.

"Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur."Kemal ATATÜRK .
SUFİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
SUFİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Ekim 2008 Pazar

ÜÇ KURUŞ ETMEYENLER

Çocuk babasına sorar:
"Babacım senin için benim değerim ne kadar?"
"Seni dünyalara değişmem ."der baba.
"Peki, sence Dünya'nın değeri ne babacığım?"
"Üç kuruş etmez"der babası.
Üç kuruş etmeyen şey bu dünya değil bize göre.
Bu dünyayı yaşanmaz hale sokanlar!
Tüm blogcu mağdur dostlarımıza SEVGİLER.
Devamı Buradan ...>>

7 Ekim 2008 Salı

DİNLE NEYDEN\FİLM


“Dinle Neyden”, 1798 Osmanlı-Fransız savaşının yaklaştığı günlerde, İstanbul’da barış arayan bir avuç insanın çabalarıyla, iki genç Saray mensubu arasında yaşanan duygusal ilişkinin tanığı olan genç bir Mevlevi Dervişinin mistik dünyasını anlatıyor;
Mevlevihane defterlerini tutmakla görevli Derviş, aynı zamanda eski bir Osmanlı Paşası olan Nuri Dede efendinin hizmetindedir
Dede efendi ve onun eski dostu olan bazı Fransız diplomatlar yaklaşan harbi önlemeye çalışmaktadır. Gayriresmi olarak sürdürülen bu çalışma, Sultan III.Selim’in kızkardeşi Beyhan Sultan’a ait Sahilsaray’da gerçekleştirilmektedir.
Rahatsızlanan Dede efendiye, diplomatik müzakereler sırasında eşlik eden Saray Tabibi Halil ile Beyhan Sultan’ın yardımcısı Gülnihal Kalfa arasında bir yakınlık yaşanmaktadır.
Dede efendiyle birlikte Sahilsaray’a gelen genç Dervişin defteri, tamamına tanık olduğu bu hikaye ile Hz.Mevlana’nın öğretisinden yansıyan satırların bir araya geldiği sayfalarla doludur
..
Devamı Buradan ...>>

19 Eylül 2008 Cuma

BLOG DOSTLARIMIZ



İşte biz. Bize dair bizler:

Daha sufi saja’yı yaratmadan evvel bir yerde okuduğumuz yazının şimdi ne kadar anlamlı olduğunu hissediyoruz. "Nette yazı yazmak, içine yazınızı koyduğunuz bir şişeyi denize bırakmaktır" diyordu. Gerçektende öyleymiş, çok kısa zamanda bu dünyada da sesimizi duyurabildiğimiz blog emekçileri suya yazı yazan dostlar edindik.Bu su, yazılarımızla birgün sevgi okyanusuna dönüşecek inşaallah. Bunların bazılarını sizler sufi saja içerisinde bulunan takip ettiklerimizden biliyorsunuz fakat onların isminin ve yazdıklarının duyulması ve bize verdikleri destek babında isimlerini burada yayınlıyoruz. Ve onlara teşekkür ediyoruz. İşte blog dünyasının yazı ve düşünce savaşçıları. Mutlak sizde ziyaret edin deriz bizden söylemesi.sufi
GAYKEDİ
TÜTÜ
AYDAN ATLIYAN KEDİ
BEYAZ ÇİKLET
FASULYENİN GÜNLÜĞÜ
YAŞAMIN KIYISINDA
BLOG MANİA EDİTÖRÜ
BİRDEN BİRE
KIRMIZI GÜNLÜK
FİKRİMİN İNCE GÜLLERİ
ŞİMDİ O KANATLATINI RÜZGARA AÇMIŞ
YILDIZ YAĞMURLARI
İLHAM PERİSİ
SESSİZ SAYFA
ÖYKÜ ATOLYESİ
KOZA
SEVİL
TATLI ŞURUBUM
VLADİMİR
Devamı Buradan ...>>

18 Eylül 2008 Perşembe

O ADAM SEN DEĞİLSİN


Buddha bir ağacın altında öğrencileriyle oturmaktadır. Bir adam gelir ve yüzüne tükürür. Buddha yüzünü siler ve adama sorar, "Başka? Başka ne söylemek istiyorsun?" Adam şaşırır, çünkü bir insanın yüzüne tükürülünce "Başka?" diye sormasını beklememiştir. Böyle bir deneyimi yoktur. Daha önce insanları hep aşağılamıştır ve onlar da kızarak tepki vermiştir. Ya da korkudan gülümsemiş ve adama yaranmaya çalışmışlardır. Ama Buddha ikisini de yapmamış, ne öfkelenmiş, ne de korkmuştur. Sadece düz bir şekilde "Başka?" diye sormuştur. Tepki vermemiştir.
Ama Buddha'nın öğrencileri öfkelenir, tepki verir. En yakın öğrencisi Ananda der ki: "Bu çok fazla, buna tahammül edemeyiz. Sen öğretine devam et, biz de şu adama bunu yapamayacağını gösterelim. Cezalandırılması gerekiyor. Yoksa herkes aynı şeyi yapmaya başlar."
Buddha konuşur:"Sesini çıkartma...

