.

"Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur."Kemal ATATÜRK .

31 Ekim 2009 Cumartesi

İPTAL İPTAL İPTAL

Çamaşırlarınızın üzerine dökülen meyve sularını, yemek yağlarını, efendime söyliyiiim çay, kahve, bilmem ne lekelerini çıkarmak iş değil de; İnsanların gönlündeki, beynindeki, ta içindeki geçmişten gelen "leke"lerini söküp atıveren, bir çırpıda bembeyaz yapıveren bir temizleyici bileniniz var mı aranızda?
Hayatının bir döneminde terk edilmiş birinin kafasında oluşan kocaman güvensizliği, yakınlarından birini kaybetmiş olanın iç yangınından kalan kül lekelerini, duman islerini, hastalıklar yaşamışların tam içine oturan hastalık hastası hallerini, dayak yemiş, şiddet görmüşün hep korkak, çekingen garipliğini, yaralarını, yaralardan kalan izleri, kabukları tam olarak temizleyecek bir şey olsaydı ne güzel olurdu değil mi?
Bunları düşününce hayat çok ağır gelir bana. Sadece bana mı? Hayır. Biliyorum hepinize. Bazen bütün yaşanılanlar toplandığında elinizde kalanları da kaybetmekten korkarken buluruz kendimizi ya da düşüncelerinizden korktuğumuz olur. Önceden böyle oldu yine olursa diye durduk yerde felaket senaryoları oluştururuz kafamızda...

Dinleyin bakın...
Geçen gece uykuya dalmak üzereyken yattığı yönün tam tersi yönüne dönerken, yatağı zangır zangır sallayan eşim sayesinde deprem oluyor zannettim ben.:) İşte o andan sonra kurduğum senaryoları size anlatamam. Bir anda içimi saran o korku. Olursa ne yaparım? Hayır, deprem değil yatak sallandı sadece düşüncesi bile rahatlatamadı beni. "Hemen Ege'yi alıp şuraya yatarım. Aaaa ama orası olmaz dolap üstümüze devrilebilir. Acaba en güvenli yer neresi?. Kollarımda Ege'yle merdivenleri inebilir miyim kii derkeeennn gümgümgümgüm diye atan, olayın heyecanına kendini kaptırmış zavallı kalbimin sesiyle toparlanıverdim birden.:) Dakika da 120 atıyodu garibim. Geçmişte hepimizin içini yaktı ya depremler ordan bir leke kalmış bende demek ki. Gözümde haberlerde gördüğüm o yıkıntılar bile belirdi. Tost gibi olmuş, o yeşil ev...
Yatağı sallayan belliydi de, peki o senaryoları yazıp, aynı anda yaşama lütfuna erişen kimdi peki:) O da belliydi caaanım!
Neyse, hemen Tontini den öğrendiğim metodla savdım başımdan "iptal iptal iptal" Evrene yolladığım negatif düşüncelerimin üstüne (kırmızı bir çarpı koyarak) yerine ulaşmadan iptal ettim yani.:)
Hep işe yaramıştı yine yaradı:) Rahatladım biraz ve düşünmemeye çalışarak uykuya daldım. Dalmışım yani.Sonradan bununla ilgili okuduğum yazılarda diyor ki; bu bir çeşit hastalıkmış. Buyrun bakalım! Beyninizin zamanında lekelenmiş ve bir türlü temizlenememiş o bölümünün size cezası. Onu lekelediğiniz için tabii.
İşteeee size çözüm. İçinizde çıkmayan lekeleriniz mi var. Korkmaktan korktuklarınız... Toparlanın, gelinnn. Kâğıt kaleme gerek yok, not alınacak bir şey yok çünkü. Zira tek kelime bu:) İPTAL...;)
İster istemez kötü düşüncelerin ağına düşerseniz sizde ara sıra benim gibi, Mesela kendi cenazesini düşünüp ağlayanlar varsa aranızda tavsiye ediyorum size bu Tontini yöntemini.
İPTAL İPTAL İPTAL.
Bütün kötü düşüncelere İPTAL...
Kocaman kocaman sevgiler.

Resim:www.istockphoto.com'dan alıntı
Ela...

Devamı Buradan ...>>

30 Ekim 2009 Cuma

ATATÜRK VE MİLLETİN EFENDİSİ HALİL AĞA











Gel yardım et bana Nuri… Kaçalım köşkten.”Onun bu içtenlikli isteğine karşı çıkmak, büyük haksızlık olacaktı. “Tamam, sen planı hazırla, ben uygulamasını yaparım…”Atatürk ve Nuri Conker, birinin hazırladığı ötekinin uyguladığı plan sonunda Florya Köşkünün tüm nöbetçilerini atlattılar ve köşkten kaçtılar. Altlarında, Nuri Conker in bir arkadaşının arabası vardı. Eylül sonu akşamı sonbaharın tadını çıkararak, Çekmece’ye doğru gidiyorlardı. Birden Atatürk ün gözleri akşam güneşi altında çift süren bir köylüye takıldı. Yaşlı bir adamdı bu. Sapanın sapına iyice yapışmış, toprakları yavaş yavaş deviriyordu. Fakat çiftin bir yanında öküz, bir yanında merkep vardı. Eşit güçlerle çekilmediği için sapan yalpa yapıyordu. Atatürk şoföre durmasını söyledi. İndiler. Köylüye seslendi:
“Kolay gelsin Ağa!..”
Köylü bu sese başını çevirmeden karşılık verdi:
“Kolay gelsin”
“İşler nasıl Ağa? Bu yıl mahsulden yüzünüz güldü mü?”

