
Bugün yerel bir gazetenin boş olan “sözcük yerleştirme kolonlarına” yazıyorum bu yazımı. Güzelyalı/İzmir sahilinde üst geçidin ayaklarındaki Levent cafe’de oturuyorum, denize ve Karşıyaka’ya karşıyım şu anda. Karşı kıyı sisler içindeyken, sırtımı yazdan kalma hazan güneşine dayamışım. İlla da İstanbul ya da Ankara diyenlere; 15 yıldır tartışma dahi görmediğim sevecen ve mutlu İzmir insanını nasıl anlatsam diye düşünüyorum. Sözlerime ilaveten hayvan sevgilerinden dolayı güzel İzmirlilere “hayvan maması” dağıtan hükümetten de,  Evlerin köşelerine, sokak başlarına, dam ve balkonlara kuşlar kediler ve diğer mahlûkat için su ve yiyecek bırakanlardan da “Allah razı olsun” diyorum.
Yıllar önce Babam bana, sivrisinekten ufak bir sirke sineğini bir saat yakından incelediğini söylemişti.” Ancak gözle görünen bu ufacık varlık da zıplıyor, kanat çırpıyor, parmağımı uzattığımda, kendini korumak için korkuyla başka bir köşeye kaçıyor.”Demişti.
"Yaratıcının ilmine hayran oldum, onu ve beni yaratan bir, beni böyle kocaman yaratmasıyla, onu böyle küçücük yaratması arasında bir fark yok. Bizler de acıkıyoruz susuyoruz, korkuyoruz, onlar da. Belki onlar da seviyor, bizler de ama bize onları gördüğümüz yerde öldürme hakkını kim veriyor acaba?” Diye sormuştu. Bu soruyu bana yöneltmesindeki amaç; sorunun cevabını bilmemesinden değil de, belki beni eğitmekti, orası da tartışılır tabi.
Basıp geçtiğimiz yollarda bilmeden ne çok canlı öldürüyoruz da, bilerek ve isteyerek ve hatta öfkeyle ilk canlı öldürüşüm de ilk oğlumun bebeklik günlerine rastlar. Umut daha bir yaşında var yok, sabah uyandığımızda yüzünde ve kollarında gördüğüm şişliklerin beni ne hale getirdiğini varın siz tahmin edin! “Kan emici sivrisinek” diyordum. Uzun bir arayıştan sonra, vızıldamasını duyar duymaz katlanmış gazeteyi hışımla tepesine indirdim. Duvardaki çocuğumun kanına acıyordum o an, duvara pul gibi yapıştırdığım sivrisineğe hiç değil. Babamın anlattıkları çook sonra aklıma geldi. Muhasebesini yaptığımda nefsimin ve öfkemin rihter ölçeğine göre kaç şiddetinde olduğunu ancak o zaman tespit edebildim:7.7
Geçen haftalarda İstanbul’da adı geçen oğlumun evindeyim ve yağmurlar sonrası eve sığınan birkaç sinek torunumun yemeklerine konunca oğlum da sinekleri öldürme girişiminde bulundu. Önce sesimi çıkarmadım, ama ertesi gün torunumun yüzünde kollarında sivrisinekler iz bırakınca oğluma; “öldürdüğün sineklerin intikamını, sivrisinekler oğlundan aldı galiba” dedim. Oğlum boynunu bükerek; “ama Annneee!” dedi. Ben de Babama; “ama babaaa “ demiştim bir zamanlar.
Sonra da Hazreti Eyüb’ün bütün vücuduna musallat olan kurtlar geldi aklıma. Bedeninden düştükçe kurtları yerden alıp etine koyuşu geldi.”Sizin nasibiniz bendeyse yiyin” deyişi… En son da diline ve kalbine musallat olan kurtlar içinse Allah’a yakarışı geldi aklıma;
 “-Allah’ım, her tarafım bitti, geride yalnız seni zikredecek dilim, fikredecek kalbim kaldı. Kalbimle seni sever ve dilimle zikrederdim. Kurtlar bunlara da hücum etti. Senin sevgin ve zikrinden ayrı kalamam, ne olur bunlardan kurtar beni.” demişti de Allah’tan ona,
 “-O dil ve kalp de benimdir. Sana gelen belalar, diline ve kalbine musallat olan kurtlar da benimdir, durum bu olunca şikâyetin nedendir?” diye nida gelmişti. Bütün bunları düşününce öfkem de, nefsim de sustu işte.Şimdi merak ediyorum, "bilerek ya da bilmeyerek  hiç canlı öldürmedim "diyebilen var mı aramızda?
Sevgilerimle.
Resim:www.ballerhause.com'dan alıntı.
Devamı Buradan ...>>
30 Eylül 2009 Çarşamba
İLK CANLI ÖLDÜRÜŞÜM
Gönderen
sufi
zaman:
14:58
22
yorum
 