O beni kızdırmadı, ama siz kızdırdınız. O bir yabancı, buralara yeni gelmiş. Benim hakkımda bir şeyler duymuş olmalı; 'bu adam tanrıtanımaz, tehlikeli, insanları yoldan çıkarıp yanıltıyor' gibi şeyler. Benim hakkımda bir fikir edinmiş. O bana tükürmedi, kendi fikrine tükürdü; beni tanımıyor ki, bana nasıl tükürmüş olabilir? Eğer düşünürseniz, o kendi zihnine tükürdü. Ben onun bir parçası değilim, ve görüyorum ki bu zavallı adamın söyleyecek başka bir şeyi olmalı. Çünkü bu, bir şey söylemenin bir yolu; tükürmek bir şey söylemenin bir yolu. Bazen dilin yetmediğini hissettiğin anlar olur; derin sevgide, yoğun öfkede, nefrette, duada. Dilin yetmediği yoğun anlar olur. O zaman bir şey yapman gerekir. Derin sevgi duyduğunda, birine sarılırsın; ne yaparsın orada? Bir şey söylersin. Çok öfkelendiğinde birine vurursun, tükürürsün, bir şey söylüyorsundur. Bu adamı anlayabiliyorum. Söyleyecek başka bir şeyi daha olmalı. O yüzden 'Başka?' diye sordum."
Adam daha da çok şaşırır! Ve Buddha öğrencilerine der ki: "Siz beni daha çok kızdırdınız, çünkü siz beni tanıyorsunuz, benimle yıllarca yaşadınız, ama yine de tepki veriyorsunuz."
Şaşıran, kafası karışan adam evine döner. Bütün gece uyuyamaz. Bir buddha gördükten sonra artık eskisi gibi uyumak zordur, mümkün değildir. Bu deneyim tekrar tekrar aklına gelir. Ne olduğunu kendine açıklayamaz. Titreme, terleme nöbetleri geçirir. Böyle bir adama hiç rastlamamıştır; bütün zihni, bütün kalıpları, bütün geçmişi dağılır.
Ertesi sabah geri döner. Buddha'nın ayaklarına kapanır. Buddha sorar: "Başka? Bu da sözle söylenemeyeni söylemenin başka bir yolu. Ayaklarıma dokunduğun zaman, sözcüklere sığmayan, sıradan dille anlatılamayan bir şey söylüyorsun." Buddha devam eder: "Bak bu adam yine burda, bir şey söylüyor. Çok derin duyguları olan bir adam bu."
Adam Buddha'ya bakar: "Dün yaptığım şey için beni affet."
Buddha cevap verir: "Affetmek mi? Ama ben, dün o hareketi yaptığın adam değilim ki. Ganj nehri sürekli akıyor, o hiçbir zaman aynı Ganj değil. Her adam bir nehirdir. Senin tükürdüğün adam artık burada değil; aynı onun gibi görünüyorum, ama aynı değilim, bu yirmidört saatte öyle çok şey oldu ki! Nehirden çok su aktı. O yüzden seni affedemem, çünkü sana kızgın değilim."
"Ve sen de yenilendin. Görüyorum ki sen dün gelen adam değilsin, çünkü o adam kızgındı. O kızgındı, ama sen önümde eğilip ayağıma dokunuyorsun, nasıl aynı adam olabilirsin? Sen o değilsin, o yüzden bunu unutalım. O iki adam; tüküren adam ve tükürülen adam, artık yok. Yakına gel. Başka şeylerden konuşalım."
....
Devamı Buradan ...>>

15 Eylül 2008 Pazartesi

MUSTAFA/ Can Dündar


Can Dündar, genç yaşlı herkesin hafızalarına kazınan “Sarı Zeybek”ten sonra bir Atatürk belgeseli daha yaptı. Adı: “Mustafa...”
Pek çoğu özgün fotoğraflar ve filmlerden oluşan mekânlara zaman zaman çizgi roman tarzı görüntüler de yerleştirilmiş.
Son yılların Batı filmlerinde bu teknik kullanılıyor ve gençler bu tadı tanıyor. Bazı mekânlarda tarih yeniden görüntülenmiş. Örneğin... Mustafa Kemal’in Ankara’da karşılanışının canlandırılışı.
Böyle sahnelerde kamera uzaktan çalıştırılmış. Filmin özünden uzaklaşan “Atatürk’e benzedi - benzemedi” gibi tartışmalar çıkmasına olanak verilmemiş.
Can Dündar, “Mustafa’da biz ..onun en yalın haline ulaşmaya çalıştık. O’nu sadece annesinin çağırdığı isimle hatırlamak ve hatırlatmak istedik” diyor.
Atatürk’ün Selanik’ten başlayan ilk yıllarını filmde Yunan bir çocuk (Yorgo) canlandırıyor. Kendi halkına bir dönem düşman belletilen Mustafa Kemal’in çocukluğunu nasıl da istekli oynamış.
Filmin afişinde yer alan ve muhacirliği, yurt arayışını temsil eden çalıdan ev sahnesinde ise Makedonyalı bir çocuk oynuyor.
Filmde Atatürk’ün 7 farklı dönemi için 7 farklı oyuncu yer alıyor.
Filmin müzikleri, Atatürk gibi Balkanlar’dan yetişmiş küresel müzisyen Goran Bregoviç’e ait.
Atatürk’ün doğduğu Selanik’ten Manastır’a, Şam’dan Berlin’e, Sofya’dan Karlsbad’a kadar her coğrafyaya gidilerek, doğduğu odadan öldüğü odaya kadar hayatı yerinde görüntüleniyor.
Atatürk’e dair yazılmış kitaplar, yerli-yabancı basının diplomatik yazışmaları taranıyor. Atatürk’ten kalan eşyalar, onu anlatan anılar, çalıştığı karargâhlar, yaşadığı evler, geride bıraktığı belgeler, sevdiği müzikler, söylediği sözler derleniyor.
Atatürk’ün daha önce görülmemiş fotoğraflarına, hatıralarını yazdığı not defterlerine, yakınlarına yolladığı çok özel mektuplarına, günlüğüne, el yazmalarına ulaşılıyor.
Selanik’ten Dolmabahçe’ye yolculuk tamamlanıyor.
Yolculuğun son durağı, 29 Ekim’de sinemalar...
Güneri Civaoğlu.
....
Devamı Buradan ...>>

11 Eylül 2008 Perşembe

KULAĞINDAN GİRENİ YÜREĞİNE GÖM















İki komşu ülkenin hükümdarları birbirleriyle savaşmazlar, ama her fırsatta
birbirlerini rahatsız ederlerdi. Doğum günleri, bayramlar da ilginç
armağanlar göndererek birbirlerine zekâ gösterisi yaparlardı.
Hükümdarlardan biri, günün birinde ülkesinin en önemli heykeltıraşını
huzuruna çağırdı. İstediği, birer karış yüksekliğinde, altından, birbirinin
tıpatıp aynisi üç insan heykeli yapmasıydı. Aralarında bir fark olacak ama
bu farkı sadece ikisi bilecekti.
Heykeller hazırlandı ve doğum gününde komsu ülke hükümdarına gönderildi.
Heykellerin yanına bir de mektup konmuştu.
Söyle diyordu heykelleri yaptıran hükümdar: ..