Köylü isteksiz konuştu:
“Tanrı’nın gücüne gitmesin bey, bu yıl yufkaydı mahsul. Kabahatin acığı bizde, acığı yukarda! Biz geç davrandık, yukarısı da rahmeti esirgedi.”
“Bakıyorum, sabanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?”
“Var olmasına vardı ya, hıdrellezde vergi memurları sattılar.”
“Hiç vergi memurları köylünün üretim aracını satar mı?”
Olmaz böyle şey! Muhtara şikâyet etseydin…”
Köylü güldü:
“Muhtar başında deel miydi memurun, a bey?”
Atatürk dudaklarını dişleri arasında ezerek konuştu:
“Kaymakama gitseydin.”
Köylü iyice güldü.
“Sen de benle gönül mü eyleyon beyim?” dedi.
Atatürk konuşmayı sürdürdü.
“E peki, İstanbul şuracıkta geleydin valiye anlataydın derdini… Onun işi bu değil mi?”
Köylü Atatürk’ün saflığına inanmış iyiden iyiye gülüyordu. Konuşmanın tadını çıkardığı için keyiflenmişti de biraz. Kestirip attı:
“Bırak şu sağırı Allasen, biz onun buralardan gelip geçtiğini çok gördük. Yakasına yapışsak acep derdimizi duyurabilir miyiz?” Atatürk sordu:
“Adın ne senin Ağa?”
“Halil… Köylük yerde sorsan, Halil Ağa derler…” “Demek varlıklısın?.. Ağa dediklerine göre.”
“Acık çiftimiz- çubuğumuz varken adımız ağa ya çıkmış.”
“Peki, Halil Ağa, bu senin işin beni bayağı meraklandırdı. Benim bildiğime göre, bir çiftçinin üretim aracı elinden alınmaz. Sen aldılar diyorsun. Hadi kaymakam şöyle, vali böyle diyelim; e peki bir başvekil İsmet Paşa var bilir misin?”
“Bilmez olur muyum, beyim?”
“Tamam, öyleyse, hemen her hafta İstanbul’a geliyor. Florya Köşküne iniyor. Köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona… Herhalde çaresini bulurdu.” “Sen benim konuşmamdan hoşlaştın, gönül eyliyorsun. Ama bak şimci, tutalım gittim vardım, beni o kapıya koymazlar ya… Tutalım ki kodular, koskoca İsmet Paşamızı göstertmezler ya. Tut ki gösterdiler ya ona halimi nasıl yanacağım hele; o sağırın sağırı! Heç işitmez beni…” Nuri Conker, lafa karışmak istedi, Atatürk bir hareketiyle onu durdurdu.
“E peki, bakalım bu dediğime ne bulacaksın!” dedi “Atatürk koca yaz şuracıkta oturup duruyordu. Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya!..” Köylü iyice keyiflenmiş, gülüyordu.
“Sen ne diyorsun bey?” dedi. “Mustafa Kemal Paşa Atatürk’ümüzün yüzünü görmek için Peygamber gücü gerek… Hem, tut ki gördük. Yiyip içmekten, işinden gücünden başını kaldırıp bizim öküzün arkasından mı seyirecek?..” Halil Ağa, sigarasının son nefesini ciğerlerine doldururken, Atatürk’ ten yeni aldığı sigarayı da kulağının arkasına yerleştiriyor, çiftinin başına gitmeye hazırlanıyordu. Konuşacak bir şey de kalmamıştı. Atatürk köylünün omzuna elini koyarak,
“Senden hoşlandım Halil Ağa” dedi. “Bir gün köyüne de gelir, bir ayranını içerim. Açık yürekli bir vatandaşsın. Ama yine de sana söylüyorum, hakkını kimsede bırakma ara!..” Döndüler, arabaya bindiler. Halil Ağa, onları uğurladı.
“Meraklanma beyim, evelallah heç kimse bizim hakkımıza el değdiremez. Fakat bu, Devlet Baba ya borçtur. Ödenmesi gerek… Otomobil hareket etti. Atatürk’ün canı sıkılmıştı.
“Bir uygun yerden dönelim, tadı kaçtı bu işin!..” dedi. Dönüş yolunda Atatürk konuşmuyor, sigara üstüne sigara yakıyordu. Yüzünde ince bir keder vardı.
“Yahu çocuk, şu Halil Ağanın vergi borcundan öküzünü satmışız, merkeple çift sürüyor, hala da Devlet Baba diyor. Ne mübarek millet, bu millet!..” Köşke döndüklerinde Atatürk yaverine emretti:
“Şimdi” dedi: “İstanbul ‘da ne kadar bakan, milletvekili varsa hepsini telefonla bulacaksın!.. Bu akşam kendilerini yemeğe bekliyorum. Ayrıca Vali Muhittin Üstündağ ile İsmet Paşa’yı bul, onlara da haber ver.” Yaver odadan çıktı.. Atatürk, Nuri Conker e döndü:
“Şimdi sen de arabayla çıkıp o Halil Ağaya gideceksin. Ona benim kim olduğumu söyleme. Tüccar, zengin bir adam filan dersin. Seni sevdi, sana öküz alıverecek diye bir şeyler söyle,. Kuşkulandırmadan al getir buraya.” O akşam Atatürk’ ün sofrasında Başbakan İsmet İnönü, bakanlar, milletvekilleri ve İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ’dan oluşan yirmi beş konuk vardı. Atatürk,
“Bu akşam soframıza efendimiz gelecek” dedi. “Kendisine nasıl davranacağınızı çok merak ediyorum.” Bir süre sonra içeri başyaver girdi ve Atatürk’ ün kulağına bir şeyler söyledi. Atatürk;
“Buyursun!” dedi. Başyaver kapıyı açıp da Halil Ağa, gündüz konuştuğu beyin sofranın başında oturduğunu, yanı başında da İsmet Paşanın yer aldığını görünce, şaşkınlıktan dona kaldı. Dizlerinin bağı çözülmüştü. Atatürk onu görünce ayağa kalktı. Arkasından tüm konukları da ayağa kalktılar. Atatürk son konuğunu,
“Hoş geldin Halil Ağa” diye karşıladıktan sonra kendisini sofradaki konuklarına tanıttı:
“İşte beklediğimiz, Efendimiz” dedi. Nuri Conker, Halil Ağayı Atatürk’ün sağ başına oturttu, kendisi de yanındaki sandalyeye geçti. Atatürk, sofradakilere, o gün köşkten Conker’le birlikte nasıl kaçtığını, Halil Ağayı, bir yanında öküz, bir yanında merkeple çift sürerken nasıl gördüğünü, sigara yakmak bahanesiyle nasıl kendisi ile konuştuğunu ayrıntılı bir şekilde anlattıktan sonra şöyle dedi:
” Şimdi gerisini Halil Ağa ile birlikte yanınızda tekrarlayacağız. Ben sorduklarımı baştan soracağım Halil Ağa da orada bana söylediklerini olduğu gibi tekrarlayacak.” Halil Ağaya döndü:
“Bak beri, Halil Ağa” dedi. “Sen bu akşam benim başmisafirimsin. Senin açık sözlülüğünü pek çok beğendiğimi bugün söyledim. Konuşmamızdan sonra sana hiçbir zarar gelmeyecek. Öküzünü de alacağım. Ama şimdi ben tarlada sorduklarımı baştan soracağım, sen de orada söylediklerini aynen tekrarlayacaksın. İşte soruyorum:
“Bakıyorum sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?” Halil Ağa dudakları titreyerek Atatürk’ün ayağına kapanacak oldu. Atatürk önledi:
“Yoo, bak böyle şey istemem. Soruyorum cevap ver.” Soru- cevap valiye kadar aynen tekrarlandı. Sofradakiler, soluk almadan konuşmayı izliyorlardı. Ürkütücü sorulara gelmişti sıra. Atatürk sordu:
“Peki, İstanbul şuracıkta, gideydin valiye, anlataydın derdini, onun işi bu değil mi?” Vali Muhittin Üstündağ, Halil Ağanın ancak iki metre ötesinden kendisine bakıyordu. Nasıl desin?
Ter basmıştı iyice, işi savuşturmanın yoluna kaçtı:
“Vali paşamızı biz görüp dururuz buralarda. Eteğine düşsek derdimizi duyurabilir miyiz ki?…” “Olmadı bu, Halil Ağa… Bana dediğin gibi, dosdoğru…”
“Böyle demedik mi beyim?..”