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar...
29 Eylül 2009 Salı
CENAZE ARABASI ŞOFÖRÜ

Her gün belediye, ölü evi, cami ve mezarlıklar arası cenaze taşıyan Saffet, maaşını hak etmek için görevini eksiksiz yapmaya çalışmakta, hatta insanlara verdiği teselli için herhangi bir manevi tazminat istememekteydi. Onda öyle bir kaynak vardı ki; boşalttıkça doluyor her gün dilinden, avutucu sözlerden demetler dökülüp duruyordu. Sandukayı arabaya yüklüyor, sandukaları arabadan indiriyor, kimi zaman aracı altında kayıp gidiyor, kimi mevta arabasını ağırlaştırdıkça ağırlaştırıyordu sanki. Her gün taşıdıkları kendiydi sevdikleri kızı kızanıydı. Her gün yeniden dirilip yeniden ölüyordu ama onu kimse anlamıyordu, ya da o öyle sanıyordu.
“Kimdir giden bu kalıbı terk eden,
Toprağın nasibi nedense bol bu gün, 
Yüce Azrail işin hiç bilmez bence, 
Almamalı olmamışların canını bu gün” diyordu ama ne fayda? 
Akşam evine ulaşmadan rakı şişesini cebine oturtuyor, onun varlığıyla varlığına can katıyordu sanki..Bu böyle yıllarla sürüp gitti.”Sarhoş Saffet'e” çıktı adı. “İçince ne dediği anlaşılmaz” dendi “sapıtır işte.” Torununun kına gecesinde yine kaçırmıştı ince ayarı, mutfak masasında demleniyorken bir kadın elini omzuna atıp oturdu yanına. Onunla içkili olduğuna bakmadan hal hatır sorup, işinden ne kadar memnun olduğuna kadar onu konuşturdu da konuşturdu o gün. Sanki yaşadıklarına tercüman olmuş, cenaze arabası şoförü kendi olmuş, “kolay iş değil yaptığın senin Saffet” demişti. Sıra, içki ve sigarayı neden çok içtiğine geldi. Görünen görünmeyen varlıklardan söz açıldı, meleklerden konuşuldu.Sonra da konu yine içkiye dayandı ve “Sana bırak demiyorum ama ayarını bil de iç, ailen de senin ardından ağıt yakmasın.”dedi kadın.
“Ah be bacım şu gördüğün mezarlıklar benden sorulur,
Hangi ada hangi parselde kim yatar ben bilirim.
Her gün kara toprağa kendimi gömdüm bilmeden
Her gün eksilir her gün yeniden doğarım ben.” Bana içme diyorsun ama şu mereti içmesem o akşam evime, çocuklarıma kavuşamam ben. Ben içiyorum yeniden doğmak için” der. Kadın “hadi” der “sağlığına,” kadeh tokuştururlar. Kadın o akşam bir mektup yazar Saffet’e. ve karısına ;“Saffet işe giderken giydiği ceketinin cebine koy bunu” der. Kadın neler yazmıştır bilinmez ama birkaç gün sonra Saffet mektubu cebinde bulduğunda defalarca okur da okur ve sonunda nasıl olduysa içkiyi bırakır. O kadınla karşılaştıkları bir gün fısıltıyla; “aramızda kalsın ama bana melekten bir mektup geldi ve beni ikna etti, içkiyi bırakmam konusunda, ben de içkiyi bıraktım” der. Mektubu yazan kadının adı Dilek’tir ama saf ve temiz adam dileği melek okumuştur.
Kalın sağlıcakla.
Resim:timegoesby-e-blogspot.com'dan alıntı.
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
10:55
12
yorum
 
