
Geçen gün yeni tanıştığım biri bana bakıp, “aaaa siz 30 yaşında mısınız? Üstelik birde bebeğiniz var, hiç göstermiyorsunuz doğrusu!” demez mi. Sevincimi görmenizi isterdim. Eminim ağzım kulaklarıma kadar yayılmıştır. :) Karşı tarafın durumu biraz abarttığını içten içe bilsem de, 32 diş sırıtışıma engel olamadım :). Demek ki yaş ilerledikçe böyle oluyor dedim içimden, içinde bulunduğum şapşiliğin farkına vararak.:) Haa ne oldu şimdi yaşını göstermiyorsun da ne oluyor yani dimi. :) Başın göğe mi erdi? Yüzün göstermiyor belki ama ya için. Önemli olan içindeki sen değil misin?...
Yıllar önce, bir lise talebesiyken bu durumun tam tersine sevinirdim oysaki. Yaşımdan büyük gözükebilmek için uğraşır dururdum. O zamanlar
akranlarımdan uzun olan boyumun daha da uzun olmasını isterdim deli gibi, bunun içindir ki, topuklu ayakkabılara kayardı gözlerim sürekli. Annemin makyaj malzemeleriyle arkadaşlığım da aynı nedenden başlamıştır. Daha olgun (muş) gibi olabilmek için: ) 18 yaşından büyük(müş) havası verebilmek için debelenip duran bir kız çocuğu düşünün işte.
Ahhh ahh! o zamanlar böyle büyüyeceğimi bilseydim bunlara kafa yorar mıydım hiç? Hangimiz yorardık ya da?
Ben küçükken büyüyeceğimi bilseydim eğer;
Ortamımın, küçük yaşların, ergenliğin tadını daha bir çıkarırdım yayıla yayıla ohhhh!!! Okula giderken nefret ederek giydiğim formamı daha bir severek giyerdim mesela. Saçlarımı iki yandan örebilmenin tadını çıkarır, kanaat notundan sıfır alacağımı bile bile tırnaklarımı uzatmaya çalışmazdım. Eteğimin belini kıvrım kıvrım kıvırmaz illa baklavalı çorap giyecem diye tutturmazdım. Sigaraya asla başlamazdım. Daha çok âşık olurdum. Daha az üzülürdüm, daha fazla çalışır ama sokaklarda daha çok fink atardım :) Akşam babam kızmadan evde olabilmek adına muhabbetin en güzel yerinde kalkıp eve gitmezdim. Daha fazla kitap okur daha az kopya çekerdim. Acıklı şeylere daha az ağlar, komikliklere daha fazla gülerdim.
Ne de olsa bir gün büyüycem dimi, ve bunların hiç birini bu zamanda, bu akılla yapamıycam.
Bilseydim ahh bilseydim :)
Ne garip. Şimdi orta yaşlara doğru geçip giderken zaman, yolun yarısına beş yıl kalmışken yani, geçmişte gelmeyecekmiş gibi görünen o günleri yaşamaktayım aslında. Ne çok şey yaşadım ne olmazları oldurup, olurlardan vazgeçtim herkes gibi. Yaz yaz bitmez. Ee tamam da büyüdükte ne oldu yani.? Ne değişti çocukluktan bu yana. Yine gelecek endişesi, yine hayaller, umutlar. O zamanlar 16 olan yaş hanesi şimdi 30 oldu işte birde bu var.. Sonra 40 sonra 50- 60. Değişen bir şey yok ki.
“Bir an önce büyüsem”in yerini “ yine çocuk olabilsem, o günlere yine dönebilsem”in almasının dışında tabii.
Sevgiler…
Ela
Devamı Buradan ...>>
3 Eylül 2009 Perşembe
YİNE ÇOCUK OLABİLSEM
Gönderen
sufi
zaman:
14:42
16
yorum
Etiketler: ELA'dan mektup
2 Eylül 2009 Çarşamba
DAVULUMUN İPİ KAYTAN

Dün hayatımızın bir gecesini, Gümüldür Claros’da yaşayan bir dostumuzun mütevazi tahta sarayında geçirdik. Yemek ve muhabbet sonrası çocukların uyutulmasıyla gecenin yarısını bulduk. Terastaki cibinlik altında sivrisineklerle ve pırıl-pırıl bir havanın serin esintisinde uyumanın tadı bir başkaydı doğrusu! Ramazan davulcusunun geceyi bölen sesine karşı uyarılsak da, barometrenin bu kadar yüksek olacağını önceden düşünemezdik.