“Ya, ben mi yanlış anladım?.. Dur soralım bakalım Nuri’ye. Nuri, böyle mi dedi bize Halil Ağa?”
Nuri Conker karşılık verdi. “Hayır Paşam!..”
“Gördün mü?.. Demek aklında yanlış kalmış. Hani bir şey dediydin sen, vali neden duymazmış?.. Aynen bana söylediğin gibi söyle.” Halil Ağa kekeleyerek konuştu:
“Köylük yerinde bizim dilimiz sağır demeye alışmıştır, paşam” dedi. “Kusura kalma gayri…”
Atatürk gülmeye başladı:
“Diplomatsın ki, yaman diplomatsın, Halil Ağa… Ama şimdi diplomatlık sırası değil, doğruyu konuşacağız… Söyle bana, orada dediğin gibi…”
Halil Ağa gözünü yumup, başını yere eğdi:
“Şaşırmıştım, ağzımdan yanlışlıkla Bırak bu sağırı diye bir laf kaçırmışım…”
Sofrada gülüşmeler başlamıştı.
“Hadi buna da oldu diyelim. Geçelim gerisine:
“E, peki bir Başvekil İsmet Paşa var, bilir misin?”
Halil Ağa İsmet Paşanın yüzüne baktı ve gözlerini yere indirdi:
“Şanlı İsmet Paşamız bilinmez olur mu hiç? O bugüne bugün…”
Atatürk Halil Ağayı durdurdu.
“Bırak şimdi övgüleri” dedi. “Ben lafın gerisini getireyim: Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul’ a geliyor, Florya Köşkü ne iniyor, köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona. Herhalde bir çaresini bulurdu.”
Halil Ağa yine kaçamak yanıt verdi:
“Kapıya koymazlar ya bizi, koysalar da Şanlı paşamıza öküzümüzü mü yanacağız!..”
Atatürk ün sesi iyice sertleşti:
“Beni uğraştırma, Halil Ağa” dedi. “Erkek adam sözünü yalamaz. Ne dediysen, tıpkısını tekrarlayacaksın!..”
Halil Ağa ürktü, toparlandı. Başını yine yere gömüp konuştu:
“Şanlı Paşamıza da sağır dedikti ya…”
“Yalnız sağır değil, sağırın sağırı değil miydi?”
Halil Ağa yere eğik başını acıyla salladı:
“Öyle dedikti paşam, doğrusun!..” diyebildi.
Atatürk, İsmet Paşa konusunda daha fazla ısrar etmedi, sözü kendine getirdi.
“Son soruyu sorayım şimdi” dedi. “Bunun da karşılığını ver, öküzünü al git.”
“Koca yaz şuracıkta Atatürk oturmuyor mu? Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya?”
“Hiç bırakır mı Aslan Paşam benim!.. Erip erişir de tarlama dek gelir, halimi dinler.”
“Bırak bunları Halil Ağa, dediğini tekrarla.” Halil Ağa birden diklendi. Her şeyi göze almış insanların yiğitliği içinde doğruldu. Atatürk ün gözlerinin içlerine bakarak konuştu.
“İşte bunu demem Paşam” dedi. “Ağzıma ataş doldur, işte bunu demem!” Atatürk gülmeye başladı:
“Zorlatacak bizi bu Halil Ağa, laf anlamıyor.” dedi. “Mustafa Kemal Paşa Atatürk’ümüzün yüzünü görmek için, Peygamber gücü gerek demiştin, yanılmıyorsam. Görsem de, işinden gücünden, yiyip içmekten başını kaldıracak da bizim öküzün arkasından mı seğirtecek demiştin.” Halil Ağanın gözlerinden yaşlar inmeye başladı. Tam kesilmiş, duruyordu. Atatürk konuşmasını içtenlikle sürdürdü:
“Atatürk de işi içkiye vurmuş, sarhoşun biri demeye getirdin ya fazla üstelemeyeyim” dedi.
“Şimdi bak beni dinle, Halil Ağa… Seni şu kadar üzmemin sebebi, şunu anlatmak içindi: Şu gördüğün altı bay hükümet… Yani, biri Başbakan, ötekiler de Bakan! Memlekete göz kulak olacak, işleri evirip çevirecekler diye bu makama getirilmişler. Bir kanun gerekti mi, bu baylar hemen sıvanırlar, İsviçre’den mi olur, İtalya’dan mı olur, Fransa’dan mı, velhasıl neredense, bir kanun buluştururlar, Türkçeye çevirtirler, sonra basıp imzayı gönderirler Büyük Millet Meclisine… Bu Millet Meclisi dediğim, şu alt baştan senin yanına kadar olan beyler. Kanun bunlara gelir.
Bunlar da hükümet elbette incelemiş, gerekeni düşünmüştür, benim ayrıca zorlanmama gerek yok derler ve kaldırırlar parmaklarını, olur sana bir kanun!.. Ama sonra bir vergi memuru gelir, vergi borcundan Halil Ağanın öküzünü çeker, satar… Halil Ağa da tarlasını bir yanda merkep, bir yanda öküz, ırgalana ırgalana sürmeye çalışır. Ama üretim düşermiş, ekim zorlaşırmış, kimin umurunda… Sonra ben bunları görürüm, içim kan ağlar, işitirim, tasalanırım! E, hakça söyle bakalım şimdi Halil Ağa… Sen benim yerimde olsan, efkâr dağıtmak için, bunları bu beylerle konuşmak için içmez misin? Ama sonra da Halil Ağa tutar, sana sarhoş der…”
Halil Ağanın dili çözülmüştü:
“Öyle diyen yok haşa!.. Dinden çıkmak gibidir…
Buldun mu bunu, hacısı da içer, hocası da içer…”
Atatürk sordu:
“Peki sen de içer misin?”
“Hiç bulunur da içilmez olur mu, Paşam?.. İçeriz ki, tıpkı şerbet gibi!..”
Atatürk hizmet edenlere işaret etti, kadehleri doldurttu. Kendi kadehini Halil Ağaya uzattı:
“Hadi bakalım Halil Ağa” dedi. “Sağlığına içelim.”
Halil Ağa, “Koca Allah, benim ömrümden de sana pay düşürsün Paşam, sağlık düşürsün” dedikten sonra Halil Ağa, edeple başını kenara çevirdi, eline verilen kadehi bir yudumda boşaltıverdi. Yüzü kızarmış, gözleri parlıyordu. Ellerini dizlerinin üzerine koyarak
Atatürk’e döndü:
“Yunanı denize döktün Paşam, bayrağımızı başucumuza diktin. Benim gibi bir köylü parçasını sofrana alıp içirdin, sana duaya bilem dilim dönmez ki… Nideyim ben şimdi? Bırak ki oh paşam, ayağını öpem…”
Halil Ağa Atatürk ün ayağını öpmek için davranınca, Atatürk onu sıkıca tuttu ve bu hareketi yapmasını önledi. Halil Ağa bu kez, Atatürk’ün ellerine sarıldı, ellerini öpmeye başladı: “Bayrağımız gibi sen de başımızdan eksik olma inşallah! Sana her kim düşman ise, onun yeri senin ayağının altı olsun!.. Gayri bana izin, koca Paşam!..”
“Yemek yemedin!..”
“Yemek kolay… Meraklanır çocuklar, ben köyüme döneyim.”
Atatürk Nuri Conker’e işaret etti.
Conker kalkıp Halil Ağanın yanına geldi, kalktı Halil Ağa, önce Atatürk’ü, sonra sofradakileri selamlayıp kapıya doğru edeple geri geri çekildi. Kapı kapandığı zaman Atatürk sofradaki öteki konuklarına döndü:
“Efendimizin halini gördünüz mü beyler?” dedi. “Devlet size böyle davransa, siz ne yaparsınız? Mübarek millet bu, adam millet bu… Şimdi bu adam milletin karşısında adam olmak, bize düşüyor!..”
Sofrada kesin bir sessizlik vardı. Kimse gözlerini Atatürk’ten ayıramıyordu:
“Halil Ağanın öküzünü satıp, üretimini aksatan kanunu ya biz yaptık ya da bizim yaptığımız kanun yanlış yorumlanarak Halil Ağanın öküzünü satıyor. İkisi de bence birbirinden farksız… Böyle bir kanun yaptıksa, memleket çıkarlarına aykırıdır. Nasıl yaparız, nasıl yapmışız bunu? Eğer yaptığımız kanun doğru da, yorumlaması yanlış oluyorsa, o zaman sormak lazım. Hükümet nasıl bir yönetim içindedir? Sonra unutmayın ki, olay İstanbul’da geçiyor. Bunun Van’ı var, Bitlis’i var, kıyı bucak ilçesi var; acaba oralarda neler oluyor? Bu çark iyi dönmüyor beyefendiler!..”

