Zaman; insanları kendi kuyusunda büyütürken, bir sürü sınava tabi tutarmış. Yaptığımız her eylem, aldığımız her nefes aslında bir imtihan olarak getirilirmiş önümüze. Yağmur kokan toprağa hayıflanmak yerine ciğerimize çekip şükretmek, ülkemin sınırlarının en uç noktasındayken susuzluğumuza acımak yerine, köydeki Ayşe’nin gözlerine dalabilmek ve gülümseyebilmek…
Ayşe o kadar güzel bakıyor ki, Tevrat ya da Samet... İnsana Van Gölü’nün ortasında bütünüyle vücudunun suya daldığını hissettiriyor. Bu kente ilk geldiğimde ellerimde 7 bavul ailemle dışarıda yağmurun altında ıslanarak kalmış olmak dahi, hevesimi kırmama sebep olmadı. En azından içimden bir ses asla bu kentte yaşayamayacağımı, söylemedi. O da içtenlikle onayladı ücra bir köy bile olsa birçok günahsız canda bulabileceğimi İzmir’de sahip olduklarımı.
Yaşadığımız her saniyenin kendimizce bir anlamı olmasa da aslında bir başkasını ne kadar çok etkileyeceğini düşünmeden nefes alıyoruz.
Şimdilerde farklı bir hevesin eşiğini mekân tuttum. Burada yaşayan birçok öğrencim o kadar yetenekli ve zeki ki… “Neden, biz batı kıyısında yaşayan insanlardan, farklı yaşasınlar?” diyerek hayıflanır oldum. Aşağı Tulgalı Köyü’nün zehir gibi beyinlerine sahip bu temiz yürekli bedenler neden ahırlarını temizlemek için ya da su taşımak için el arabalarıyla, okullarını bırakmak zorunda kalsınlar? Hayalperest bir köy öğretmeniyim çoğu kişiye göre. Ben de henüz düşüncelerimin birer ütopya olup olmadığından şüpheliyim. Ama inanın dünyada şuan sahip olduğumuz her gelişme gerçekleşmesi zor olduğu düşünülen hayaller sayesinde tasarlanmadı mı?
Elleri kınalı Keje’nin memleketine, avuçlarının minik kardeşininkileri sardığını gördüğüm anda bu eşsiz kente “hoş geldiğimi” anladım. Kendi boyu kadar olan çantasını takıp sabahın 7’sinde öğretmenini soran bu çocuklar için burada nefes alacağımı bilmek gerçekten mutluluk verici. Umarım sizlerle bu kirli yüzlü, yeşil gözlü, elleri nasırlı çocukların hikâyelerini paylaşırken okuyacaklarınız sizde de merak uyandırır...
Sevgilerle.AHU
Resim:haccecan.blogspot.com'dan alıntı.
Devamı Buradan ...>>
11 Ekim 2009 Pazar
BİR HAYALİN PEŞİNDEN KOŞMAK
Gönderen
sufi
zaman:
13:27
10
yorum
Etiketler: AHU'dan mektuplar
10 Ekim 2009 Cumartesi
İLK KARŞILAMA
Hayatımın dönüm kararını bir salı gecesi ağzımdan çıkan bir kelimeyle vereceğimi nereden bilecektim? İnsanın Tanrı’sından dilediği şeyleri dimağından süzüp istemesi gerektiğini daha iyi öğreniyorum bu aralar. Pişman mıyım yaşadıklarım adına? Hayır! Yaşamamız gereken şeyleri yaşıyoruz hepimiz. Görmemiz gerekenleri görüyor, yememiz gerekenleri yiyoruz...
İzmir’de hayatımın 25 senesini geçirdikten sonra yiyecek ekmeğimin Türkiye'min diğer ucu olan Van’da olduğunu bilmeden, ısrarla "Van'a gideceğim!" diyerek etrafımdakileri hayıflandırmaktı sadece niyetim. Tayinimin İran sınırında bir köy okuluna çıktığını duyduğumda şaşkınlıkla, karışık “İzmir kumrusu” misali, sevinçle kaygıyı bir anda yaşadım. Tuhaf. İnsan bir yere hem kendini ait, hem de yabancı hissedebiliyormuş.