"-Doğum gününü bu üç altın heykelle kutluyorum. Bu üç heykel birbirinin tıpatıp aynisi gibi görünebilir. Ama içlerinden biri diğer ikisinden çok daha değerlidir. O heykeli bulunca bana haber ver."

Hediyeyi alan hükümdar önce heykelleri tarttırdı. Üç altın heykel gramına
kadar eşitti. Ülkesinde sanattan anlayan ne kadar insan varsa çağırttı.
Hepsi de heykelleri büyük bir dikkatle incelediler ama aralarında bir fark
göremediler.

Günler geçti. Bütün ülke hükümdarın sıkıntısını duymuştu ve kimse çözüm
bulamıyordu. Sonunda, hükümdarın fazla isyankâr olduğu için zindana
attırdığı bir genç haber gönderdi. İyi okumuş, akilli ve zeki olan bu genç,
hükümdarın bazı isteklerine karşı çıktığı için zindana atılmıştı.

Başka çaresi olmayan hükümdar bu genci çağırttı. Genç önce heykelleri sıkı sıkıya inceledi, sonra çok ince bir tel getirilmesini istedi.

Teli birinci heykelciğin kulağından soktu, tel heykelin ağzından çıktı.
İkinci heykele de ayni işlemi yaptı. Tel bu kez diğer kulaktan çıktı.
Üçüncü heykelde tel kulaktan girdi ama bir yerden dışarı çıkmadı. Ancak
telin sığabileceği bir kanal kalp hizasına kadar iniyor, oradan öteye
gitmiyordu.

Hükümdar heykelleri gönderen komsu hükümdara cevabi yazdı:

"Kulağından gireni ağzından çıkartan insan makbul değildir.
Bir kulağından giren diğer kulağından çıkıyorsa, o insan da makbul
değildir.
En değerli insan, kulağından gireni yüreğine gömen insandır.
Bu değerli hediyen için çok teşekkür ederim."
....
Devamı Buradan ...>>

7 Ağustos 2008 Perşembe

SU DAMLASI
















Küçük bir yağmur damlasıydım gökteki anacığımın koynunda, bekliyordum yağacağım zamanı.. Bekliyordum ve istiyordum tüm damlalığımla yağmayı aşağılara, Bu öyle bir arzuydu ki sonunda gökteki anacığım kabul etti beni göndermeyi toprağa...

Ama "söz ver" dedi" hiç bir zaman unutmayacaksın damlalığını;her zaman hatırlayacaksın beni"."Tamam anacığım" dedim "her zaman kalbimdesin".O zaman dedi ki canım anam, "pekala gönderiyorum seni aşağıya ama laf olsun diye değil...Orada toprağın koynuna girdikten sonra ta derinlerde bir tohumcuk var uyanmayı bekleyen;onu uyandıracaksın.Onunla hemhal olup hücrelerine kadar gireceksin,proteinleriyle tanış olacak,onunla varolacaksın."
Tamam dedim,söz ettim.İniverdim aşağıya AŞAĞILARIN AŞAĞISINA!
Süzüldüm topraktan,süzüldükçe çamurum arttı çamurum arttıkça ben kayboldum;kaybettim kendimi.Artık sade bir su damlası değil bir çamur parçası olmuştum...Yokladığımda hafızamı canım anamla konuştuklarımızı hatırlayamıyordum bir türlü...Artık içimdeki çamur öyle boyutlara gelmişti ki düşünemiyordum bile saf su haline gelmeyi ,ayrıca bu çamur oldukça hoşuma gitmeye de başlamıştı hani.Sulayacağım tohum ise çok derinlerde çok uzaklardaydı benden...Birgün dolanırken bir gölün kenarında kirliliğimin bilgisi geldi gölden;
"Gel,gel de bende fan ol kurtul nefsaniyet çamurundan"

Kurtulmak istedim o anda tüm çamurumdan kirimden ,attım kendimi içine gölün, saf suyuyla bir oldum özümü hatırladım bir anda.Artık hazırdım tohumcukla kavuşmaya,BAŞKALARINI UYANDIRMAYA!

Süzüldüm derelerden,aktım şelalelerden, yapraklardan çiğ oldum kökteki suya vardım da tohumcukla fan oldum,canından can oldum,işledi beni aşk ile,büyüdü, serpildikçe de serpildi,bir ulu ağaç oldu da beni yaprağından uçurdu bir damla su buharı olarak.Birde baktım gökteki anacığım ile bir olmuşum bakmaktayım aşağıdaki eserimize; taze bir su damlası olarak...
....
ALINTI:Sonsuzluk ötesi.com
Devamı Buradan ...>>

4 Ağustos 2008 Pazartesi

ŞEF SEATTLE'nin MEKTUBU:





Kızılderili reisi Seatle’ın, ‘Washington’daki büyük başkana’, Franklin’e 1853’te yazdığı mektuptur bu.
Asla gönderme tarihi değişmeyecek, asla anlamı bitmeyecek, asla eskimeyecek ve asla sararmayacak bir mektup.
İşte; Amerika’yı perişan eden doğal afetin hem habercisiydi bu mektup, hem de şimdi afeti en iyi anlatan makale...
Franklin’e yazılmış bile olsa, küresel ısınmayı, ormanların yok edilmesini, atmosferin kirletilmesini önlemek amaçlı Kyoto Anlaşması’nı imzalamayan Bush’a en iyi ders...Bu ders hepimize tabii ki.