DERLEYEN: Hanri Benazus - Bütün Dünya
KAYNAK: İsmet Bozdağ’ın “Atatürk ün Sofrası”

Devamı Buradan ...>>

29 Ekim 2009 Perşembe

İÇTİM ATA'M İÇTİM

Yıl:4 Haziran 1937
Fener yolu istasyonu o gün hınca-hınç dolu. Semaforu açıp makası indirdim. Eskişehir’e gitmek üzere Haydarpaşa’dan hareket eden ATA’mın treninin gelişini bekliyorum şimdi. Manyetolu telefondan aldım cemali- nur olan Mustafa Kemal’imin gelişini. İçimde bir heyecan, ilk kez göreceğim çünkü ulu önderimi. Kalbimde uçmaya hazırlanan bir kelebek var sanki. O titreşimler içimdeki gönül ateşimi körüklerken bir taraftan da çiseliyor üstüme üstüme yağmur taneleri.

Ben babamı hiç hatırlamıyorum, çünkü uzun yıllar olmuş bizi terk edip öbür âleme göçeli. Annemi de teneşirde yıkanırken gördüm en son, hareketsiz, çıplak upuzun bedeni, kaplamıştı bir masanın üstünü. Bahçe duvarının ardından gördüğüm bu manzara “annemin çevresinde bir yığın kadın” merakıma mucip olmuş, kadınların elinden onu kurtarmak adına atlayıvermiştim bahçeden içeri. Hafızamda sadece onun kokusu, çıplak yıkanan hali ve göğsüne ellerimi sokup uyuyuşum kaldı. Daha sonraki günlerim;

