Her ne varsa âlemde sizden yansıyor” diyorlar. “Gözünün gördüğü her şey, iliklerine kadar işleyen aşk, parmak uçlarını hareketsizleştiren soğuk, esen rüzgâr hatta ahlak bekçilerini bile içten dışa yaratanlar sizlersiniz” diyorlar!”Biri için "ne iyi insan!"diyorsan; o sensin... "Ne ahlaksız ne dinsiz!" diyorsan "ahlaksız da dinsiz olan da sensin" diyorlar. "Orman içinde oturur gibiyim” diyorum, “senden yansıyan ağaçlar onlar!” diyorlar. Anlamakta zorluk çekiyorum. Sevdiğim ve sevmediğim diye ayırdığım her şey burnumun dibinde bitiyor çünkü...
Dün gece nedensiz bir dizideki yakışıklı hakkında “hiç sevmiyorum bu adamı!” çıktı ağzımdan. Oysa genç kızlar belki hayrandır adama! Tavrını, kasılmasını, kendini çok beğenmesini sevmemişimdir belki. Ama bunların hiçbiri benim o sözü söylememe mazeret değil. Sana ne adamın tavırlarından? Hani benden bana yansıyordu ya her şey?Belki de ben kendini beğenmişin biriyim, hıı nedersiniz?
Geçmişte filmlerde kahramanlıklar gösteren atlayan zıplayan bir anda 20 kişinin başını gövdesinden ayırabilen (film gereği bile olsa ) Cüneyt Arkın için de söylemiştim aynı sözleri, ertesi gün tiyatrocu bir arkadaşımla Alsancak’ ta gezerken karşılaşmıştım kendileriyle ve oturup muhabbetini dinlemiştim kuzu kuzu. “Dün sizin için bunları söyledim, bugün karşıma çıktınız!” demiştim de, kahkahalarla gülmüştü bana. Yaşayanın yaşadıklarından ders alması gerekiyorken aynı hataları bir defa bir daha yapması hiç öyle affedilir gibi değil bence. Dün gece o söz ağzımdan çıkmasıyla bir anda öyle bir öksürüğe tutuldum ki uzun süre nefessiz kalıp sabahı göremeyeceğimi sandım. Denetim ve koordinasyon şefim, Ahlak bekçilerim özel güvenliğim için gerekli zamanda gerekli müdahalesini yapmış yargıya taşımadan olayı tam oracıkta cezamı kesmişti.
Sevgiden, aşktan, birlik ve bizlik bilincinden insan olmaktan bu denli söz açıp kelime türeten tontini’ ye bu tür konuşma yakışır mıydı sizce? Ü-hü ühü...
Hepinize (içine yargı katılmamış) sevgilerimle.
Resim:images com'dan alıntı.
Devamı Buradan ...>>
27 Ocak 2010 Çarşamba
AHLAK BEKÇİLERİM
Gönderen
sufi
zaman:
10:45
16
yorum
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar...
24 Ocak 2010 Pazar
AŞKA AŞIKLARA AŞIĞIZ
Biz aşka aşıklara aşığız,aşkta yok olanlara..
Aşkın ateşinde yanıp da öz canından cayanlara…
Derdi tasayı unutup, her zerresi aşk olanlara
Aşığız aşkla yollara düşüp, Allah’ı bulanlara
Dikenli ayak, killi başla hak davetine koşanlara
Selim kalple maksadını fiili faile ulaştıranlara
Yüz sürmek gönül almak can bağışlayanlara
Biz aşka âşıklara aşığız aşkla serden cayanlara.
********
Kim demiş “sevgilinin cemali nurunda yanmam ben” diye
Kim demiş “onun emri fermanına dur denilebilir” diye
Haktan emir gelmeye dursun kılıç susar söylenen sözde
Cemali nur olan oturur aşk mabedinin baş köşesinde.
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
13:39
22
yorum
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar...
23 Ocak 2010 Cumartesi
ALTINIZDA KARINCA EZİLMİYOR
Seslerdir: aynı vazifeli askerler gibi içerisinde keşfedilmeyi bekleyen, gizli hazineleri aşikâr eden.