*ŞEF SEATTLE’IN MEKTUBU:

Yüzyıllardır halkımın üzerine merhamet gözyaşları döken şu sonsuz gökyüzü bir gün değişebilir. Bugün açık gözüken gökyüzü yarın bulutlarla kaplanabilir. Sözlerim, asla yer değiştirmeyen yıldızlar gibidir. Şef Seattle her ne söylerse, Washington’daki büyük Şef ona, güneşin ya da mevsimlerin dönüşüne inandığı ölçüde inanabilir.
..
Washington’daki büyük Şef bize dostluk ve iyilik dilekleriyle birlikte bizden topraklarımızı satın almak istediğini bildirmiş. Onun, bizim arkadaşlığımıza çok fazla ihtiyacı olmadığını biliyoruz. Merak ediyoruz ki; gökyüzünü ve toprağın sıcaklığını nasıl satın alabilir ya da satabilirsiniz?

Bu toprakların her parçası halkım için kutsaldır. Çam ağaçlarının parıldayan iğneleri, vızıldayan böcekler, beyaz kumsallı sahiller, karanlık ormanlar ve sabahları çayırları örten buğu; halkımın anılarının ve geçirdiği yüzlerce yıllık deneylerin bir parçasıdır.

Ormandaki ağaçların damarlarında dolaşan su, atalarımızın anılarını taşır; biz buna inanırız. Beyazlar için durum böyle değildir. Bir beyaz, öldükten sonra yıldızlar alemine göç ettiği zaman, doğduğu toprakları unutur. Bizim ölülerimiz ise bu toprakları unutmaz. Çünkü Kızılderili, gerçek anasının toprak olduğuna inanır.

Washington’daki Büyük Beyaz Reis bizden toprak almak istediğini yazıyor.
Bu bizim için büyük bir fedakarlık olur. Büyük Beyaz Reis, bize rahat yaşayacağımız bir yerin ayrılacağını, bize babalık edeceğini, biz Kızılderililerin ise onun çocukları olacağımızı söylüyor. Bu önerinizi düşüneceğiz. Ama yine de bunun kolay olmayacağını itiraf ederim.

Çünkü bu topraklar bizim için kutsaldır. Nehirlerin ve ırmakların suyu, bizim için sadece akıp giden su değildir; atalarımızın kanıdır aynı zamanda. Bu toprakları size satarsak, bu suların ve toprakların kutsal olduğunu çocuklarınıza öğretmeniz gerekecek. Biz nehirleri ve ırmakları kardeşimiz gibi severiz. Siz de aynı sevgiyi gösterebilecek misiniz kardeşlerimize ?

Biliyorum, beyaz adam bizim gibi düşünmez. Beyazlar için bir parça toprağın diğerinden farkı yoktur. Beyaz adam topraktan istediğini almaya bakar ve sonra yoluna devam eder. Çünkü toprak beyaz adamın dostu değil, düşmanıdır. Beyaz adam topraktan istediğini alınca başka serüvenlere atılır..

Beyaz adam annesi olan toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne, alıp satılacak, işlenecek, yağmalanacak bir şey gözüyle bakar. Onun bu ihtirasıdır ki, toprakları çölleştirecek ve her şeyi yiyip bitirecektir.

Beyaz adamın kurduğu kentleri de anlayamayız biz Kızılderililer.
Bu kentlerde huzur ve barış yoktur. Beyaz adamın kurduğu kentlerde, bir çiçeğin taç yapraklarının açarken çıkardığı tatlı sesler, bir kelebeğin kanat çırpışları duyulmaz.

Belki bir vahşi olduğum için anlayamıyorum ama, benim ve halkım için önemli olan şeyler oldukça başka. İnsan bir su birikintisinin etrafına toplanmış kurbağaların, ağaçlardaki kuşların ve doğanın seslerini duymadıkça, yaşamın ne değeri olur?

Bir Kızılderiliyim ve anlamıyorum. Biz Kızılderililer, bir su birikintisinin yüzünü yalayan rüzgarın sesini ve kokusunu severiz. Çam ormanının kokusunu taşıyan ve yağmurlarla yıkanıp temizlenmiş meltemleri severiz.

Hava önemlidir bizim için. Ağaçlar, hayvanlar ve insanlar aynı havayı koklar.
Beyaz adam için bunun da önemi yoktur. Ancak size bu toprakları satacak olursak, havanın temizliğine önem vermeyi de öğrenmeniz gerekir.

Çocuklarınıza havanın kutsal olduğunu öğretmeniz gerekir. Hem nasıl kutsal olmasın ki hava? Atalarımız doğdukları gün ilk nefeslerini onun sayesinde almışlardır. Ölmeden önce son nefeslerini de gene bu havadan almazlar mı? Toprak satmamız için yaptığınız öneriyi inceleyeceğiz. Eğer önerinizi kabul edecek olursak, bizim de bir koşulumuz var;
Beyaz adam bu topraklar üzerinde yaşayan bütün canlılara saygı göstersin.

Ben bir vahşiyim ve başka türlü düşünemiyorum. Yaylalarda cesetleri kokan binlerce buffala gördüm. Beyaz adam trenle geçerken vurup öldürüyor bu hayvanları sadece eğlenmek için. Dumanlar püskürten bu demir atın bir buffalodan daha değerli olduğuna aklım ermiyor.

Biz sadece yaşayabilmek için avlardık buffaloları. Bütün hayvanları öldürecek olursanız nasıl yaşayabilirsiniz? Canlıların yok edildiği bir dünyada insan ruhu yalnızlık duygusundan ölür gibi geliyor bize. Unutmayın, bugün diğer canlıların başına gelen yarın insanın başına gelir. Çünkü bütün hepsinin arasında bir bağ vardır.

Şu gerçeği iyi biliyoruz: Toprak insana değil, insan toprağa aittir. Ve bu dünyadaki her şey, bir ailenin fertlerini birbirine bağlayan kan gibi, ortaktır ve birbirine bağlıdır. Bu nedenle de dünyanın başına gelen her felaket insanoğlunun da başına gelmiş sayılır.