her sabah 6 da uyanıp gevrekçi fırınından aldığım gevrekleri satarak geçti. Bu rutin gevrek satışlarım liseyi bitirene kadar hüzün ve mücadele içinde sessiz sakindi. Evlerinde kaldığım Yakup ağabeyimin“Sabahattin; Yakında liseyi bitiriyorsun, ben senin bir an evvel hayata atılıp, kendi başının çaresine bakmanı istiyorum. Devlet Demiryolları sınav açmış, bu sınava gir ve ne yap ne et mutlaka kazan!” demesine kadar “harita mühendisi” olma hayalim; dizginlerinden kurtulmak isteyen atlılar gibi hep içimde bir yerlerdeydi. Ağabeyim 1. Dünya savaşında Galiçya’da savaşan kahramanlıklarıyla ünlü biriydi. Bana Mustafa Kemal’i o sevdirmiş, onun dilinden dinlemiştim onun yüce erdemlerini. Sınav ve kurslar sonrası başarı sertifikamı alıp Atatürk’ün Demir ağlarla ördürdüğü anayurdumun Feneryolu istasyonunda hareket memuru olarak buluvermiştim kendimi. 18 Yaşımda görevli olduğum istasyonda Atatürk’ün trenini karşılamam sanki hayatımda duyup duyacağım unutulmayacak tek ve en büyük gurur ve onur kaynağımdı.
Neyse, Ata’mın trenini çeken lokomotif, buharlarını puflaya puflaya ak duvağını ve tülünü rüzgâra savuran gelin kız gibi süzülüverdi istasyona. Ben, hazıroldayım, şapkam başımda, düdüğüm dudaklarımda kaldırıyorum işaret panelimi, şimendiferle göz-göze geliyorum o anda. Mutlu gülümsüyor, (nasıl gülümsemesin ki?) kömür atarken alevler içindeki kazana Ata’mı taşıyan aracına daha bir şefkatle bakıyor, sarılıyordu işine daha bir aşkla. Onun yerinde olmak istedim o anda.
O senenin sonunda “Atatürk’le ilgili anınızı yazın bize yollayın” diye bir yarışma açıldığında ben de yazdım. Yazarken inandım en unutulmaz anının benimkisi olduğuna. Oysa yazabileceğim kelimelere dökebileceğim çok bir şey yoktu; yerimde hareketsiz, hazır olda, bir heykel gibi gururlu ve onurlu kendimi ona göstermek onu yakından görmek istercesine ben orada ruhum benden ayrı durakalmışlığım dışında. Tren; sevgilisinin koynuna uzanıveren âşık gibi rayların üstünde çeliğin çeliğe sürtünmesinden çıkan o iç gıcıklayıcı sesle yavaşça durduğunda, durmuştu sanki zaman da. Kalabalıklar susmuş başlar otomatik olarak Ata’nın kompartımanının camına yönelmişti. Atam doğruldu yerinden kompartımanın camını yarıya kadar indirip iki dirseğini zarif bir özenle camın pervazına yaslamıştı. Can alıcı gülümsemesiyle halkı selamlayışı ve göz-göze gelişimiz anı benim hayatımın bir miladı olmuştu sanki. Hemen önümde dim-dik duran iriyarı gence hitaben;
”-senin adın ne evladım?” dediğinde,
“-Ali pehlivan, efendim” demişti pehlivan gür sesiyle.
“-Bize eşlik etmek ister misin, birlikte bir şeyler içer muhabbet ederiz.”
dediğinde,
“-İÇTİM ATA'M İÇTİM seni görünce içmiş gibi sarhoş oluverdim BEN” deyivermişti. Sanki benim durumuma tercüman olmuştu pehlivanın sözleri. Pehlivan; hazır-olda bir ANIT, ben hemen ardında, sanki aşkın akıl sır ermez heyecanında kalakalmıştık.

"Sevgili dostlarım; yukarıda anlatmaya çalıştığım Atatürk’le ilgili anı babamın bana gözyaşlarıyla aktardığı bir anısıydı.. Daha sonraları Atatürk “içtim Ata'm içtim" diyen pehlivanın kendini geliştirmesine destek vermiş ve Pehlivan o zamanın meşhur bir pehlivanı olmuşmuş. Ben sadece adını hatırlıyorum ayrıntıyı bilemiyorum. Babam 2000 yılında ölüm döşeğindeyken beni yanına çağırıp eliyle eğilmemi istemişti ve “Kızım 1919 da doğdum bu sene 2000 ben inanıyorum ki Atatürk’le benim bir bağlantım var. Ben gidersem sakın üzülme dolapta rakı var bir kadeh benim için bir kadeh de atam için iç dünya 81 de ona kavuştu ben de 81 yaşımda ona kavuşacağım” dedi günlerden 4 Hazirandı, yani babamın Ata’sını ilk görüşünün sene-yi devriyesi. Ve ertesi gün 5.6.2000 babam ruhunu sevinçle teslim etti. Hepinizin CUMHURİYET BAYRAMINI can-ı gönülden kutluyorum. Sevgilerimle."

Fotoğraf:Galeri.İstanbul’dan alıntı

Devamı Buradan ...>>

28 Ekim 2009 Çarşamba

KINA KOKULU ÇOCUKLARIM

Mutluluk nedir?
Çok parası olan mutlu mudur ya da sevdiklerinle birlikte yaşayan mı? Mutluluk kimine göre paradır, kimine göre vicdan. Kimisi yalnızlıktan hoşlanır, kalabalıktan bazısı. Ailesinden kopamayanlar da vardır aramızda, başkalarını ailesi yerine koyan da. Ben yüzlerce çocuğu yüreğimde büyütmeyi seçtim kendime. Nasıl mı?
Küçük parmakları vardı hepsinin. Elimi sıkı sıkı tutarlarken sanki gitmemden korkuyorlardı. Soğuk kurutmuştu yanaklarını. Saçları kıvırcık, düz; taranmış ya da karışık… Ama kokuları; taze kına kokusundan farksızdı. Başka nasıl tarif edilebilir, bilinmez. Boyları üst baldırıma kadar gelen bu çocukları görebilseniz keşke! Kollarıyla biri bacağıma sarılırken bir diğeri merdivene çıkmış beni öpmeye çalışıyordu.