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar...
28 Eylül 2009 Pazartesi
YARATICININ MAVİ BOYASI MI BİTTİ?
“Evren Tabloma” mavi ve lacivertten fon yapacağım. Kırmızı, mor, sarı, beyaz, turuncu ise; tüm çiçeklere dağılsın. Yeşil de; ağaçlara çimenlere dağlara dağıla… SİYAH ise tek parça örtü olup örtsün hem beyazı ve diğer renklerimi, gözkapaklarının örttüğü gözlerin ardındaki karanlıklar gibi.
Beyazla maviyi karıştırdım boyadım boydan boya tuvalimi. Birbirine soktum denizle gökyüzünün maviliklerini. Arada bir fırçamda kalan beyazlarla bulut, arada bir denizin dalgalarına beyaz, oldu köpük. Ufka şöyle bir kavisli çizik attım, gemilerin en son direkleri gözüksün de; insanlar anlasınlar dünyanın yuvarlak olduğunu, “gemilerin gövdesinin önceden kayboluşundan” diye. 
Çark-ı felek, mavi mine, mavi kardelen, unutma beni, zambak gibi nadir çiçeklere de mavi boya ayırdım bir yerlerde daha sonra kullanmak üzere. Üzerlerine yaldız attım; Güneş Ay ve yıldızları boyadıktan sonra. Ateşin rengini de çizdim alev alev az kırmızı sarı ve turuncuyla.Daha sonra arta kalan kırmızılarımı sakladım, insan alıp da bu rengi dünyayı kızıla boyamasın diye. Sonra yaratılacak tüm canlılara değişik renkler gerekti, karıştırdım beyazı, az kırmızıyı, sarıyı değişik tonlarda çizdim insanoğlunu. Hayvanların çoğuna tüy çizdim ince fırçalarımla, toprağın rengine buladım onları da. Yeşili oluşturmak için bazen sarı ve maviden de karışım yaptım bazı gözlere de fırçaların ucunda kalan artıkları kullandım. Her şeyin fonuna ben maviyi çizdim, Onun için de tuvalimde kalmadı mavi rengim.
İnsanoğlu hışşşt uyan: Kırmızı rengimi benden neden izinsiz aldın? İşte bundan dolayı oluştu maviye olan özlemin ve tutkun!
Güzelyalı sahil boyunda yürürken bir gün gönlümdeki "ölüm ve öldürmelere" isyan duygularıyla sordum yaratıcıya; "mavi rengin mi kalmadı insanların eline kan ve ölümü verdin?" diye. Gelen cevap yukarıdaki yazıydı işte.Sevgilerimle.
Resim:www.artbywicks.com'dan alıntı.
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
14:04
8
yorum
 