Seslerdir: içerisinde kızgınlıkları taşıyan,
Seslerdir: aynı bir âşık gibi içerisinde parfüm kokulu manaları sevdiğine sunan.
Hayat denilen bilgelik okulu, kimilerimize bırakmıştır atalarımızın mirasını bir ses nidası şeklinde. Gönül Kulağını açan insanlara sunmuştur mana denizinin incilerini, mercanlarını. Anlatmak istediklerimizin değeri anlayanın verdiği değer ölçüsündedir her zaman. Sen ne kadar yeni gelinin bohçasına sarar gibi saklayıp sarmalasan da, açar kendi değer anlayışı doğrultusunda sunulanı. İşte O kadın da öyle yapmıştı o gün; Otobüste arka taraflara ilerlemekte nazlanan kendinden sonraki nesillere seslenirken; “Biraz ilerlesenize çocuğum, Altınızda karınca ezilmiyor” deyivermişti karşısındakini incitmek istemeyen ince ve gizemli sesi ile.
Ne kadar anlamlıydı sözleri!
Eskilerin bizlere bıraktıkları miras çok söz gerektiren bir duyguyu içerisine ansiklopedik bilgiler yükleyecek denli kısa ve öz meselle anlatmalarıydı. Çok söz bırakmıştı eskiler bize, adına da Atasözü denmişti mirasına sahip çıkalım diye. Hangimiz artık bir olayı anlatırken kısa ve öz konuşma mantığı çerçevesinde kendisine kalan mirastan yararlanıyor? Bir acayiptir atasözlerimiz bir derya bir umman bir bilgelik düşmüştür her sözün ardına. Anlamak isteyen her can için: içerisinde vardır bin bir mana.
Yaratıcı tüm yarattıklarını toplar ve onlara sorar: "hazır olacakları güne kadar insanlardan saklamak istediğim bir şey var. Bu bir gizli gerçeklik:
Kartal söz alır: "bana verin, onu ay'da saklayacağım."Yaratıcı: "hayır, bir gün oraya giderler ve bulurlar."
Yunus balığı: "ben okyanusun dibine saklarım" der. Yaratıcı: "olmaz, oraya da inecekler" der. At söz alır ve: "onu büyük ovalara gömer, saklarım" der. Yaratıcı: "onlar dünyanın derisini keserler ve orada da bulurlar" diyerek karşılık verir. Sonra Toprak Ananın koynunda, Dünyanın göğsünde yaşayan, gözleri görmeyen ama ruhsal gözle gören büyükanne söz ister ve: "onu, onların içine saklayalım" der. Yaratıcı da mirası onların İçine saklar. Bu: SÖZdür işte.
Sevgilerimle.
sufi Cem
Resim:images.com'dan
Devamı Buradan ...>>
21 Ocak 2010 Perşembe
GÖKÇE GELİN, GÜLENDAM ve GÜLSANEM
Nüfusu milyonlarla anılan bir yakın ülkenin tek kraliçesiydi Gökçe gelin. O, bir ana kraliçeydi. Onun ülkesinde; Gelişmiş askeri strateji, örnek ve rasyonel bir iletişim ağı, teknoloji, kolektif çalışma gücü, doğa koşullarına dayanmak için gerekli olan her şey gelişmişti. Bu topluluk; ülkelerindeki sır dolu yaşamlarını birçok insan topluluğunun çözemediği formüllerle halletmiş ve refah mutluluk ve huzura ermişlerdi nasılsa. "Ee! Peki, bu nasıl bir ülkeydi? Yoksa bu anlatılanlar masal mıydı?" diyeceksiniz. Hayır, dostlarım; sabırlı olun ve bekleyin lütfen bu gerçek hikâyenin günümüzde de devam eden yaşanılmışlıklarını anlatacağım sizlere dilim döndüğünce..