Kurak iklimin derisi kurumuş çocuklarıydılar sadece. Elleri sem-sert, yaşlarından 10 yaş büyüklerin elleri gibiyse de, yürekleri çok küçüktü daha. Onlar benim güzel Tulgalı’mın onurlu gelecekleriydiler. Şaşkınlığımı gizleyemedim o miniğin elimi sıkıca tuttuğu an. Gözlerim yaşardı. Güneşten gözlerimi alamadım. Işık ışıktı gözleri bana bakarken. Sonra bir diğeri geldi, sonra bir diğeri. Git gide çoğaldılar etrafımda. Hepsi AÇ-tı başlarının okşanmasına. Hiçbir ihtiyaçları yoktu, sevgi hariç. Bir değseniz saçlarına sanki dünyanın bütün şekerlemelerine sahip oluyorlardı. Çoğu ailesinin 10. çocuğu, en küçüğü ve sevgiye en çok ihtiyaç duydukları yaştaydılar. Oysa anneleri sabahın beşinde su taşımaya koyuluyordu. Onları sevmeye sıra geliyor muydu bilmiyorum. Kadın olarak burada doğmak başlı başına bir hikâye… Bu sevgiye aç, utangaç yüreklerin tutunacağı kaç kişi vardı kim bilebilir? Bilemediğimiz birçok hikâye olsa da evlerine götürdükleri bir avuç sevgi size daha da bağlanmalarını sağlıyor. Sizi bir lider ve hatta bir ebeveyn olarak gördüklerini hissedebiliyorsunuz. Sizi dinlerlerken o kadar çıplaklar ki. Hiçbir riya hiçbir yalan yok yüzlerinde yakalayabileceğiniz. En ASİsine bile tebessümle yaklaştığınızda size en içten şekilde yaşamının bütün kapılarını açıyor.
Kış mevsimi sizin kapınızı çalmak üzereyken, burada günden güne kendini hissettiriyor. Ama ben İzmirli biri olarak; artık Van’ın sert ve soğuk kışlarına, onların o sıcak elleriyle katlanabileceğimi biliyorum. Ve aslında küçücük elleriyle ahır temizleyen, 2 yaşındaki kardeşine annelik yapan, koyunlarını otlatmak için okula gelemeyen bu çocuklar için burada nefes almadığım için, çok ama çok mutluyum…

Fotoğraf: www. haccecanblogspot.com'dan alıntı.

Devamı Buradan ...>>

27 Ekim 2009 Salı

JANDARCAM İŞTE!

En büyük oğlumun eşi Hülya’mın, arkadaşının Arda isimli oğlu enteresan bir çocuk. Zamane çocuğu işte. Ne derseniz tersini söyleyen, her söze muhalefet eden, her yap dediğinizi; yapmıCAAM, her yapma dediğinizi de; YAPCAAM diyen bir çocuk. Yeni çocukların çoğu bu tarz bir hareket tarzını benimsemişler ama!!!
Geçenlerde ana- oğul arabayla gezmeye giderlerken, ARDA ön koltuğa atlayıvermiş. Anne araba kullanırken telaş yapmış doğal olarak. Arabayı sağa çekip uzun uzun konuşmuş oğluyla. Ne fayda? Araba hareket eder etmez Arda tekrar öne atlama çalışmalarına başlamış. Anne ne yapsın “oğlum bak JANDARMA !” demiş korkutmak amacıyla. Arda’da bir feryat:
“-JANDAR-CAAAM… jandarcam İŞTE!”diye.
Biraz gülün istedim, sevgilerimle.

Resim:parent24.com'dan alıntı.
Devamı Buradan ...>>

26 Ekim 2009 Pazartesi

YOLUNMUŞ TAVUĞA DÖNMEK

Neden kızlar genelde belli bir ergenliğe ulaştıklarında ilk iş olarak saçlarını sarıya boyamak isterler?
“Ben çocukluktan kurtuldum çok şükür” diye düşündükleri için mi?
“Ben artık genç ve güzel bir kadınım.”
“Eski görüntümden kurtulmam lazım.”
“Annemle aramdaki göbek kordonunu artık kesmem gerek.”
Yoksa” sarışın olursam daha bir güzel olurum, çevremdekiler beni daha çok beğenir” diye düşündükleri için mi tutarlar izinli izinsiz kuaförün yolunu? Ne için o hengâme, oryal ve boyanın saç diplerini kökten tırmalayışı?
20–22 yaşlarında ben de yaptım aynı hatayı. Bankacılık yanı sıra, ara sıra müdürümden aldığım izinle mankenlik de yapıyordum. Profesyonel mankenlik diplomam var ya, boşa mı gitsin o kâğıt parçası!O zamanlar mankenler de,

