların yemeği oldu gitti. Bizler de yumurtalarımızı sulara emanet edip, ekolojik dengeye katkıda bulunmak için cesetlerimizi doğadaki ağaca, ota, börtü, böceğe sunduk fedakârca sevgiyle.

Devamı Buradan ...>>

1 Temmuz 2009 Çarşamba

KİM DEMİŞ DEVLERİN SOYU YOK OLDU DİYE?


Dünyanın toprağını ölçüp biçip bir parça kopardım; ağaçları bitkileri hayvanları evleri yollarıyla birlikte. Mutluluk vaat ettim, tüm canlılarına. Toprak harita gibi avuçlarımda, ağaçların konuşmaları kulaklarımda, insanların koşturmaları, hissettikleri, deprem gibi sarsıntı, topraklarıyla birlikte evlerinin bir bilinmeze yol alışı gibi. Oysa “en GÜZELİ bağışlamaktı” onlara benim amacım. En huzurlu, ala-veresiz, kavgasız bir yaşam sunmaktı. Savaşların olmadığı, kurtarılmış bölgeyi yaratmaktı ön sebebim. Ben KİM miydim? Kimse, adım sanım yok benim… Bir hayal kurdum sadece işte. Bana insanlar, devler ülkesinden gelen Dev diyorlar. Devasa biri gibi görüyorlar beni. Kendime onların gözünden bakıyorum şimdi ve böyle görüyorum işte kendimi.
Geçtiğimiz Pazar günü 4 yaşındaki torunum karıncaları gözlemliyordu.
Kedinin mamasından parçalar koparıp ordular gibi bir sağa bir sola yük taşırlarken “Eren, seni dev gibi görüyorlar” demiştim. Gözleri önce parlayıp sonra şefkat ve merhamete dönüşmüştü gözündeki parıltılar. Sarı tişörtlü KOCA dev, Betona su dökmüştü “bak bu okyanus onlar için” dedim. Yine uzun uzun düşünüp yerdeki suları ayaklarıyla kurutmaya çalışmıştı. Okyanus ötesi panik içinde bir sağa bir sola giden karıncayı bir kâğıt parçasıyla kurtarmış diğer arkadaşlarının yanına koymuşken, plastik su şişesine giren karıncayı çıkartmak için uzun bir zaman harcamıştık her nasılsa. İşte benim de birçok canlı için bir dev olduğum aklıma o zaman gelmişti. Yaşamlarımız bir masaldı ya! Aslında vardık ama yoktuk ya! Bizden küçük ve çaresiz tüm canlılar için biz masallar ülkesinin devleriydik ya. Sinip gözlerini gözlerimize dikip ne ile karşılaşacaklarının bilinmezinde tir tir titriyorlardı ya. Devasa hayvanlar ve dinozorların mamutların yok olduğu bu âlemde kim demiş devlerin de soyu yok oldu diye? Bizler varız ya!

Devamı Buradan ...>>