Geceye, yıldızlarla, aya gülümseyerek gözkapaklarımızı kapattığımızda
kuşlar ağustos böcekleri ve tüm doğa da sessizliğe bürünmüştü aynı bizler gibi. Bu en derin uykuların hafifliğinde sanki beynimize tokmak yemiş gibi yerlerimizden fırlamamızla, kendimi bahçe demirlerinin yanında buluvermiştim. Baktım ki davulcu hızlı adımlarla yokuşu tırmanıyor, elindeki tokmakla davulun gerilmiş derisini yırtmaya yakın bir güçle ve aşkla dövüyor, bir müddet uykulu bir halde bahçe duvarından koşturan davulcuyu böylece seyrettim. Sağımda zeytin ağaçları solumda ceviz ve yenidünya ağaçlarının yapraklarının arasından uzun saçlı beyaz çehreli parlayan iki gözün davulcuyla göz-göze gelişini bir düşünün. Davulcunun büyük bir korkuyla davulunu susturmasıyla;
“-Kardeş evde 3 çocuk var davulun sesiyle hepsi birden uyanıyor!” dedim. Davulcunun;
“-pardon abla bir daha aşağılarda keserim sesini çalmam davulumu” deyip koşar adım gidişini-kaçışını unutmayacağım. Uykulu davulcunun uyuyan yeşillikler arasında bembeyaz parlayan hayalet misali yüzü görmesiyle yaşadığı şoka yakın durumu sonradan idrak edebildim doğrusu. Sonradan da: AŞKla çaldığı davula bir de maniler eklemesini söyleseydim keşke dedim. 4.5 yaşındaki EREN’imin “Davulcu, davulunu sadece öğlenleri çalsın tamam mı?” dediğini davulcuya demediğime de bin pişman oldum.
Davulcudan sizlere bir çok güm güm , Benden de sizlere eski ramazanlarda davulcuların söylediği manilerden bir demet geldi armağan.Sevgilerimle.
Davulumun ipi kaytaaaan
Kalmadı sırtımda mintannn
Verin ağalar bahşişiiiiim
Alayım sırtıma mintan dümbede dümbede güm güm
Davulumun ipi gevşeeeek
İçinde yorgan döşekkk
Beni geçti gidiyooor
Kesik kulaklı eşşek dümbede dümbede güm güm
Yaram derindir eşmeeee
Aman derdimi deşme
Sahurda börek yoktuuuu
Gözlerim oldu çeşme dümbede dümbede güm güm
Davulumun içi pekmeeez
Çalarım fakat ötmez
Bir bahşiş vermezseniz
Davulcu buradan gitmez dümbede dümbede güm güm
Elimde sarı kâğıttttt
Ağlarım saat saat
İşte ben gidiyorum
Oturun rahat rahat dümbede dümbede güm güm
Sevgilerimle.
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
16:22
7
yorum
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar...
31 Ağustos 2009 Pazartesi
DİLİN KEMİĞİ YOK

Vücudumuzun en önemli parçalarından olan DİLin yaptığını başka hangi organımız yapabilir sizce? Dildir; hem öven de, seven de... Dildir; kılıç gibi kesen de... Bire bin ekleyip öten de... Aklı alıp, akıl veren de... Ağız boşluğunda susup söylemeyen de... Ağza gireni evirip çevirip mideye göndermeden önce ekşi tuzlu, tatlı, acı hissini beyne ulaştıran da, yalayıp yutturan da... Karalayıp kusturan da... Aynı köz olmuş ateşi uyarıp uyandıran maşa gibidir dil; marifetlerini saymakla bitiremez insan.Asıl olan her daim oruçlu olmaktır.
”Bazen hıfz eyle dilini, dilden gelir bela kardaş” diyen aşık Katibi’nin sözleri gibi dilini tutmak, dilinde tüy bitirmek, sırları namerde açmamak, konuşmama orucu tutabilmektir esas olan; yememek içmemek değil. Ağıza girenle bozulsa da yememe orucu,
ağızdan çıkan sözle bozulan orucun kazası da vebali de bir daha o sözü geri almakla affolmaz. Ok yaydan çıkmıştır bir kez. Söz kesmiştir menzile götüren yolların dünya haritasını. Eline diline diğer eline beline sahip olamamışsındır, yani “EDEB ya HU” kuralına uyamamış İNSAN olamamışsındır… Beş vakit namaz kılıp, 30 gün yemeyip içmemekle hasede fesada ayrılık ve yokluklara sürüklediklerini, dilin ile kesip, dilin ile bozduklarını yine dilin ile yapıştırıp onaramazsın, söylediklerini geri alamazsın ki!