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar...
26 Eylül 2009 Cumartesi
HAYAT KAHVEYE BENZER
 Bir grup kariyer yolunda ilerleyen yeni mezun, eski üniversitelerindeki profesörlerini ziyaret için bir araya gelirler. Sohbet; sonunda işin ve hayatın stresinden şikâyetleşmeye döner.
Bir grup kariyer yolunda ilerleyen yeni mezun, eski üniversitelerindeki profesörlerini ziyaret için bir araya gelirler. Sohbet; sonunda işin ve hayatın stresinden şikâyetleşmeye döner.
Misafirlerine kahve ikram etmek isteyen profesör mutfağa gider ve yanında büyük bir termos içinde kahve ve porselen, plastik, cam, kristal olmak üzere değişik tarzda ve ucuz görünenden, pahalı ve hatta çok özel olanlarına kadar değişik kahve bardakları ile gelir. Herkes bir bardak seçince, profesör şöyle söyler:
“Fark ettiyseniz, tüm pahalı görünen bardaklar alındı ve geriye ucuz görünümlü, sade bardaklar kaldı.”
Kendiniz için en iyi olanı istemeniz normal olsa da, bu sizin stresinizin ve problemlerinizin kaynağı aslında. Emin olun ki, bardağın kendisi kahvenin kalitesine hiç bir şey katmaz.
Çoğu zaman, sadece daha pahalıdır ve hatta bazı durumlarda da içtiğimizi saklar. !
Hepinizin aslında istediği kahveydi, bardak değil, ama bilinçli olarak en iyi bardaklara yöneldiniz ve sonra birbirinizin bardağına bakmaya başladınız.
Hayat kahveye benzer, iş, para ve toplumdaki konumunuz da bardaklar. Onlar hayati tutmak için sadece araçlardır ve seçtiğimiz bardak yasadığımız hayatin kalitesini belirlemediği gibi değiştirmez de. Bazen sadece bardağa odaklanarak Yaratanın sunduğu kahvenin tadını çıkarmayı unuturuz.
Kahvenizin tadına varın!En mutlu insanlar her şeyin en iyisine sahip değildirler. Sadece her şeyin en iyi şekilde tadını çıkartırlar.
Alıntı:Bütün dünya'dan.
Devamı Buradan ...>>
24 Eylül 2009 Perşembe
MANA BORSASI
Burası manâ borsası. 
Söz alıp satıyoruz biz… 
Değerleri yükselen kâğıtlar değil alıp verdiğimiz, sözlerdir takas ettiğimiz. Duygularımıza çeşit çeşit renkteki harfleri giydirip birbirimize hayatla ilgili ücretsiz yeni stiller sunuyoruz.
Birbirimizin nabzını tutuyoruz görünmeyen ellerimizle.
Yaralarımıza sihirli merhemler sürüyoruz. Görünmeyen kadehlerden görünmeyen iksirler içiriyoruz birbirimize.   
Aşırı dalgalanmaları önlemek için konularımıza marj konulmasına da gerek yok bu piyasada. Taban ya da tavan yapmak da değil amacımız. Karşılıksız arz ve talep var burada, almak ve satmak isteyen birbirinin elektronik ekranında yani jargonunda görüntülüyor kendi gerçeklerini ve başlıyor karşılıklı yükselişler aramızda. Manâda uyuşan görüşler kalbin elektro çizelgesi gibi paralel yükselişlere geçiyor. Kanatlanıp uçuyoruz çoğu kez hep birlikte. 
Sanki elektrofotoğrafi uyguluyoruz somut olmayan cismimize ve yaşam gücümüz olan auralarımıza ulaşıyoruz böylece. Zaman zaman da uyarıyoruz yekdiğerimizi çeşitli mavi-mor sinyallerle. Beden gözüyle görmeden seviyoruz birbirimizi. Kederlerimizle kederlensek de, çok şükür gönül gözlerimizle dokunuyoruz kalplerimize. Dualarımız ulaşıyor birbirimize, ne mutlu bize.
Gidenlere de... kalanlara da... sevgilerimizle.
Resim:www.forumti.com’dan alıntı.
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
14:14
10
yorum
 
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar...
23 Eylül 2009 Çarşamba
UFUK ÇİZGİ’SİNİN SON DUASI;