Gökçe gelin tüm ülke yaşayanlarının ANAsıydı. Gülendam ve Gülsanem de onun bakımını üstlenen iki yardımcı, diğer bütün yardımcıların en yaşlılarıydılar. Tüm doğan kardeşleri onların gözetiminde doğmuş bakımlarını beslenmelerini ve hatta emzirilmelerini bile üstlenmişlerdi. İlla doğum yapmış olmaları gerekmiyordu her an süt üretme kapasiteleri vardı onların. Erkeklerinse olgunlaştıklarında soylarının devamı için gökçe gelinle çiftleşmekten başka bir görevleri yoktu. Bu ülkenin tüm diğer işlerini ise sadece dişiler yürütüyordu.
Gülendam ve Gülsanem aynı yumurta ikizleriydiler. Bir zamanlar Gökçegelinle öleceğini bile bile çiftleşmeye gelen yiğit bir askere âşık olmuşlardı her ikisi de. Başlarını öne eğip kraliçeye hazırlamışlardı sevdikleri yiğidi içleri yana yana. Kıskançlık değildi onlarınki, kendi canlarını bile feda edebilecek kadar özveriliydiler aslında. Yüreklerini burkan şey yiğidin bu beraberlik sonrası öleceğiydi. Onu yaşatmak için her çareye gizli gizli başvurup, ölülerin atıldığı boşluktan o ölmeden kurtardılar erkeklerini. Kraliçenin bunu duymasına imkân yoktu, çünkü mabedine kapanarak açlık ve susuzluğa kendini mahkûm etmiş melek kanatlarını yolarak bir müddet için onlarla beslenme ritüeline girmişti o sıra.
İşçiler, ülke bekçileri (yani kapıcılar) feromenler (yani hormon taşıyıcılar), oduncular, hemşireler, çiftçiler, attalar, dokumacılar, lejyonerler, taktik ustaları ve uzmanlarıyla mükemmel görev dağılımı dönüşümlü olarak her birey tarafından sevgiyle gönüllü olarak üstlenilebiliyordu bu ülkede. Halk tarımla uğraşıyor, ekiyor biçiyor, sürekli üretiyordu.
80 milyon yıllık bu uygarlık iktidar savaşı olmadan, zengin yoksul ayrımsız, eşit bir şekilde ve müthiş bir düzen içinde yaşıyordu. İstedikleri mesajları birkaç saniyede tüm ülkeye duyurabiliyorlardı. Kendini feda edecek kadar cömert olan bu ümmet kıtlık dönemlerinde aç kardeşlerini besleyecek psikolojiye ve anatomik yapıya sahiptiler.”Bugün, ben toplumum için daha iyi ne yapabilirim?” sorumluluğuyla yaşıyorlardı. Müthiş gelişmiş bu oto organizasyonda şef yok, plan-program yok, emir-komuta zinciri yoktu.
Gelişmiş iletişim sayesinde Gülendam ve Gülsanem’in ölmesi gereken bir erkeği ölümden döndürdükleri, birkaç saniyede tüm ülkede duyuldu nasılsa. O güne kadar hiç yaşanılmamış bir İhanet, tadılmamış bir duygu, ceza-i müeyyidesi bilinmeyen bir davranış biçimiydi bu onlarca. Utanç duydu ülke halkı kendinden. Bilinmedik bir koku tüm bireyleri sarhoş edip bayılttığı ve bu aşkı onlara unutturduğu sıra Gülendam ve Gülsanem yiğitlerini alıp ayrıldılar ülkelerinden. Başka bir kum tepeciğinde kendilerine başka bir koloni kurdular ve orada çoğaldılar. Ülkelerinin adına da “Gülen karıncalar ülkesi” koydular.
Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
21:00
14
yorum
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar...
20 Ocak 2010 Çarşamba
NE SU UYUR NE HASTE-İ HİCRAN NE DE VATAN HAİNİ
SU yalar kayaları kumları toplar dağların doruklarından ak karların yer yer erimiş yer yer buz olmuş parçacıklı kısımlarını, katar bedenine en kuytu en oyuk kısımlarına sokulur toprağın usulca. “SU uyur” derler oysa uyumaz o, hep çağıldar susar gibi görünür vardı mı düzgün bir menzile dinler çobanın kavalını, kuşların börtü böceğin kurdun, kuzunun çıngırağının sesini.