Ailemin ve sevdiğimin korkunç bir şekilde çöktüklerini görmek gerçekten üzücüydü
fakat içimdeki inatçı çocuk o köye gitmemi haykırıyordu. Veeee her zamanki gibi o inatçının sözünü dinleyecektim. Bavullarımı elbirlik "10 kişi", panik halinde:) toparladık(özellikle anneannem, annemlere veee Ayşe teyzeme çoook teşekkürler yardımları için). Herkesle vedalaşıldı. Artık yola çıkma vakti gelmişti. Saat sabahın 5'i; canım dedeciğimle anneanneciğim olmak üzere bütün aile eşrafı kahvaltıdan sonra arabalara bindi. Tekerleklerin arkasından boşaltılan bir bardak su ve İzmir’imi son kez göreceğimi düşündüren tuhaf bir duyguyla gelişen etrafa hayran hayran bakma isteği...
Her şehrin bir dili vardır kendince. İnsanların yüzlerine bakarsanız okursunuz yabancı kelimelerini gözlerinden. Bunun heyecanıyla Ferit Melen Havalimanı'na yaklaşırken Van Gölü'nün eşsiz güzelliğiyle karşılaştık. Yanımda ailemin olması bana hem güven veriyordu, hem de tuhaf bir ayrılık korkusu. Uçağın kanadı göle değdi değecek derken iniş yaptık. Ayaklarım toprağına değdi ve ben "Merhaba!" dedim içimden... Suskun, sisli ve serindi O da. VAN’ın Beni ilk karşılayışı böyle oldu işte.
AHU
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
13:50
10
yorum
Etiketler: AHU'dan mektuplar
8 Ekim 2009 Perşembe
İÇİMİZDEKİ MEVSİMLER... Mustafa BALBAY
Cumhuriyet Gazetesi yazarlarından Mustafa BALBAY 216 gündür tutuklu olduğundan gazetedeki sütununda yazamıyordu biliyorsunuz. Suçunun ne olduğunu “O ve onun gibiler gibi biz de” bilmediğimizden gazetenin o köşesini her gün boş görmek bizim de içimizi acıtıyordu. Aslında onun siyasi kimliğiyle değil, İNSAN olma sıfatıyla ilgileniyorduk biz. Neydi suçu? Hükümeti düşürmeye teşebbüs mü, vatanı kendi çıkarları doğrultusunda alıp-satmak mı, adam öldürme, gasp, silahlı soygun, tecavüz mü? Bilmiyorduk… Hipokrat yemini etmiş bir doktorun hastasının hastalığıyla ilgilenmesi ve onu tedavi etmekle yükümlü oluşu gibi BİZ de Müslüman yemini etmiş gibi, suçu ispatlanmadıkça onu tutuklu görmek istemiyorduk o kadar. 7 Ekim 2009 Tarihli Cumhuriyet gazetesinde M. BALBAY’ın sütununu dün sabah dolu görünce, hakkındaki haksız isnatlardan temize çıktığını düşünüp insan olarak sevindik (ama yanılmışız)ve İÇİMİZDEKİ MEVSİMLER yazısını sizlerle paylaşmak istedik.
İşte bir tutuklunun cezaevinde yaşadığı mevsimler:
"İNSAN mevsimleri, mevsim değişikliklerini en çok hava sıcaklığıyla yaşar, hisseder. Ben ağaç dallarında yaşarım mevsimlerin geçişini… Baharda tomurcukların kıpırdanışı… Yazda yapraklarla meyvelerin üretim dansına duruşu…
Sonbaharın sarısı… Kışın çıplaklığı… Silivri’de mevsim değişikliklerinin havalardan sonraki habercisi kantin-manav listesi… Haftalık satılacak ürün listesini yapanlar 2 ya da 3 mevsim meyvesi seçiyorlar. Martta portakal vardı. Son haftasında dişleri kamaştıran, sert yeşil erik baharı müjdeledi. Bir kiloluk hazır plastik kapların içinde satılan eriklerin arasında bir yaprak kalmış. Günler sonra ilk kez bir yaprak görünce şaşırmıştım. Ayırıp ayrı bir köşeye koydum.