Bildiğimiz bir gerçek daha var; Sizin Tanrınız bizimkinden başka bir Tanrı değil. Aynı Tanrının yaratıklarıyız. Beyaz adam bir gün bu gerçeği de anlayacak ve kardeş olduğumuzu fark edecektir. Siz Tanrınızın başka olduğunu düşünmekte serbestsiniz.

Ama hepimizi yaratan Tanrı için Kızılderili ile beyazın farkı yoktur. Ve Kızılderililer gibi Tanrı da toprağa değer verir. Bu toprağa saygısızlık, Tanrının kendisine saygısızlıktır. Beyaz adamı bu topraklara getiren ve Kızılderili’yi boyunduruk altına alma gücünü veren Tanrının adaletini anlayamıyoruz.

Tıpkı buffaloların öldürülüşü, ormanların yakılışı, toprağın kirletilişini anlamadığımız gibi. Bir gün bakacaksınız gökteki kartallar, dağları örten ormanlar yok olmuş, yabani atlar ehlileştirilmiş ve her yer insanoğlunun kokusuyla dolmuş. İşte o gün insanoğlu için yaşamın sonu ve varlığını devam ettirebilme mücadelesinin başlangıcı olacak.

Gündüz ve gece bir arada olamaz. Kızılderililer her zaman beyazlardan tıpkı sabah sislerinin güneşten kaçtığı gibi kaçmışlardır. Bütün bunlara rağmen, teklifinizi tartışacağız. Ve umuyorum ki, halkım bunu kabul edecek ve Büyük Beyaz Şefin vaat ettiği üzere beraber barış içinde yaşayacağız.

Böylece Ay birkaç kez daha doğacak, bir kaç kış daha geçecek. Bu geniş topraklara yerleşmiş ve mutluluk içinde yaşamış olan neslimiz, daha önce bizden daha güçlü ve daha umut dolu yaşamış insanlarımızın mezarları başında yas tutacaklar. Ama, niye insanlarımın kaderi için yas tutayım ki ?

Tıpkı deniz dalgaları gibi kabileler kabileleri, uluslar ulusları takip ediyor. Bu doğanın düzenidir ve teessüf gerekmez. Yok oluşumuz çok uzak olabilir ama kesinlikle bir gün gerçekleşecek; Son Kızılderili yok olup, kabilemin hatıraları beyazlar için bir tarih olduğunda, bu kıyılar kabilemin görünmez cesetleriyle kaynaşacak.

Çocuklarınızın çocukları kendilerini bir dükkanda, bir yolda, boş bir yerde yalnız olarak düşündüğünde aslında yalnız olmayacaklar. Dünyanın hiçbir yerinde tamamen ıssız bir yer yoktur.

Geceleri, şehir ve kasabalarınızın caddeleri boşalmış gibi görünse de, aslında, bir zamanlar oralarda yaşamış ve bu güzel toprakları gerçekten seven ruhlarla dolu olacaktır. Beyaz adam asla yalnız kalamayacaktır. Beyaz adamın, benim insanlarıma saygı göstermesini sağlamalısınız, çünkü; ölüler güçsüz değildir.

Ölüm mü dedim? !.. Ölüm diye bir şey yoktur ki, sadece dünya değiştirir insan…

Şef Seattle, 1854

Dipnot:
2-4 Temmuz 1999 tarihleri arasında Denizli’de yapılan “Yedinci Türk Dünyası Dostluk Kardeşlik ve İşbirliği Kurultayı”na katılan Onayda Kızılderili kabilesi reisi ve Amerika Yerlileri Sosyal İşler Daire Başkanı M. Franklin Keel’in konuşması kurultaya katılan delegeler üzerinde büyük bir etki yarattı. Kızılderililer hakkında geniş bilgi veren Keel, Kızılderililerin (atalarının) Baykal Gölü ve Yenisey-Tuva bölgelerinden Amerika kıtasına, Alaska üzerinden göç ettiklerini ifade etti. Kızılderililer ile Türklerin DNA testlerinin aynı olduğunu ve ayrıca Kızılderili genlerinin Türklerin genleriyle benzeştiğini belirtti. Amerika’da diğer bir Türk nüfusu da Kamçatka Yarımadası’ndan Alaska’ya göçen Saka Türkleridir. M.Ö. 1500 yıllarında Göktürk alfabesi ile yazılmış Saka Beyinin hikâyesini anlatan taş tablet, bu göçü kanıtlamaktadır. Fransız dil bilimcisi Dumesnil ise, Kızılderili dilinde 320 kadar Türkçe kelime tespit etmiştir.

Çin kayıtlarında da Türkler, kızıl saçlı, bronz tenli ve mavi gözlü olarak anlatılmaktadır. Kızılderililerin dini inancı da Orta Asya’da inanılan Şaman dininin bir uzantısıdır. Bu din; insanı doğanın bir parçası olarak kabul eder ve evrenin tümünün büyük ve tek bir ruh tarafından yönetildiğine inanırdı.

Büyük önder Atatürk’te Amerika’da yaşayan Maya uygarlığına ilgi duymuş ve Türk bilim adamlarına bu konu üzerinde araştırma yapmaları için talimat vermiştir. Nedense biz Türkler her zaman Kızılderililere karşı bir sempati duymuşuzdur. Çünkü onların karakter ve yaşama bakışları bizim karakterimize uygundur. Zaten Büyük Mevlana’nın tasavvuf düşüncesi de Kızılderililerin dünya ve din anlayışına yakın bir görüş değil mi?Sevgilerimizle.Derleyen:Dilek.
....
Devamı Buradan ...>>

17 Temmuz 2008 Perşembe

DERT


Dermân arardım derdime
Derdim bana dermân imiş.
Burhân arardım kendime
Aslım bana burhân imiş.

Sağım solum gözler idim
Dost yüzünü görsem deyü
Taşralarda arar idim
Ol cân içinde cân imiş.