“Su uyur düşman uyur haste-i hicran uyumaz” ; (ayrılık hastası uyumaz) der Şeyh Galip ünlü divan şairi. O, o zamanlar söylenmiş söz oysa uyumuyor düşman aynı uyumayan su misali.
Ummana hasrettir su kavuşmak vuslata ermek karışmaktır emeli.
Ayrılık hastasının da bu hicranının sebebidir ay yüzlü sevgili.
Ya düş-mana ne ola? Uyumaz. Fermanı yenmek fethetmektir emeli.
Gaye kavuşmaksa: Ne su uyur,Ne haste-i hicran, ne de vatan haini.
Uyuyan bizleriz dostlar bir rehavet, uyuşmuşluk durgun göl misali.
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
08:40
18
yorum
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar...
19 Ocak 2010 Salı
GÖLÜN KENARINDA DURUP GÜMÜŞ AYA EVET DE
Kanadalı bir kızılderilinin sözü bu, benim değil.
“Bir gölün kenarında durup gümüş ay´a ´EVET!´ diye bağırıp bağırmayacağını bilmek istiyorum. Geçinmek için ne yaptığın beni ilgilendirmiyor. Neyi özlediğini, kalbinin arzuladığı şeye kavuşmanın hayalini kurmaya cesaret edip edemediğini bilmek istiyorum.”diyor.
AY önüne geçip GÜNEŞi perdeledi. RUH bedene ben buradayım dedi. Gümüş AY’a evet dedik. Böylece değişime girdik hep birlikte.
Öyleyse: bundan böyle,
“Kalbimizin istediği şey CESARETse ona kavuşacağız.
Kederlerimizin merkezine dokunup acıdan korkumuzu sileceğiz.
Coşkunun ayak parmak uçlarımıza kadar bedenimize dolmasına izin vereceğiz.
Yaş, cins, ırk, din dil ayırt gözetmeden insan olmanın sınırlarını aşacağız.
Bir aptal gibi görünsek de AŞK için ve hayallerimiz için kendimizden ödün vermeyeceğiz.
Sonucu ne olursa olsun ruhumuza ihanet etmeyip yalana tevessül etmeyeceğiz…
En ağır koşullarda ayaklarımızda zincir, gözlerimizde kara bant olsa da umut kuşumuzu işaret parmağımızın üstünde taşıyacağız.
Su gibi en altlarda aksak da kaya kadar sert olanı bile yumuşatacağız.
"Yanan bir daha yanmaz" deyip ateşi kendimize serin kılacağız.
Toprak gibi bereketli, hava kadar gerekli kılacağız ruhumuzu.
Kendimizle yalnız kaldığımızda yalnız olmadığımızın bilincine varıp kendi kendimizle yârenlik edebilmeyi öğreneceğiz.”
Hadi rastgele hepimize, sevgilerimle.
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
10:35
16
yorum
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar...
18 Ocak 2010 Pazartesi
İNSAN BUDUR İŞTE
Dünyanın her neresinde bir can yanıyor, feryadı dağları tutuyor ya da gizli gizli gözlerinden yaşlar süzülüyorsa acılı bir ananın ve bir bebenin; eğilip kalıbımıza baktığımızda bizim de bir yerlerimiz ığıl ığıl kanıyor olmalı. Hani biz BİR kişiydik, onun bedenindeki bir uzuv gibiydik sanki! Eğer öyleysek tırnağa bir kıymık batsa; tüm bedenin ondan haberdar olması gerekmez miydi? Müstakil bir varlığımız varmış gibi tüm çilelerden muaf, dert ve tasalardan bertaraf olmuş gibi mi olmalıydık? Ne yılan dokunsun ne de yılan az yaşasın da; “Bana dokunmayan yılan, bin yıl yaşasın” mı demeliydik?
Hayır; bizler insanız… İnsanı tanımlamak; öyle kelimeleri ardı ardına getirerek iyiydi, şefkatli ve merhametliydi, adaletli ve duyarlıydı gibi sözlerin yaftası ardında bir mana denizinin kıyısına çekip çıkarmakla da olmaz.
Zaten İnsan gibi insan olanı anlatmaktan dilimiz aciz, onu methetmekten ırağız, gözümüz kör kulağımız da sağır misali.