Mayısta çilekle yaz başladı. Çabuk bozuluyordu ama olsun. Ara ara muz da satılıyordu ama mevsimi anlatmıyordu. Haziran bizi karpuzla karşıladı. Haftalarca beşer kiloluk karpuzlar beyaz plastik masaların yaz rengiydi. Sanırım yaşamımda en çok karpuz yediğim yaz, bu yazdır. Kirazı da unutmamalıyım. Birkaç hafta kirazla doldu soframız. Temmuzda taze beyaz üzümler yaz mevsiminin meyve bahçelerinin tümüne ulaştığını gösteriyordu. Çünkü hemen ardından 2 haftalığına da olsa şeftali geldi kantine…
***
Ağustos en zengin ayımızdı desem yeridir.
Üzüm, incir, kavun…
Hangisini istersen onunla avun…
Koğuşa tüm meyveleriyle yaz geldi. İncir gelmez sanıyordum. Sürpriz oldu. Tam mevsiminde 2 hafta siyah incirlerin tadına vardık. Sebzeleri anlatmıştım. Marul ve maydanozun soframıza kattığı yeşillik bir yana, onları suyla buluştururken musluğun altında yeşeren orman, doğa hasretine dermandı.
***
Bir de içimizdeki mevsimler var.
Ayları, günleri dinlemeyen…
İnsan vücudu tüm fizik, kimya deneylerini altüst edecek kadar kuralsız değişkenlik gösterebilen ya da tüm karışımlara direnebilen varlıkların başında gelse gerek. Bazen bir mevsim meyvesi insanın içinde kocaman bir ağaç olabiliyor. Özgür günlerde sık kullandığım sözlerden biri şuydu:
—Kendimi arıyorum, meşgul çalıyor!
Arayamadığım dostların sitemlerini şakayla karışık bu sözlerle göğüslemeye çalışıyordum. Şimdi bol bol kendimi arıyorum. Tabii kolayca ulaşıyorum ama bu kez bambaşka bir yoğunluk. Üstelik bütün mevsimler bir arada. Sabahları genellikle kış, insan kendine bile soğuk davranabiliyor. Elinin ucundaki bir fotoğraf, duvardan usul usul inmeye başlayan güneş, bıçak gibi kesiyor kışı; şubattan ağustosa… Gazeteler dışarısının her şeyini önüne katıp koğuşa getiren bir rüzgâr. Gelir gelmez kaplıyor ortalığı…Akşamsa birkaç mevsim birden yarışır insanın bedeninde…Kalbinde ılık bir rüzgar, beyninde fırtınalar…İnsan kendi içinde derin bir yolculuğa çıkınca, magma tabakası ne ki!..
Fotoğraf:www.cumhuriyet.com’dan alıntı.
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
09:00
8
yorum
Etiketler: SAJA BAKIŞI
7 Ekim 2009 Çarşamba
ELA’dan BLOG DOSTLARINA MEKTUP:
17 yaşında, bizimkiler boşanmaya karar verdiğinde çalışmaya başladım ben. Biraz mecburi oldu ama böylece er ya da geç bir yerlerden başlanılacak olan o "hayata atılma" devresi kendiliğinden gerçekleşmiş oldu. Okulda öğrendiklerimin büyük bir kısmının hiç bir işe yaramadığını, hatta zaman zaman çalışmak için öğrendiklerimin çoğunu unutmam gerektiğini ilerleyen senelerde öğrendim. Hayat, okul kadar kolay olsaydı keşke...