Öyle sanırdım ayrıyım
Dost ayrıdır ben gayrıyım
Benden görüp işiteni
Bildim ki o cânan imiş.




Savm u selât u hacc ile
Sanma biter zâhid işin
İnsân-ı kâmil olmağa
Lâzım olan irfan imiş.

Kanden gelir yolun senin
Ya kande vârır menzilin
Nerden gelip gittiğini
Anlamayan hayvân imiş.

Mürşid gerektir bildire
Hakk'ı sana hakk-el-yakîn
Mürşidî olmayanların
Bildikleri güman imiş.

Her mürşide el verme
Yolunu sarpa uğratır
Mürşidi kâmil olanın
Gayet yolu âsan imiş.

İşit Niyâzî'nin sözün
Gizlemez aslâ Hak yüzün
Hak'dan ayrı bir nesne yok
Gözsüzlere pinhan imiş.


Devamı Buradan ...>>

6 Temmuz 2008 Pazar

4 Temmuz 2008 Cuma

SEVGİLİNİN OLMADIĞI CENNET CEHENNEMDİR















21 Mayıstan bu yana sizlere seslenemedik. Seslenişlerimizde sesimizin yansımasına kulak veremedik. Ya da sizin seslenişlerinize ayna tutamadık. Ah iletişimsizlik! Çünkü haberleşmeyi engelleyen 3 dağ arasındaki yemşeşil bir mekânda idik. Lost adası sanki. Bizi de sevgili öğretmenimiz bıraktı “ kuş uçar ama kervan geçmez” bakire mekâna. Gerekenleri öğrenip hayatımıza geçirebilmemiz uğruna. Hani bilirsiniz eski dervişler 40 gün erbaine girermişler ya biz 47 gün o erbaini yaptık bence.
Tüm sevdiklerimizden ayrıldık;1.
Tüm haberleşme olanaklarının yolları kapandı;2.
Acı haberler duyduk en çok sevdiklerimizin hastanelerde yattıklarına dair, ama gidemedik; 3.
Acı haber duyulur ya nasıl olsa. Bir de ulaşılamayan yerler gibi gözükse de alacaklılar yine de size ulaşmanın yollarını bulup kapınıza dayanır ya; bu da 4.
Gün 24 saat her an iş başında hissettik kendimizi; bu da 5.
Denizin muhteşem çırpınışları, gökyüzünün yıldızlarının yeryüzüne eğilip bizi kucaklayışları, tabiatın raks eden kokusu,kırmızı ve sarıyı içine asla kabul etmeyen yeşil ve ağacın baskın otoritesi cansız bedenimize dokunup geçti sanki. Ölü yıkayıcı yıkadı bedenimizi dönüp geldik eski mekânımıza…Dede'mizin söylediği gibi;"Sevgilinin olmadığı cennet anladık ki cehennemmiş "bize… Sevgilerimizle.
Devamı Buradan ...>>

12 Mayıs 2008 Pazartesi

SEÇME ADINA SAÇMALAMA



Hep gidip-gelmeler yaşama dair saçmalamalar ayrılıklar, acılar, tatlılar hep tercihler, yapmak zorunda bırakılışlar özgür iradesizlikler, külliye teslim oluşların acı veren haykırışları, olsun her başlangıç umuda dair bir tohum ekiş. Yaşama dair var oluşun iz bırakımları. Kaç göz görecek kaç kulak duyacak bakalım sessiz çığlıkları, kaç bakan göz görecek görülmek istenenileni.
Bir başlangıca yelken açıyoruz tercihlerin ardından hayırlara vesile olur inşaallah. Olmasa da hayırlara vesileeeeee.
Devamı Buradan ...>>

9 Mayıs 2008 Cuma

YALIN OLAN AŞKIN YALAN HALİ


Aslında o kadar çok şey var ki anlatacak ama kısa yazacağım. Bir zamanlar ne kadar YALIN yaşandığını düşündüğüm o aşkın günümüz şartlarında ne kadar yapaylaştırıldığı yapay ve sanal bir sistem üzerine oturtulmak istendiğini düşününce birazcık daha karamsar olmaya başlıyorum. Neden bunu yazıyorum, görsel ve yazılı basında ilişkilerin düzeysizliğini görünce yaşanılan eylemin aşk olmayı bırakın sevgi bile olamadığını düşünüyorum. İlişkilerin temeli para eksenli olmuş durumda. Televizyon reklâmlarında bile evlenme niyetinde olan genç kız evlenme zihniyetini küçücük bir şey yeter hayatım ile anlatıyor. Bir kaç tanede izdivaç programı adı altında......…, zengin eş arama düşüncesinde olanların katıldığı programlar var. Bakıyorum hayatını birleştirmek istediği kadına yâ da adama sorulan ilk soru eviniz var mı? Çalışıyor musunuz? Maaşınız var mı? Soruları oluyor tabi hak vermiyor da değilim ancak ilişkide ilk bakış açısının bu olmaması gerekliliğine inandırmak istiyorum kendimi. eskiden yok muydu tabiî ki vardı ama bu kadarda temeli para üstüne kurulu değildi hatta hatırladığım bir türkü var "ben varmam inekliye yoğurdu sinekliye Allah nasip eylesin omuzu tüfekliye diye." Tabiî ki bunun böyle olmasına iten sebepleri sıralamak o kadar kolay ki. Ama yinede ilişkilerde öncelik sırasının bir kâğıt parçası olmaması gerekir diyorum. İnsanlar bir ilişkiyi bitirdiklerinde içlerinde biten bir şeyin acısını yaşasınlar, onlar bir şey katsın bir dahaki ilişkilerinde öğrendikleri deneyimleri onlara güzel şeyler kazandırsın istiyorum. İşin kötü tarafı tabi bu. Canıgönülden dileğim ise aşkların o saflığını ve YALINLIĞINI ömür boyu ilk başladığı güzellikteki gibi korumasını ve olgunlaşan bir şarap tadına ulaştırmasını umut ediyorum. Umut ediyorum sadece umut….......
Devamı Buradan ...>>