UFUK ÇİZGİSİ dedi ki...06 Eylül 2009 Tarihli yazımıza yorumu;
Şu sıralar ben de öfkemi kontrol edemiyorum, bir yorgunluk bezginlik, müthiş bir tahammülsüzlük var. Büyük bir hayal kırıklığı yüzünden. Bu nedenle konuşmamayı seçiyorum çevremdeki insanlarla, biliyorum yanlış anlaşılacağım. Kızgınlık sadece insanın kendisine zarar vermiyor. Babanız olgun biriymiş, fakat annenizin elini burnuna atar atmaz gülmeye başlaması bile çok güzel bence, ortamı yumuşatan, hemen geride bırakan bir şey. Keşke kavgayı hep başlatan taraf olmayıp daha sakin anlayışlı olabilse ama sonraki davranışı bile büyük bir artı bence. Sonradan sürekli surat asan, barışma elini, gülücüğünü görmezden gelen kinciler gördüm ben.
Bazılarına ayna olunduğunda, gördüğünden hoşnut olmayıp sizi suçluyor biliyor musunuz, gerçekleri görmek acı geliyor ve en kolayı bunu kabul etmekken direnip size isyan ediyor. Ama gerçekler çoğu zaman acıdır ve bende hep 10. köyde yaşarım.
UFUK ÇİZGİSİ dedi ki...15 eylül 2009 Tarihli yazımıza yorumu;
Her zaman olduğu gibi çarpıcı ve güzel bir yazı. İnsan olamayanlara güzel bir örnek. Baştakiler yağmacı, alttakiler tabi yağmacı mantığı olamaz, insana yakışmayan neyi kimde görsek gerekeni elimizden geldiği kadar yapmalıyız.
Asla politik düşüncelerle yaklaşmamalıyız bazen. Doğru yanlış diye bir kavram var neticede. Çok yazık bir şey ki oldukça koyun misali yaşıyoruz şu ülkede, birçok şeye gücümüz yetmiyor ve bazı şeyler hiç değişmiyor. Neler dönüyor nelerr.
Ekonomik sıkıntı, dejenerasyon, maneviyattan bir kopukluk, ve menfaatin gerektiğine göre, yani işimize geldiği gibi hareket etmek var..can benim can çıksın senin can misali oldu bazı şeyler.ne yazık. Balığa bende giderdim eskiden, artık o kadarcık bir hobiyi bile yapamaz oldum. Çocuklarımla balık tutarken bazen çok fazla bolluk olurdu, fakat ben bize yetecek kadar olan kutu dolduktan sonra tutmayı bırakırdım, bu kadar yeter derdim, çocuklarım daha tutalım derdi, ama ben bu kadar yeter, ihtiyacımızdan fazlası yazık olur, yarın gelir gene tutarız derdim. Havyar zamanı asla balık tutmaya gitmezdim çocuklara tutturmazdım. Neyse.
Kadir geceniz mübarek olsun..
Allah herkesi doğru ve insaflı kullardan eylesin.
Veeee;
15 o9.2009 Tarihinde de kendi blogunda yazdığı UFUK ÇİZGİSİ dostumuzun SON DUASI;
İnsan suretiyle geldiğimiz şu hayatı "insan" olarak yaşayıp tamamlamayı
nasip et yarabbi. Zaaflardan ve her şeyin esirliğinden uzak eyle, ruhumuzu
kirletmeden temiz bir benlik ve kişilikle yaşamayı ve sana ulaşmayı nasip
eyle. Ey merhametin en büyüğüne sahip Allah’ım, dünyada ve ahirette
merhametini günahkârda olsak bizlerden esirgeme. Bizleri dünyada iyi
kullarınla karşılaştır yanlışlara hidayet nasip et. Bana ve kullarına yolunda
olmayı ve şu geçici hayatta sağlıklı, mutlu, huzurlu bir hayat yaşamayı
nasip eyle.
İşin, eşin, evladın, ömrün, ölümün hayırlısını ver Allahım.
AMİN..
Ve 19 Eylül 2009 Tarihinde güzel gönüllü dostumuzun “ölümün hayırlısını ver Allah’ım” sözleri ve gönülden söylenmiş dileği kabul gördü sanıyorum. Bu yolculuğunda seni sevgilerimizle ve gözyaşlarımızla uğurluyoruz.
15 Eylül 2009 Salı 13:47 senin bizlere son seslenişin oldu dostum.
Fotoğraf; "Ufuk çizgisi" arkadaşımızın 25 Ağustos 2009 günü mezar ziyareti.
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
22:10
30
yorum
 