İlk işim bir giyim mağazasında tezgâhtarlıktı. Aman Allah’ım tam bir facia. Bütün gün özenle dizdiğin rafları sadece bir kişinin, evet tek bir kişinin altına üstüne getirmesi ve onları tekrar dağıtılmak üzere toplamak zorunda olmak benim açımdan tatsız hatta acı bir tecrübe oldu:)
Bütün gün ayakta durmaktan zonk zonk zonklayan ayaklarım içinde tabii. Sanırım 10 gün dayanabildim. Allah bu işi yapmak zorunda olanlara sabırlar ihsan eylesin diyerek, eş dost vasıtasıyla bir şirkette bulduğum sekreterlik işine başladımmm. Önceden sekreterlik deyince aklıma ilk gelen Hülya Avşar'dı.:)) Neden mi? Çünkü onun bir filmi vardı ve patronu çok iyi bir adamdı. Seyredenler hatırlar belki adam elinden gelen her türlü yardımı yaptı işe ihtiyacı olan güzel mi güzel sekreterine. Hem de hiç asılmadan. Hıh hayatın tamda bu yerinde ben filmlerin baya bi atmasyon olduğunu da yaşayarak öğrendim:) Ne yalan ama... Gıcık mı gıcık, iki asker emeklisi patronum vardı. Kendileri gerçeğin dışında, hala ordudaydılar. Bende askerlik yapan ilk kız çocuğu olarak şafak saymaktaydım:)) Neyse, kendi kendimi aşarak inanılmaz bir sabır örneği gösterdim ve 5–6 ay kadar dayandım kendilerine. İşten ayrıldığım gün çektiğim ohhhhhh'u siz düşünün. Kuş gibiydim. :)
Yine bir yerlerden başladım. Kursa gidip bilgisayar kullanmayı öğrendim. Göstermiş olduğum üstün başarımın sonucu olarak ;) aynı dershanenin muhasebe bölümünden iş teklifi alınca düşünmeden zıpladım. Klavyemi geliştirdim, hatta bir iki derse girip hocalık bile yaptım :) Uzatmayım daha bir sürü iş. Çalıştım da çalıştım. Çoğu insandan çok çok az, çoğundan da çok fazla. İçlerinde en çok şarkıları sevdim. Hala da seviyorum şarkı söylemeyi:) Şu aralar en çok ninni söylüyorum:)
Ne olursa olsun şimdi çok daha iyi anlıyorum ki, severek yapmadığım işlerden bile çok fazla şey öğrenmişim ben. En azından neleri isteyip, neleri istemediğimi anlatmışlar bana. Sabrımı pekiştirmişler, insanlara nasıl davranmam gerektiğini göstermişler. Hepsi amaca ilerlerken önümden gelip geçen araçlarmış. Yüklendikleri görevleri yapmış meğerse gıcık patronlar, haldur huldur raf kurcalayan kadınlar:) Sağ olsunlar...
Şimdilerdeyse, dünyanın en zor ama enn güzel işini yapmaktayım. Oğlum ve ben birbirimize çalışıyoruz 18 aydır. Yeri geliyor öğretmenlik yapıyoruz, bazen patronluk, bazen ressam oluyoruz bazen aşçı. Aklınıza ne gelirse.:) Ama maaş falan veren yok o ayrı:)) Şimdiye kadar en çok sevdiğim iş bu oldu benim. Bundan sonra işten ayrılmak gibi bir lüksüm olmadığını bile bile hem de...
Amma velâkin yeni bir şeyler üretmenin vakti de geldi. Kafamda şu an düşünme aşamasında olan projelerim de var. Sizlerle daha sonra daha ayrıntılı paylaşabilirim. Destek ve fikirlerinizi bekleyebilirim. Bir ip ucu vermemi isterseniz içimde sakladığım kocaman Derya Baykal'ı artık dışarı çıkarmak, eskilerden yeniler yaratmak, yenileri özelleştirmek düşüncesindeyim.:) Çookk çalışmam lazımm çookkkk :) Hadi bakalım. Allah hepimizin işini gücünü rast getirsin. Kucak dolusu sevgiler...
Ela...
Resim:alexandrakitly.com'dan alıntı
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
09:19
10
yorum
Etiketler: ELA'dan mektup
6 Ekim 2009 Salı
"DOĞA İÇİN ÇAL" a destek
sufi-saja ekibi olarak; manâ kelimelerimizi görünmeyen denizin, görünmeyen sularına şişe içerisinde bırakmaya başladığımızdan bu güne dek tercihimizi hep özden yana kullandık. Karşıt olduğumuz şeyler ise; hep insan doğasını tehdit eden unsurlar oldu, GDO'lu ürünler, suyun ticaretleştirilmesi, plastik poşetler, acımasız savaş vs gibi. Zaman içerisinde doğa'yı hoyrat bir bilinçsizlikte kullanan insanoğlu; artık öğrenilmiş yalan gerçekliğin farkındalığına varmaya başladı. Artık "ses yakına değil uzaklara da duyurulması gerekiyor" diyen farkındalıklı bilinç; uyarı vazifesini anlayan gönüllere ekmeye başladı. İşte biz de bu ekim aşamasındaki görevimizi yerine getirerek ses verenlerin sesinin duyulmasına yardımcı olmak, 45 sanatçıyı biraraya getirerek Doğa için çal projesi çerçevesinde başlatılan bu çalışmaya emeği geçenlere destek olmak istedik. "Ağaçlar.net'e" çok teşekkür ediyoruz.Saygılarımızla.