2 Mayıs 2008 Cuma

LEYLA'YI İNCİTİRSİN


Bir gün Mecnun hasta yatağa düşer. Tedavi için doktor çağırırlar
Doktor:Damardan kan almak gerek!
Diyerek Mecnunun kolunu bağlar. Tam yaracağı sırada Mecnun,bağırır: Ey doktor bırak!
Ücretini al ve kolumu yarmadan git..Bu hastalıktan öleyim. Vazgeç kan almaktan..
Doktor mecnuna: Sen çöllerde kükremiş aslanlardan korkmuyorsun da kolunun yarılmasından mı korkuyorsun? diye sorar.Mecnunun cevabı şu olur: Ben neşterden korkmuyorum. Benim vücudum varlığım Leyla ile doludur. Korkarım ki benim kolumu yararken Leyla'yı incitirsin,işte ben bundan korkuyorum.


MESNEVİ: "Ey sevgilim, varlığımda senden başka bir şey kalmadı.Bu sebeple sirke veya bal denizde nasıl yok olursa ben de sende öyle yok oldum."diye açıklıyor.
Devamı Buradan ...>>

25 Nisan 2008 Cuma

BAKIŞ AÇIMIZIN DELİLİĞİ


Bakış açımızdaki kalıplara sıkışmışlığımız, çevremizdeki hayatı algılamamızda zorluk yaşatıyor gibi geliyor bana. Hep aklıma şu fıkra gelir "hocanın eşeği yaz gününün sıcaklığından olsa gerek sararmış otları yememeye başlamış. Bakmış ki hoca eşek elden gidiyor, acil buna bir çözüm bulmalıyım demiş. Aklına bir fikir gelmiş. hoca bu ya hemen eve koşturmuş, kapıdan içeri atılmış “hanım bizim bir gözlük vardı hatırlıyor musun? he demiş hanım. şurada” hoca gözlüğü aldığı gibi hışımla fırlamış dışarı,......… koşturmuş eşeğin yanına gözlüğü eşegin gözüne geçirmiş eşek otları bir güzel yemeye başlamış. Çünkü eşeğe taktığı gözlük yeşil gösteren gözlükmüş zavallı eşek ne yapsın yediği sarı otları gözlükten yeşil görüyormuş."Üzerimizden atamadığımız yargılarımız ve içimizde sakladığımız kişisel doğrular diye adlandırdığımız kalıplar kısıtlı kılıyor bizi diye düşünüyorum. Fıkradaki gibi... Hani deli diyoruz ya kendi kendine konuşan ve onların ne gördüğünü algılamadığımız insanlar grubuna, onlardan bahsediyorum. Şöyle bir düşünüyorum belkide onlar bizim hayatı algılayışımızın ötesindekini görüyorlar, belkide onlar bize deli diyorlar. ( Buna kesinlikle katılıyorum) hepimizin aslında içimiz de yaşadığımız duyguları, onların dışa vurarak yapıyor olmaları mı onları deli kılıyor?O zaman biz daha deliyiz, çünkü biz olduğumuz gibi görünmüyoruz. İçin için konuşmuyor muyuz zamanın akışında, gece yattığımızda, işte, banyoda, mutfakta, yolda yürürken. Hatta hatta hayatımızın en önemli yerini teşkil eden kâğıt parçasına anlam yüklerken ve hayatımızı ona bağımlı olarak yaşarken. Aldığımız havanın değerini önemsemediğimizde, bastığımız kürenin güzelliğini görmemek için sınırlar koyduğumuzda. Daha sayamadığım yüzlerce anlamsız ama o kadarda anlam yüklediğimiz anlamsızlıkları yaşarken. Onlardan daha deli olmuyor muyuz sizce? Sizi bilmem ama ben deliyim hem de zır deli.....
Devamı Buradan ...>>

15 Nisan 2008 Salı

GÖZÜMDE


Karşısına geçtim bir gün
“Ben nasıl istersem öyle gözüküyorsun bana” dedim.
Bazen bana yalan söylediğini bile düşündüm.
Ama aslında yalan söyleyen ve söylediğini düşünende bendim.
Bir sırrın vardı arkanda saklıyordun onu. Biz ise bizi bize göstermeye çalışmandan sırrını anlayamıyor ve göremiyorduk.
Önünde bulunan perde camından kaynaklanan sebepten,
Bazen değişiyordun ortamın dengesizliklerinde. Olsun yinede seviyordum seni, sevmesem de sevsem de benden başkası değildin sen. Var olanın dışında bir şey söylemezdin ki söylediğin ise benim söylediğim şeydi zaten.
İyi de kötü de bana aitti, bakışımdaydı. Adında zaten oradan geliyordu ayın'dan aynı olandan bizim seninle aynılığımızdan .AYNA oluşundan.
Seni bana gösteren sen ile seviyorum seni. Biliyorum sensin ayın'imde, seven beni.
SUFİ
Devamı Buradan ...>>

13 Nisan 2008 Pazar

Mevlana Celaleddin-i Rumi: Aşkın Dansı


Yakın zamanda izleyeceğimiz Mevlana Celaleddin-i Rumi belgesellerinden biri daha. kapsamlı çekildiği söyleniyor, kariyeri belli sanatçılarla çalışılmış biraz da sesini duyurabilmek için popüler insanlar da eklenmiş. hayal kırıklığına uğramayız umarım. Bunu neden söylüyorum Mevlana’nın hayat felsefesinde insanın kutsallığı hayatın anlamını insanda bulma öğretisi ve aşk vardır. Müslümanlığın kirletilmeye başladı bu dönemde anlatılması gereken sevgiyi doğru olarak yansıtmışlardır umarım.
Devamı Buradan ...>>