Etiketler: SAJA BAKIŞI
22 Eylül 2009 Salı
SURETTEN GEÇMEK

Suretimizin maskelerini çıkardığımız gün ruhumuza büründürdüğümüz örtülerden de sıyrılmamız nasip olur inşallah. Suretten geçtik mi; sıratı da geçmiş olacağız belki de! Et ve kemik olan yanımız; kaşa, göze, dize, dişe, mala, mülke, markaya takılan yanımız aslında. Öyle büyüttük öyle okşayıp egomuzun suretini deve döndürdük ki onu emrimize alacağımıza, onun emrinde birer köleler olduk.
Şimdi operasyon zamanı!
Cehennem üzerindeki kıldan ince kılıçtan keskin köprüden düşmeden, alevler yalarken her bir yanımızı, başarıyla geçip 3000 yıllık yolu kat edeceğiz ve cennete ulaşacağız, “istediğimiz buysa tabi!” Yunus gibi;”İsteyene ver sen onu, Bana Seni gerek seni” diyenlerdensek, o zaman biraz daha zordur bitirmek bu yolculuğu. Suretiz yani nüshayız ya, beş duyumuzla algıladığımız nüshalarla oyalanıp gidiyoruz işte. Bu güzel bu çirkin, bu uzun bu kısa, bu temiz bu kirli vb. sıralayıp tasnifleyip belleğimizin tozlu kütüphanesine kaldırıyoruz tüm verileri. Sormuyoruz hiç, biz suretsek; 
Suret=surat=sırat=KOPYA 
ASLImız nerde ve NE-dir diye!
Resim:hongkiat.s3 amazonaws.com'dan alıntı.
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
11:08
7
yorum
 
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar...
21 Eylül 2009 Pazartesi
BAYRAM

27.09.2008 tarihinde yazdığım "bayram yârin cemalini görmektir" yazımı tekrar sizlerle paylaşmak istedim.
Bayram: Ramazan bitti diye sevinmek, her an her yerde ağzında bir şeyleri geveleme özgürlüğü ya da boğazlanan kuzu-koçların inek ve hatta develerin -ne kadar büyük olurlarsa sırattan geçme kolaylaşacak ya-karşılarına geçip onları nasıl işkembeye indireceğini düşlemek değil. Bütün bir yıl içinde iş hayatından bunalıp birkaç kez 3–5er günlük kafadan tatil yapma sevincine dönüşmüş bir kutlama bile değil bana göre.
Bayram: YAR'in cemalini hiç beklemediğin bir anda karşında görmektir…
Kapının çalınışından onun geldiğini iç sesinle hissetmek…
Sevgilinin dokunuşu, şefkati, korumasıdır bayram…
Pişirdiğin yemeği sevdiklerine yedirirken yüzlerindeki mutluluğu seyredebilmek…
Nefes boruna bir şeyler kaçıp 1–2 saniye nefessiz kaldıktan sonra uzun bir soluk alabilmek
İlk anne olacağını hissetmek…
Doğum sonrası o acılar ve sancılardan sonra taptaze tenin göğsüne yatırılması…
İlk kalp atışını dinlemek ilk gülüş, ilk tutuş, bardakla su içirirken.
 kulağa gelen o çıt sesinden ilk dişinin çıktığını fark etmek bayram.
İlk adım atışı, yarım yamalak söylediği ilk kelimesini kulaklarında duyuşun bayram…
 Bir dostunun mutlu bir anını paylaşabilmek, gecenin bir vakti burnuna bahçendeki melisanın kokusunu çekebilmek, çocuğunun üniversiteyi bitirdiği haberini almak, evlendirmek, eşleriyle mutlu olduklarını öğrenmek, torunlarınla ilk göz göze gelip gülümsediklerini fark etmek,
Gökten süzüle süzüle düşen bir kuşun tüyünün sevinci bayram .
Bayram: güneşli bir havada aniden çiselemeye başlayan yağmurla coşmak
Akşam güneş öbür yarı küreye kaymaya başladığında önüne gelen bir kadeh rakı…
Gece yarısı bitirdiğin tablonun günışığında gözüne daha bir hoş görünmesi…
Sabah uyandığında yerlerde diz boyu kar görmen bayram…
Bayram: fırtına sonrası çocuklarının da içinde olduğu teknenin limana yanaştığını görmek.
Bayram: En sıkıntılı olduğun bir anda unuttuğun bir alacağının banka hesabına yattığını öğrenmen… Kırılan elinin sargıları açıldığında parmaklarını yeniden oynatabildiği görmen bayram… Hasta olduğunu duyduğun can arkadaşının ölümcül hastalığını yendiğini duyman…
Platonik bir aşkla birini seven dostunun sevdiğine kavuştuğunu duyman, aynadan sana bakan senin, beğeniyle sana baktığını görmen bayram. Tuttuğun takımın maçı kazanması, attığın topun çemberden geçmesi, yazdığın yazının onlarca yorum alması… Bir yıla yakın zamanda blogtaki reklamlardan kazanılan 54 dolar gibi rakam işte bizim, benim bayramlarım. Eh ne demişler “Deliye her gün ve her şey bayram” der, hepinizin şeker bayramını sufi saja ekibi olarak candan kutlarız. Sevgilerimizle.
Resim alıntı:avantgardedesing.blogspot.com'dan
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
09:55
4
yorum
 