parmakla sayılacak kadar az Türkiye’de. Küçükken gözlerim yeşil olsa diye iç geçirirken “çok ağlarsan gözlerin yeşil olur” demişti birileri, çok ağladım ve gerçekten yeşil oldu gözlerim ister inanın ister inanmayın. Şimdi de saçlarımı sarı yapmak istiyorum ama ne mümkün babamın böyle bir şeye müsaade etmesi? Neyse saç defilesi falan filan bahanesine ikna ettim babacığımı. “Yolunmuş tavuğa dönmeden gel olur mu güzel kızım?” diye de tembihlendim üstelik. Olsun izin koparmıştım ya! Tuttum kuaförün yolunu, tam 8 saat ben o çileye nasıl katlandım bilmiyorum. Belime kadar uzanan kızıl ışıltılı su gibi fındıkkabuğu rengi güzelim saçlarım beni işte o gün terk etmişti. Defilelerde Türkiye’nin Jane Fondası diye takdim ediliyordum ya, şimdi tam benzemiştim zat-ı muhtereme. Ama olmuştum onun 40–50 yaş haliii. Daha o gün pişman olmuş aynalarda aramıştım kendi yansımamı. Ama ne mümkün? Kuaför;” artık bugün olmaz saçların elinde kalır yoksa kökü sende mevcut nasılsa, saç diplerin dinlensin sonra çeviririz eski rengine saçlarını“ demişti. Yani sizin anlayacağınız bir daha asla o güzelim saçlarıma kavuşamadım. Bu yaşımda saçlarım geçmişteki gibi uzun ve fındıkkabuğu renginde ama ne yazık ki boyalı kendileri.
Uzunsa; kısa saça özenirsin, kısaysa uzuna, kıvırcık saçlıysan düzleştirmek, düz saçlıysan kıvırtma hayali. Hep bir özenti sürüp gider ömür biter. Gençken giyersin zifiri karanlık elbiseleri, yaşlanınca açılır saçılır sarılar mavilere turunculara dönüşür biz bu kadınların tercihleri. Hep sahip olmadığımız şeylere özlem duymak, komşunun tavuğunun gözümüze kaz görünmesinden ötürü. İlkokul kitaplarımızda “altın pencereli ev” diye bir hikâye vardı hatırlarsınız. Çocuk vadinin öbür yakasındaki pencereleri yaldır yaldır yanan evi merak edip gider ne görsün (ev eski mi eski) tozlu camları. Bir de döner bakar ki karşı tarafta kendi evinin camları parlamakta altın gibi.
Bütün bunları düşündüğüm sırada güneşin turuncu tepsisi yarı beline kadar denize gömülmüşken, ince bir sis perdesi şehrin üstüne hafif bir esintiyle serildi. Yeşil hırkamı omuzlarıma çekip susuz dede sırtlarına doğru adım atmaktayım şimdi. Başımı tepeye çevirdiğimde yüce simyacının nasıl boyadığını görüyorum evlerin pencerelerini. Sanki teyid ediyor biraz önceki düşüncelerimi. Önümde 20–25 yaşlarında 3 kız yürüyor. Üçünün de saçları sarı, üçünün de kapkara pantolon ve tişörtleri. Adımlarımı hızlandırıp yanlarına varıyorum, damdan düşer gibi tepedeki altın pencereli evleri gösterip, “ne de güzel parlıyorlar değil mi çocuklar?” diyorum. Gençliklerinin o cıvıldayan enerjisiyle “Ayy gerÇEKteen, keşke bizim pencerelerimiz de öyle altın gibi parıldasa!” deyip kıkırdaşıyorlar.”Sizin pencereleriniz zaten altın gibi parıldıyor” diyorum ve yanlarından uzaklaşıyorum, işte bugünümün kısa özeti.
Sevgilerimle.

Resim:www.ewav.com'dan alıntı.

Devamı Buradan ...>>

24 Ekim 2009 Cumartesi

BAKLANIN AĞIZDAN ÇIKARILMASINA AZ KALDI

Efendim zamanın birinde küfürbaz mı küfürbaz bir adam varmış. Bir gün bu huyundan nasılsa kurtulmak isteyip bir bilgeye gitmiş.”Ey sultanım ben ettim sen eyleme şu derdime bir çare bul, şu dilimi küfürden kurtar sana canlar kurban edeyim, senin büyüklüğüne inanayım.”demiş. Bilge okuyup üfleyip derviş adayına bir avuç bakla vermiş.
"-Şimdi bu bakla tanelerini al. Birini dilinin altına, diğerlerini
cebine koy. Konuşmak istediğin vakit bakla diline takılacak, sende küfür etmeme isteğini hatırlayıp o an da söyleyeceğin küfürden geçeceksin. Bakla ağzında ıslanıp da erimeye başlayacak olursa cebinden yeni bir baklayı dilinin altına yerleştirirsin.”demiş.Derviş baklaları almış birini ağzına diğerlerini cebine koymuş gel zaman git zaman bu huyundan vazgeçebilmek için bilgenin eteğinden ayrılamaz olmuş.Yağmurlu bir günde bilge ile derviş bir sokaktan geçiyorlarken bir evin penceresi hızla açılmış ve gençten bir kız başını uzatarak,

“- Bilge efendi, biraz durur musunuz?” Deyip pencereyi kapatmış. Bilgemiz niçin durdurulduğunu bilmeden yağan yağmurun altında beklemiş. Bir ara evin kapısına varıp ne istediğini sormak geçmiş içinden, ama tam kapıya yönelecekken kız tekrar pencerede görünmüş ve “-ulu pirim birkaç dakika daha bekleseniz” demiş. Pir içinden “lahavle” çekse de haktan gelen hitaptır diye beklemeyi göze almış.. O sıra da küfürbaz derviş kendi kendine çoktan söylenmeye başlamışmış. Yağmurun şiddeti gittikçe artmakta, bizimkiler de iliklerine kadar ıslanmaktaymışlar. Nihayet pencere üçüncü kez açılmış ve aynı kız bizimkilere seslenmiş:
“- Gidebilirsiniz artık!.. “diye
Pir merak edip sormuş:
“- İyi de evladım bir şey yok ise, bizi niye beklettin?”
“— Efendim,” demiş kız,” elbette bir şey var, sizi sebepsiz bekletmiş değiliz. Tavuklarımızı kuluçkaya yatırıyorduk. Yumurtaları tavuğun altına koyarken bir kavuklunun tepesine bakılırsa piliçler de tepeli olur, horoz çıkarmış. Annem sizi geçerken gördü de yumurtaları kuluçkaya koydu.”
Münasebetsizliğin bu derecesi üzerine efendi,
“- Ulan derviş,” demiş,” çıkar ağzından şu baklayı!.”

İşte bu söz de böyle doğmuş. Ağzımızda baklalarla dolaştığımız bu günlerde bizlere: ” çıkar ağzından şu baklayı!.” Diyebilecek bir babayiğide ne kadar ihtiyacımız var değil mi?
Sevgilerimizle.
resim: deviantart.com'dan alıntı.

Devamı Buradan ...>>

23 Ekim 2009 Cuma

KAHRAMAN SOĞAN

Kahraman soğan mı?
“Nereden çıktı şimdi bu?” diyecek bizi takip eden okuyucularımız. Malum bu günlerde grip ile yatıyor, grip ile kalkıyoruz, bir garipleştik anlayacağınız. Evimizde her sonbahar; kış hastalıklarına karşı direnç arttırmak için soğan sarımsak vs gibi yiyecekleri daha fazla tüketmeye çalışıyoruz. Domuz gribi vakalarının git gide arttığı bu günlerde kahraman soğanın ve sarımsağın gribin oluşmasını engelleme yönünde güçlü ve yenilmek bilmeyen savaşçılar olduğunu düşünüyoruz çünkü. Hatta bu günlerde internet üzerinde soğanla ilgili bir efsane de dolaşmaya başlamış. Sizleri de bu efsaneden böylece haberdar etmek istedik. Efsane bu ya;