Mevlana’nın bir hikâyesinde; Padişahın biri vezirine; “çok kıymetli sevdiğim misafirlerim gelecek onlara en güzel ve iyi ikramlarda bulunalım” dediğinde vezir gidip DİL alır. Değersiz misafirlerim gelecek “önemsiz bir davet git istediğini al “dediğinde vezir yine dil alıp sofralar hazırlatır. Padişah şaşırır, nedenini sorduğundaysa vezir “Padişahım hem en iyi hem en kötü olan şey DİLdir onun için iyi misafirlere de kötü misafirlere de dil aldım “der.
Koca yunusun dediği gibi:
"Döğene elsiz gerek, söğene dilsiz gerek."
Bülbül gibi her türlü belayı dilinden çektiğini anlayan bir talip, pirine bir gün der ki: “Ey mübarek şu boynumu deve gibi öyle uzun, öyle uzun yap ki, manda boku gibi her lafı pat pat atmayayım!”
Konuşmama orucu tutabilenlere (diline hâkim olabilenlere)AŞK ola.
Sevgilerimle.
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
12:56
12
yorum
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar...
30 Ağustos 2009 Pazar
OXYGEN/ OKSİJEN
Talebelerinden biri Konfüçyüs'e, "Ölüm nedir?" diye sorduğunda,Konfüçyüs'ün cevabı şu olmuş: "Hayat hakkında ne biliyorsun ki, sana ölümden bahsedeyim."
"Bilgili insanların umutları bilgisiz insanların zenginliğinden daha değerlidir"
DEMOKRİTOS
Video'yu sesli izlemenizi tavsiye ederiz.
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
09:15
6
yorum
Etiketler: MİTOLOJİ, SAJA BAKIŞI
28 Ağustos 2009 Cuma
İNSANI DÜZELT/ DÜNYA DÜZELİR

Bütün bir hafta çalıştıktan sonra pazar sabahı güne gözlerini açan adam keyifle kahvaltı sofrasının başına geçip eline günlük gazetelerini aldı ve bütün gün miskinlik yapıp evde oturacağını hayal etmeye başladı. Tam bunları düşünürken oğlu koşarak yanına geldi ve “ ne zaman beni parka götüreceksin ?” dedi. Baba, oğluna söz vermişti, bu hafta sonu onu parka götürecekti. Ama hiç dışarı çıkmak istemediğinden bir bahane bulması gerekti. Sonra gazetenin promosyon olarak dağıttığı dünya haritası gözüne çarptı. Önce Dünya haritasını ufacık parçalara ayırdı ve oğluna uzattı.
“Eğer bu haritayı düzeltebilirsen seni parka götüreceğim” dedi.
Sonra düşündü: “OH be kurtuldum! En iyi coğrafya profesörünü bile getirsen, bu haritayı akşama kadar düzeltemez!” Aradan on dakika geçmeden oğlan babasının yanına koşarak geldi:
“Babacığım haritayı düzelttim, artık parka gidebiliriz!” dedi. Adam önce inanamadı ve görmek istedi. Gördüğündeyse hayretler içindeydi ve oğluna bunu nasıl yaptığını sordu. Çocuk şu hikmetli açıklamayı yaptı;
“Bana verdiğin haritanın arkasında bir insan resmi vardı. İnsanı düzelttiğim zaman dünya kendiliğinden düzeliverdi.”
Devamı Buradan ...>>
27 Ağustos 2009 Perşembe
OKUL YIKILMAZ, YAPILIR

Bir zamanlar su oldum aktım yatağımda, toprak oldum otlar bitirdim üzerimde, rüzgâr oldum estim usulca engine, bugün de Zafer Mutlu’nun biricik kızı Zeynep Mutlu olasım geldi. nasıl oldu bilmiyorum, toprağın bağrından doğrulup adıma kurulmuş okulumu dozerlerin, kepçelerin elinden kurtarasım geldi. Sonra da ak mezarıma dönüp yeniden yeniden ÖLESİM geldi.
Geçtiğimiz Pazar günü sabah 5.30 da 600 kişinin elleriyle Acımadan yıkılan
Zeynep Mutlu Eğitim Vakfı Kemer Okullarında okuyan 600 kişiden biriyim bugün. Cem’im, Can, Mars, Emir, Begüm, Yaman’ım, Dilek’im bugün. Duvarlarında asılı duran resimlerim de, koridorlarında dolaşan adımlarım da, anılarım da, sevgili Atatürk’ümün resimleri ve veciz sözleri de, sevgili Öğretmenlerimin ders notları da biricik okulumun enkazı altında iki büklüm acı içinde dürülü kaldı.