Bağdat çarşısında dükkânı olan bir ulu zat sıcak bir yaz günü öğle vakti dinlenmek için evine varır. Tam hafif kestirirken çarşı esnafından biri telaş ve heyecanla bu zatın kapısını çalıp “aman efendi, çarşı yanıyor tez gel malını kurtar” der. Aceleyle giyinir tam adımını sokağa atacakken başka bir çarşı esnafı “ aman efendim sen telaş etme senin dükkânına ateş değmedi!” der. Bizim efendi canı gönülden bir “elhamdülillah” çeker. Mal canın yongasıdır derler ya, bu elhamdülillah sanki “benim malıma zarar gelmedi çok şükür, kimin malına gelirse, kimin canı yanarsa yansın!” der gibi bir elhamdülillahtır. Bu sözünün ardındaki benliği insanlık dışılığı fark eden ulu zatımız tam 40 yıl tövbe eder Allah’a.
Şimdi soruyorum sizlere: hangimiz kazalar sonucu ölenlerin isimlerinin açıklandığı haberlere “aman tanıdık var mı?” diye dikkat kesilip dinledikten sonra tanıdık yoksa o isimlerin içinde: “çok şükür!” demiyoruz.Haiti’de deprem olmuş otuz bin kırk bin insan ölmüş Haiti nere??? Türkiye nere deyip eğlencemize, havai fişekli kutlamalarımıza, yurt dışı gezilerimize devam edebiliyorsak biz insan mıyız? ”Ateş düştüğü yeri yakar” derler, tabi ki az yanar, o yer benlik sınırları içindeyse. .BİZ olabilen gönlün kanatları ise, sınırsız sonsuz kaplıyordur magribden maşrığa tüm kâinatı; Evrenin her neresinde bir acı varsa onun bedeninden duyulur çatır çatır yangınların alev sesleri. İNSAN budur işte…
“Vay bizim insanlığımıza!” demeden de edemedim dostlarım. Sevgilerimle.
Resim:images.com'dan.
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
08:10
15
yorum
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar...
16 Ocak 2010 Cumartesi
BİTSİN BU ALACAK DAVASI
Sevgili dostlar:Kuran zilzal suresinde, "artık kim zerre miktarı iyilik yapmışsa onun sevabını görecek, kim de zerre miktarı kötülük yapmışsa onun cezasını görür " diyor.Haksızlığa uğradığını düşünenlerin alacakları mutlaka bir gün ödenir "hak asla yerde kalmaz" da; ya iyilik yaptığını sanıp da kötülük tohumları ekenlerin sonu nice olur sizce?
Bektaşi’nin biri bir bakkaldan 20 paralık alışveriş etmiş, çıkarmış kesesini parasını ödemiş. Ta kapıdan çıkacak bakkalcı; “hop hop amca hani para demiş.” Bektaşi; “ayol şimdi verdim ya demiş.” Verdim vermedin, verdin vermedin sonunda Bektaşi baba açıp keseyi bir daha vermiş.
Oradan fırıncıya uğrayıp ekmek vs almış o da 20 para tutmuş. “Hadi eyvallah deyip tam fırından çıkacak fırıncı; “hey amca aldıklarının parası nerde diye bağırmış.” Bektaşi “tövbe tövbe verdim ya!” demiş. Verdin vermedin, verdin vermedin oradan koşarak uzaklaşmış. Bir köşede durup
“AlLah Allah” demiş, “bakkalcı benim 20liği yuttu ben de fırıncınınkini yuttum, sen her şeye kadirsin bakkalcıdan al fırıncıya ver, günahı bana olmasın.”demiş.
********
Gariban Bektaşi'nin birine konuk gelecekmiş. Bektaşi konuğu nasıl ağırlar?..Elde yok, ayakta yok.. Mahcup olmak da istemiyor, konuk ağırlayarak Hak’ka hizmet edeceğini de düşünmüş...Komşusu Yahudi'nin bir sürü keçisi varmış...Onlardan birini çaktırmadan alıp kesmiş...Ama çaktırmadığını sanan kendisi...Yahudi, ağacın arkasından gözlermiş durumu...Demiş ki kendi kendine, "Kadıya gitsem.. Kadı Müslüman, o Müslüman, ben Yahudi.. Davayı kazanamam. Hadi kazandım, Bektaşi'nin nesi var ki, ondan alıp bana versin... Biz artık Allah'ın huzurunda hesaplaşırız... Yillar geçmiş. Yahudi, Allah'ın huzurunda davacı olmuş Bektaşi'den... Mahkeme kurulmuş.