28 Mart 2008 Cuma

ÖZ BENLİĞE YÖNELMİŞ KESKİN ve DERİN BAKIŞ:İNSAN


Hayat masasında kendime otopsi yapan kendim, derin bir çizik atıyor bağrımın tam ortasına, acı duyuyor gibiyim, hissettirmemeye çalışıyorum kendime. Acımasızca çıkarıyorum cansız olduğunu düşündüğüm bedenimden iç organlarımdan bir kaçını. Bunu neden yaptığımı bilmiyorum. Yüz yıllar öncesinden kalan bir mirasmışçasına olgunluk ve huşu içersinde, ibadet edercesine yapıyorum işimi. Kendimden kendime bir ses işitiyorum sanki toprağın derinliklerinden çıkan tohum misali. Kendim için yapıyorum bunu diyorum, her şeyin daha iyi olması için. Acı hissedenin ruhum olduğunu anlıyorum aslında. Keskin bir bakış atmadığımı anlıyorum (Gerçek şu ki insan, öz benliği üzerine yönelmiş keskin ve derin bir bakıştır; “Kıyamet suresi: 14 “ Bedenimin içinde yatıyormuş gibi görünen ama onunla bir olan bana, bu keskin bakış.
İçimde boşluk oluşuyor bir anda anlıyorum ki artık içimde bir şey kalmamış. Sıra seni sen yapacak olanda diyor sessiz sözsüz konuşan gizemli ses. Gözlerimin karanlıkta kaldığını hissediyorum, dilimde yok fikrim de. Güzel bir duygu kaplıyor içimi üstüme örtülen örtüden midir nedir bilmem? Her şey tamam.
“ Artık dirilme zamanı kendimi yeniden yapacağım” diyor kendim,” içine BEN gireceğim.”
Devamı Buradan ...>>

3 Mart 2008 Pazartesi

EKMEK




Ekmek üstüne bir yazı yazmak istedim sizlere bugün. .Tarihi dayanaklara göre ilk ekmek buğday ile suyun karışımından oluşan bir güzellik olarak Mısırlılar tarafından kullanılmış ne kadar doğru şüpheli tabi. Bana soracak olursanız ekmek hayatın var oluşundan günümüze kadar var.

Şöyle bir düşünün, her gün fırın, bakkal ya da marketlerden aldığımız ekmeğin ne gibi işlemlerden geçip soframıza geldiğini. Aslında yediğimiz yemekleri var eden ama tek başına olduğunda ise bir anlam ifade etmeyen ekmek(Benim için tek başına da bir anlam ifade ediyor) Şimdi bütün bir hafta çalışmışsınız hafta sonu kahvaltısının o güzel hayali ile yanmışsınız, o özlediğiniz kahvaltıda ekmeğin olmadığını düşünsenize. Yâda akşam eve geldiğinizde yorgunluk vücudunuzun her zerresine işlemişken evdeki yemeğin ve dinlenme hayalinin “ evde ekmek yok”la yıkıldığını. Yok, hayal etmek istemiyorum. Buradan anlaşılıyor ki ekmektir yemeği yemek yapan aslında yemekler katık (yardımcı yemek manasında) Ekmektir asıl olan yemek (ana yemek).

Çok uzun zaman evvel bir dostum ekmeğe ne kadar kutsallık yüklediğimizi anlatmıştı. Trafik kazaları ile karşılaştığımızda yerde yatan insanı görmemezlikten gelebilen toplumumuz yerde bir ekmek gördüğünde hemen yerden alıp kenara bir yere koyma ihtiyacı hisseder.(hatta üç defada öpülür derler) çok garip bir milletiz.
Çalışmamızın mantığı eve ekmek götürmek içindir (ekmek parası için çalışıyorum)zorluk anlatımlarında ekmek vardır (ekmek aslanın ağzında) inandırıcılığı artırma yönteminde (ekmek kuran çarpsın)gibi.

Yani hayatımızı hayat yapan hep ekmektir hele birde şunu unutmamak lazım ki esas ekmek hayatta güzel şeyler ekmektir… Güzel ekenlere ekmeğin kıymetini bilenlere. SUFİ'den sevgilerle.
Devamı Buradan ...>>

29 Şubat 2008 Cuma

GÖNÜLE EKİLEN AYRILIK


Ayrılık, hani o şarkısını bile dinlediğimizde tüylerimizi diken diken eden.Gerçekleşmesini istemediğimiz ama akıbeti belli olan...

Zordur hep ayrılmalar bir iz bırakır kalbinin üstünde ciğerinin tam ortasında.Ellerini kalbine sokup sıksan da kanlanmaz ellerinin parmakları.Donar kanın
kalakalırsın..

Hep hissedersin onu aldığın her nefesde , duyduğun her kokuda, gittiğin her yerde yediklerinde, gördüklerinde kısacası her yaratılmış olan cismaniyette yaşarsın ayrılığı.
Aslında ayrılmamışsındır ondan o hep vardır o anın içinde, ama yinede bir şey istersin ayrılığı tattırana dair bir tutuş, bir dokunuş gibi.
Gözlerin dolar ağlarsın yaşlar içine akar göz pınarların kan olur içine doğru süzülen.
Söyleyen dillerin söylemez olur, susarsın sessiz çığlıklar atarsın bir dakikasına hissedişin.
Neleri vermezsin zamanın geri dönüşü uğruna neleri. Zaman akmasa bakan gözlerim baktığı yerden hiç ayrılmasa hiç konuşmasam hep o konuşsa acısı tatlısı yok olsa ,sadece o kalsa kelimeler kifayetsiz kalsa dersin.
Ama o yoktur artık.
Aslında hep vardır da.
Sen de gitmek istersin onunla birlikte onun gittiği yere.
O yaşayacak daha dersin ,sen yaşadıkça seninle yaşayacak dersin.
Anlatırsın herkese söylersin onu, gönülden gönle ekersin bir tohum gibi ayrılığının acısını. Onlar da yaşasınlar anlasınlar dersin.
Sevgiye ve aşka dair her şey olduğunu ayrılık acısının.

Sende paylaş acını.. SUFİ'den
Devamı Buradan ...>>