Anamın ak göğsü gibi tertemiz çiçek kokulu pırıl pırıl zihinlerimize prangalar vuranlara,
Anılar ağlamaz sananlara, çocuklar anlamaz sananlara, o minicik sevgi dolu kırık gönüllerin yaptırım gücüne inanmayanlaradır bu son sözlerim:
Yıkım kararınızla; zehir ekilen baldan tatlı yüreklerimizin sızısı bir gün nefret öfke ve acıya dönüşmez inşallah. Çünkü bize ne ekersek onu biçeceğimiz öğretildi, bumerang gibi ne atarsak onun bize geri döneceğini bilenleriz BİZ.
Okullar yapılmasından yana olan, okulların yıkılmasına karşı çıkan ana-babaların göz nuruyuz BİZ.
“Okul genç beyinlere; insanlığa hürmeti, millet ve memleket sevgisini, şerefi, bağımsızlığı öğretir..”diyen Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün evlatlarıyız BİZ.
Biz BİZiz… Peki ya yıkım kararını alan SİZler; sizler; BİZ misiniz?
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
20:00
12
yorum
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar...
THE BOOK OF ELI/ AVATAR/KISKANMAK/NEFES vb.

Çoğu insan tarafından rahatsız edici olarak algılanan, Ağustos böceklerinin muhteşem senfonileri, yakında mevsim değişimi ve doğalarının gereği bizleri terk edecek. Yaz mevsiminin insan bedeni ve beyninde yarattığı rehavetin; sonbahar, ardından kış-ın da gelmesi ile daha bir aktiflik ve enerjiye dönüşeceğini düşünüyoruz. İşte bu enerjiden etkilenecek sektörlerden birisi de SİNEMA. 2009 kış aylarında ve 2010 döneminde bizleri enteresan filmler bekliyor gibi. Bunlardan bazılarının treiları yayınlanmaya başladı bile. Dikkatimizi çeken önemli noktalardan birisi de, filmlerin yoğun bir biçimde elektronik ortamdan etkilendiği ve fantastik öğelerin filmlerde yoğun oluşu. Herneyse yakın zamanda izleyeceğimiz filmlerden bazıları şunlar: 2012, AVATAR, THE BOOK OF ELİ. Türk sineması da bu arada boş durmamış, inanılmaz filmlerin yapım aşamasında olduğunu ve bunların bir çoğunu yakın zamanda izleyeceğimiz belirtilmiş.Çağan Irmak'ın, KARANLIKTAKİLER; Tuna Kiremitçi'nin, ADINI SEN KOY; Ezel Akay'ın, 7 KOCALI HÜRMÜZ, 11'e 10 Kala, Zeki Demirkubuz KISKANMAK ve uzun zaman önce yazdığımız Arkadaşlarımızın da oynadığı NEFES filmi bunlardan bazıları. Umarım hayatın kısa bir özetini kısa zamanda sunmaya çalışan filmler, bizlere 2009-2010 sezonunda yepyeni vizyonlar sunar. Bekliyelim ve görelim...
Devamı Buradan ...>>
24 Ağustos 2009 Pazartesi
ECEM ARTIK LÖSEMİLİ DEĞİL

Kadın o sabah tarottan iki kart çekti ve “bakalım kartlar bugün benim için ne diyor!” dedi. Alışkanlık işte… Birinci kart: Ecelerin kraliçesi, ikinci kart: Gizemlerin kraliçesi çıktı. ECE ve GİZEM adlı iki güzel kızın tahtlarından göz kırparak bakışını görüyordu sanki kadın. “Allah Allah hayır olsun bekleyelim bakalım neler olacak?” diye düşündü. Kahvaltı sofrasında, minik radyosunda;
“hastayım yaşıyorum
Görünmez hayalinle
Belki bir gün diye
Beklerim ümit ile” şarkısı çalıyordu. Gece gördüğü rüyanın etkisinden de kurtulamamıştı daha. “Mevlana bir kitap içinde ona saat armağan ediyordu.”Ne demekti bu şimdi? Zamanı iyi mi okumam gerek diye geçirdi aklından.” Ardından telefonun sesiyle daldığı derinliklerden çıkıp telefona uzandı.
“Canımmm, Günün aydınlık olsun oğlum” dedi kadın.