Allah: Bektaşi’ye,
—Sen Yahudi kulumun keçisini kesmişsin,
—Kesmedim, demiş Bektaşi...
Yahudi:
—Ben gözlerimle gördüm diyor ya!
—Allah’ım, demiş Bektaşi... “Bir mahkemede bir adam hem şahit, hem davacı olamaz.”
—Haklısın ama demiş Allah, “Ben her şeyi görürüm. Ben de gördüm, kestiğini!...”
—Allah’ım, demiş Bektaşi... “Aynı mahkemede, hem şahit, hem hâkim olunmaz ki!...”
—Gene haklısın, demiş Allah... “O zaman getirin keçiyi ona soralım... “
—Ne! Demiş Bektaşi...” Keçi burada mı?...Ver onu o zaman bu Yahudi'ye...Bitsin bu alacak davası..”
Resim:images com'dan.
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
09:19
12
yorum
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar...
14 Ocak 2010 Perşembe
UYUYAN GÜZEL PROJESİNE BİR ÖPÜCÜKLE ÇÖZÜM
Zamanın birinde bir Ülkenin kralı 17 yaşını dolduran prensesinin doğum gününü kutlamak için sarayında büyük bir parti verir ve ülkenin bütün ileri gelenlerini bu mutlu şölene davet eder, hatta büyücüleri bile. Ancak on üçüncü büyücüyü bu davete çağırmayı unutur. 13.Büyücü de; intikam almak için prensese büyü yapar. Prensesin eline, 18. yaş gününde iğne batacak ve bütün saraydakilerle birlikte prenses anında derin bir uykuya dalacaktır.
Bunu duyan birçok prens saraya ulaşmaya çalışır ama sarayın her tarafını dikenli sarmaşıklar sarmıştır. Çokça zaman sonra olanları duyan cesaretli bir prens kendi ülkesinden buraya gelip, elinde kılıcı ve cesaretiyle sarmaşıkları kesmeye başlar... Ve sonunda saraya ulaşıp, dikiş odasında kucağında eline batan iğneyle uyuyan güzeli bulur, anlına kondurduğu bir öpücükle büyü bozulup, prenses ve saraydakiler derin uykularından uyanır. Bu bir masaldır hepimizin bildiği. Ancak içinde yaşadığımız şu yıllarda UYUYAN GÜZEL PROJESİ’nden haberi olanlarınız vardır sanıyorum. Bu bir masal değil, Zihin kontrol Programı’dır..
Projenin amacı; İnsan beyninin uzaktan kumandası, beyinyazımızda da belirttiğimiz gibi yönetilip yönlendirilmesi.
Gerekçesi ise; Toplu ayaklanma ve karşı gösteri hallerinde insanları kontrol altına almak sakinleştirmek ve teslim olmalarını sağlamak. Proje üzerinde çalışan yetkililerin, beyin kontrolü projesi ile ilgili çarpıcı bir gerekçeleri var ; "Biz bu araştırmayı, insanlığın hayrı için yapıyoruz. Bu teknikle toplu bir ayaklanma, ya da gösteri halinde kimsenin canı yanmadan olay yatıştırılacak. Bunun yanında terör örgütlerinin eylemlerinin engellenmesi için de bu proje önemli" denmektedir. İnsanoğlunun yapamayacağı hiçbir şey yoktur, yeter ki azmetsin. Ancakkk, Allah'ın izni olmadan bir yaprak kıpırdamıyorsa; gelsinler “sivrisineğin kanadını yapsınlar” diyorum ben de.
Elbet uyuyanları bir öpücükle uyandıracak bir yiğit çıkacaktır bir gün, tam burada bu yerde...
Sevgilerimle.
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
17:51
11
yorum
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar...