Doga icin cal ! / Divane Asik Gibi - Official Video from Doga icin cal on Vimeo.
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
07:05
5
yorum
Etiketler: MÜZİK, SAJA BAKIŞI
5 Ekim 2009 Pazartesi
FAKİR-İ FUKARA
Satırlara dökülen kelimelerin nasıl ki tek başlarına varlık göstermeleri mümkün değilse, esas olan ASILdan yansıyan bizlerin de kendimizi tek başına var sayması olanaksız bence. Külli bilinçten saçılan manâlarız bizler aslında. Tek başına şeklimiz dışında bireysel bir varlığı olmayan, varız iddeasında olan aynı harflerin kaderini paylaşan zavallı varlıklar gibi. Düşünün ki; Ben, Z yim. Sizler; A-B-C-D-E-F…Sesli harf ya da sessiz harf oluşumuz dışında ne gibi bir sıfatımız kalır ki geriye? Ancak harfler uygun bir düzende birleşerek kelimelere, daha birçok kelimeyle birleşerek de hikâyeye nesre, şiire dönüşürüz.Z olarak evrende bir tek ben olsaydım ,
Z liğimin ne bir deneyimi ne de diğer harflerle birleşimimden doğan sınırsız sonsuz manalarım oluşabilirdi.A-L-İ-M harfleri ile buluşup, Z-alim.., A-M-A-N la buluşup Z-aman oluşum gibi.E-N-G-İ-N harfleriyle birleşip ancak Z-engin olabilirim ben.Sıfatların işleyişinde ise yine yüce planın parmağı gerekli.
Zamanımızda bu kadar teknoloji ilerlemişken Allah’a kafa tutmaya başlamış ya insanoğlu. “artık biz de senin yaptıklarını yapabiliyoruz” diye.”Oluurrr “ demiş Allah “Bir insan yapın da görelim bakalım” Bilim adamları toplanmış biraz toprak, biraz su almışlar sözüm ona insan yapacaklarmış kendilerince, Allah’tan bir nida gelmiş “Hop HOOp” diye “kendi malzemenizi kullanın.”
“Sadece Allah var idi ve onunla birlikte başka hiçbir şey mevcut değildi” yazıyor kitabın birinde. O halde hakikatler değişmezse ve onun dışındaki her şey yavaş veya hızlı sürekli bir dönüşüm içindeyse hakkın dışındaki her şeyin de bir hayal ve yok olucu bir gölge olduğu sonucu çıkıyordu ortaya.Güneşe çevirdim yüzümü gölgemi görenler onu ben sandılar.Bense varlığımda o olmadan sadece bir Z yim , bir fakir-i fukara.
Sevgilerim bendeki O-ndan okuyana...
Resim;Flicker'den alıntı.
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
09:09
4
yorum
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar...
4 Ekim 2009 Pazar
İKİ DİRHEM BİR ÇEKİRDEK
Çok şık ve özenli giyinmiş birini gördüğümüzde genelde hepimiz “iki dirhem bir çekirdek” deriz. Deriz de çoğu kez (iki dirhem ne? Bir çekirdek ne?) bilmeyiz. A-B-E vitamini fosfor ve çinko içeren radyasyon önleyici olarak bilinen Keçiboynuzunun yunanca adı; keration, İngilizcede; carob, Arapçada kırıttır. Keçiboynuzunun çekirdeği eskiden elmas ölçmekte kullanılır elmasın ağırlığı bu çekirdeklerin ağırlığıyla tartılırmış. Bu nedenle keçiboynuzu çekirdeği; kuyumculukta kırat ya da karat tabir edilen ölçü birimine isim babalığı yapmış.