“1919 yılında, dünyada 40 milyon kişi ‘grip’ten öldüğünde, bir doktor, birçok çiftçiyi griple mücadelede yardım amacıyla ziyaret eder. Birçok çiftçi ve ailesi grip kapmıştır ve birçoğu ölür. Doktor ziyaretlerine devam eder ve bir sürprizle karşılaşır, ziyaret ettiği bir çiftçi ve ailesi çok sağlıklıdır.
Doktor böyle olabilmesi için aileye herkesten farklı ne yaptıklarını sorar ve cevaben çiftçinin hanımı “odalarına, bir tabak içinde soyulmamış bir soğan koyduklarını” (muhtemelen diğer odalara da koymuşlardır) söyler. Doktor buna inanamaz ve bu soğanlardan birini alarak laboratuarda mikroskop altına koyarak inceler ve soğanın içinde grip virüsünü görür. Soğan açıkça grip bakterisini absorbe etmiş, emmiştir ve bu sayede de aile sağlıklı kalmıştır.”

Ne demişler efsaneye inanma efsanesiz de kalma. İşin şakası bir yana soğanın faydasının günümüzde kanıtlanmış birçok gerçekliği vardır. Neler mi, sıralayalım.

# Grip ve soğuk algınlığında faydalıdır.Öksürük söktürür, bronşları temizler.
# Vücutta biriken zararlı maddeleri ve suyu atar.İdrar söktürür.
# Romatizma, mafsal iltihabı, idrar tutukluğu, damar sertliğinde faydalıdır.
# Böbreklerdeki kum ve taşların dökülmesine yardımcı olur.
# Zayıflamayı sağlar.
# Böbrek ağrısını dindirir.
# Zihin yorgunluğunu dindirir.
# Baygınlığı geçirir.
# Prostat bezinin hastalanmasını önler.
# İktidarsızlıkta faydalıdır.
# Cinsel gücü artırır.
# Egzama ve diğer cilt hastalıklarında faydalıdır.
# Astım nöbeti, akciğer hastalıkları,
# Kandaki şeker seviyesini düşürür.
# Şeker hastalarında faydalıdır.
# Kolera ve veremde bağırsak solucanlarının düşürülmesine yardımcı olur.
# İhtiyarlamayı geciktirir.
# İştah açar.
# Kalbi kuvvetlendirir.
# Koroner damarları genişletir.
# Cerahatlerin boşalmasına yardımcı olur.
# Dolama ve arpacıkta da faydalıdır.

Resim:www.robinsomes.com'dan alıntı.

Devamı Buradan ...>>

22 Ekim 2009 Perşembe

AÇILIM -MAÇILIM

Aslında bugün size başka bir yazı hazırlamıştım. Ufacık aralarda, dar zamanlarımda ama keyifle hazırlamıştım yine de. Komikti çünkü. Yazarken yüzümde kocaman bir tebessümle yazmıştım. Belki hep beraber gülecektik. Ama ne yapalım, bir dahaki sefere artık...
Dün akşamdan beri kendimi yine başka hallere soktum ve buraya içimi dökebilirim belki diye yeni bir şeyler yazmak istedim. Sabaha güzel başlamıştım. Yorgun ama neşeliydim. Her gün yaptıklarımızı yaptık ve akşamı ettik. Yemeğimizi hazırlarken arka fonda televizyonda haberler vardı. Ahhh o haberler.!!! Bütün gün kaçırılan çocuklar, annesi, babası öldürülen ve katillerini arayan insanlar, ne yazık ki katillerin bulunmasına bile deliler gibi sevinen insanların haberlerini yüreğim dayanmadığı için izleyemeyen ben, haberleri es geçemedim dün akşam.
Yine ağlayan anneler vardı. Ağlayan gaziler,

feryat eden gözü yaşlı insanlar...
Bir yandan da bir yerlerde sevinen, kutlamalar yapan, davullarla zurnalarla sanki bir şeyler başarmışta, olmayanı oldurmuşçasına, inatla gülen gözler...
Olduğum yerde kalakaldım. Duymak istemedim, onların yerine kendimi koymak istemedim bile ama başaramadım. Bir baba:
"- Oğlumun cenazesinde ağlamadım, vatan sağ olsun dedim ama bugün ağladım işte" diyordu. İçinin yangınını kendi içimde hissettim. Diğer tarafta bir anne:
"-Keşke benim oğlumda onlardan olsaydı, hiç değilse şimdi yanıma gelirdi, bende mezar taşına sarılmazdım, şimdi yavrumu kucaklardım" diye ağıt yakıyordu. Bütün televizyon kanalları o yersiz, alakasız kutlamaları günlerdir, saatlerce gösterince insanların o kapanmayacak yaraları yeniden kanamıştı tabii. Dibine kadar da haklılardı. Bitene kadar izledim...
Artık ben de oğlum gibi sadece reklamları ve baby tv'yi izlemek istiyorum.
Bence olmadı bu. Bu "açılım" beni hiiiçç açmadı. Yıllardır ağlayan analara, eşlere, babalara, kardeşlere haksızlık oldu bu.
Olmadı!!!
Dün geceden beri, ağlayan şehit anneleriyim ben. Gözyaşını içine akıtan babalarım, isyan eden, artık güvenmeyen, yalnız, ortada kalakalmış eşlerim. Çok üzüldüm çook. Sadece izliyor olmak, bu kadar da olmaz diyebilmek sadece, daha çok büyütüyor içimdeki karmaşayı. Bir türlü içime sindiremiyorum işte.
Bu zamana kadar yaşanan bu gereksiz savaşın bir yerlerde, bir şekilde bitirilmesini, hepimiz istesek de bu böyle olmamalıydı. Yaşanan o kutlamalar nispet yapar gibi gözümüze sokula sokula her dakika gösterilmemeliydi. Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmamalıydık...
Daha çok şey yazmak istiyorum aslında. Yine de kararında ve tadında! Bırakmak istiyorum. Günaha girmek istemiyorum.!
Daha güzel günlere birlik ve beraberlik içinde ilerleyebilmek dileğiyle diyorum ve bitiriyorum.


Resim:sayhadergi.com'dan alıntı.

Devamı Buradan ...>>