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar...
18 Eylül 2009 Cuma
KÜN ve HÜN
 Tam 2200 yıl önce Orta Asya’nın Maveraünnehir denilen bir bölgesinde Amu-Derya ile  Siri-Derya yani Ceyhun ve Seyhun nehirleri arasında iki TÜRK kardeş yaşarmış. Biz Türklerin soyu taa o günlerdeki bu iki kişiye dayanırmış masal bu ya!
Tam 2200 yıl önce Orta Asya’nın Maveraünnehir denilen bir bölgesinde Amu-Derya ile  Siri-Derya yani Ceyhun ve Seyhun nehirleri arasında iki TÜRK kardeş yaşarmış. Biz Türklerin soyu taa o günlerdeki bu iki kişiye dayanırmış masal bu ya!
Masallar uydurulur genelde bilinen bölgelerde yaşanılmış gibi olsa da! Bu kardeşler hep el ele imişler ama el ele iken bile biri işaret parmağıyla gökyüzünü gösterir, öbürü yeryüzüne çekiştirirmiş diğer kardeşini. Biri doğuya biri batıya koşmak istermiş, biri gülmek biri ağlamak, biri beyaz dermiş biri kara, biri ruh dermiş önemli, diğeri madde diye ısrar eder, bu örnekler böylece uzar gidermiş. 
Biri her şeye muhalefet eder yapma denilene, “yapcaamm” diye cevap verir ve pabuç bırakmazmış dedi-kodulara” sanki kendisi padişahmış. Diğeri ise kendinden emin sanki dünyanın mana tahtı üstünde hüküm sürermiş sessiz ve sakince... Birinin sol eli ile diğerinin sağ eli doğuştan birbirine bağlı, ayrılmaları mümkün değilmiş o zamanlar. O yılların doktorları olan kam ya da atasagunlar bile bitişik elli bu kardeşleri ayırmayı becerememişler bir türlü. Birinin her şeye “OLSuun !” Demesine karşılık, öbürünün “ÖL süünnn “ dediği bu iki kardeşin isimleri de KÜN ve HÜN müş. İsimlerinin Türkçe karşılığı OL ve ÖL, İngilizce karşılığı ise DO ve DİE mış yani.
Neyse, gel zaman git zaman iki nehir arasındaki bu zıtlıklarla dolu yaşantılarında üreyip çoğalmak istemişler insanlıklarının genetik özellikleri gereği. Biri esmer güzeli bir dilber seçerken kendine diğeri lepiska saçlı sarışınla evlenmiş. Kızların isimlerini ben koyamadım isterseniz siz uygun birer isim bulun oncağızlara. Bizler de benim bildiğim bu bitişik kardeşten türeyip gelmişiz, “iki kapılı bu handa” atalarımız KÜN ve HÜN’ün naturası gereği yaşayıp gitmekteyiz işte.Yani Kün’sek bağlıyız Hün’e ellerimizle eğer Hün’sek her şeyden sorumluyuz Kün’le birlikte. Ama yine de bu günlerde Hün’lüğümüz beslenip iyice büyüdü de, Küngillerin sayıları mı azaldı ne? Göremiyoruz her nedense!
Sevgilerimle.
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
12:46
6
yorum
 
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar...
 
 