Doğada ağırlığı değişmeyen en sert tohumlardan biri olması ve sudan kısa sürede etkilenmediği için Araplar, Selçuklular ve Osmanlılar uzun yıllar bu çekirdekleri ağırlık ölçüsü birimi olarak kullanmışlar.4 tane çekirdek; 1 dirhem, bir dirhem de; 3 gram ağırlığa eş kabul edilirmiş. Eğer satıcı iki dirhemlik bir şey satarken terazinin kefesine 8 çekirdek koyar ve bir tane çekirdek de fazladan atarsa bu müşterinin “saygın ve itibarlı bir kişi” olduğunu gösterirmiş. İşte bunun için çok şık ve özenli giyinen kişilere “iki dirhem bir çekirdek” yakıştırması ta o günlerden bu günlere böylece söylene söylene dilimize gelip yerleşmiş.
Haydi kalın "iki dirhem bir çekirdek" ve sağlıcakla, Size bir çekirdek de bizden, Sevgilerimizle.
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
10:00
6
yorum
Etiketler: HİKAYELER, ŞİFALI BİTKİLER
3 Ekim 2009 Cumartesi
KIZILCIK
Sonbaharın iyice yüzünü göstermeye başladığı bu günlerde kışa hazırlık amaçlı biraz da şifalı bitkiler bölümümüzün boşluğundan da yararlanarak, kendisini özleten meyvalarımızdan tam da mevsimi olan KIZILCIĞI yazmak istedim. Bizim zamanımızın çocuklarının üzerinde kötü bir etkisi olan bu meyva ( Çocuklar eskiden yaramazlık yaptıklarında "kızılcık sopamı alıyorum elime! " tehditleri ile karşılaşırlardı, bilmiyorum muhatap olanınız varmı?)İnternet üzerinde yaptığım ve karıştırdığım birkaç kitapta yazılanlara göre tam bir C vitamini deposuymuş. Hatta c vitamini deposu olduğunu düşündüğümüz portakalın iki katı c vitamini yüklü olduğu ve hücrelerin kansere karşı bağışıklılığını arttırdığı yazıyor.Bunun yanında bilinen temel özellikleri ise şöyle: Mideye kuvvet vermesi ve vücudun direncini arttırması, ağız yaraları,İltihaplanmaları önleyici,Böbrek taşlarını giderici olarak sıralanabilir. Reçeli de güzel olur doğrusu. Pazarda ya da manavda raslarsanız işte şimdi tam mevsimi, satın almadan geçmeyin sakın.Şifa olsun, sevgilerimizle.
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
16:12
8
yorum
Etiketler: ŞİFALI BİTKİLER
1 Ekim 2009 Perşembe
SEZGİSEL BULUŞMA
Uzak doğuda bilgeliğin gizlerini aramak için gelenleri kabul eden bir Budist tapınağının;oraya kabul edilebilmek için geçerli olan tek bir kuralı vardı;anlatmak istediklerini konuşmadan sözsüz açıklayabilmek.
Bir gün tapınağın kapısına bir yabancı gelir ve kapıda öylece durur ve bekler. Kapıda herhangi bir tokmak, zil veya çan yoktur. Çünkü burada sezgisel buluşmaya inanılmaktadır. Bir müddet sonra kapı açılır ve dışarı çıkan bir Budist yabancıya öylece bakar. Neden sonra selamlaşırlar ve sözsüz konuşmaları başlar. Yabancı tapınağa girmek ve orada kalıp öğreti almak istemektedir. Budist ne demek istediğini yürekten anlar ve bir süreliğine gözden kaybolur. Sonra elinde ağzına kadar suyla dolu bir kapla döner ve kabı yabancıya uzatır. Bu yeni bir arayıcıyı kabul edemeyecek kadar DOLUYUZ demektir. Yabancı tapınağın bahçesinden aldığı bir gül yaprağını kabın içindeki suyun üstüne usulca bırakır. Gül yaprağı suyun üstünde sakince yüzer ve su da hiç taşmaz. Su kabını taşıyan Budist saygıyla yabancının önünde eğilir ve kapıyı sonuna kadar açarak yabancıyı içeriye alır. Çünkü suyu taşırmayan bir gül yaprağına tapınakta her zaman yer vardır.
Devamı Buradan ...>>