Umut: ağlamaklı bir sesle “Anne ben lösemili olarak doğsaydım ne yapardın?” diye sordu telefonda annesine. ”Şarkıcı Emrah lösemi hastası UMUT adlı çocuğa klip yapmış, sen beni kurtarmak için ne yapardın?”Annede bir sessizlik, “ Oğlum yapabileceğim her şeyi yapardım “diye yanıt verdi oğluna. “Tedavisi için bile en az elli milyar gerekiyor ve bizim bu paramız yok ve kurtulacağım da şüpheli” deyip Umut kapattı telefonu.
Lokmalar boğazına dizildi kadının.Aradan 10 dakika geçmeden radyodaki şarkılar sustu ve bir ses, “Lösemi hastası 1.5 yaşında bir çocuk için A RH negatif kan arandığını, kan vermek isteyenlerin O.532….….telefona başvurmalarını” anons etti.Kadın dikkat kesilip telefon numarasını kaydetti.”Benim de kan grubum ARH negatif diyerek acele numarayı çevirdi. Telefondaki ses “biz gelip sizi alalım” diyordu. Baba gecikmeden aceleyle geldi ve arabada giderken kadına;
“Kızım ECEM doğduğundan beri hastanede, çok zor günler yaşadık “diyordu.
”Bir kızım daha var adı, Gizem onunla ilgilenemez olduk, Annesi hemşire ben kardiyologum ama kan bulma konusunda hep çaresiz kaldık, elimizde 400 isim var benimle de kan grubu uyuşuyor ama tüm fonksiyonlar tutmuyor” diyordu. Hastanede test için kadından bir miktar kan alındı ve “biz sizi arayacağız” diye kadın evine bırakıldı.3 gün sonra kadın yine Ecem’in babası tarafından evden alınıp hastaneye götürülürken yolda adam dert yanıyordu
“kızımın lösemili olduğunu duyan çok kişi kan vermekten vazgeçiyor” diye. Kadın 50 yaşının üstünde olduğu için kâğıt imzaladı hastanede, kanını kendi rızasıyla verdiğine dair. Test sonucu Ecemin kanıyla tam bir uyum içinde ve en yüksek trombosit sayımı da bu kadıncağızın kanında çıktı. Ama kadın için kan vermek risk olabildiğinden imza alındı. Çünkü kanındaki trombositler (bağışıklık hücreleri) alınacak ve Ecem’e nakledilecekti.
Sonunda nakil başarıyla gerçekleşti.
Ecem 15 gün sonra doğduğundan beri kaldığı hastaneden çıktı.
Doktorlar, “mucize bu “dediler. Baba Konya’lı olduğunu söylediğinde kadın rüyasını hatırladı ve “Mevlana ile bir bağlantınız var mı?” diye sordu. Baba tevazu içinde, Mevlana’nın torunlarından olduğumuz söyleniyor” dedi. Kadını her ziyaretlerinde anne baba sanki çocuklarını onlara bağışlayan kadınmış gibi sevgi ve muhabbet gösteriyorlardı ona. Kadın ise “her şey haktan, erenlerin himmeti bu, ben bir şey yapmadım” diyordu. Ecem’in son maceralarını anlatıyor şimdi baba.” Ecem sizden kan aldığından beri çok değişti, kelebekler gibi artık” diyor ve devam ediyordu ” bir gün “saz kursuna yazılmak istiyorum “diyor, bir gün "resim kursuna." Geçen gün de gezmeye gidiyorduk, yolda dilenen bir kız çocuğu gördük, ben para vermek istedim
”HAYIRRR “dedi bana şaşırdım.
“Eve gidelim” diye tutturdu, kırmadım eve döndük. Bir hafta önce çok beğendiği bir elbise almıştık ona, baktım onu paket yapıyor anlayamadım! Ardından,
“hadi artık gidebiliriz baba” dedi. Evden çıktık koşarak dilenen çocuğun yanına vardı ve elbise paketini onun yanına usulca bırakıverdi.
Sonra da ECEM’İN babası kadına dönüp sordu:
“Sizin de böyle huylarınız var mıydı?” diye.
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
15:00
15
yorum
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar...
21 Ağustos 2009 Cuma
FOL YOK YUMURTA YOK

Siz siz olun dostlarım ikili ilişkilerinizde size müdahale edilmesini istemediğiniz meselelerinizde, özel konularınızda hiç kimsenin yanında tartışmayın. Kan kusmanızı “kızılcık şurubu içtim” kıvamında yansıtın çevrenize. Bunu neden mi yapın diyorum? Çünkü sizin tekâmülünüz adına hedef olduğunuz söz ya da itham kendi potanızda eriyip şekil aldığında her zaman sizi daha isabetli sonuçlara götürür. Kendi yanlışınızla yüzleşir el sıkışır ve barışırsınız belki. Amaaa
olayın içine işin ve konunun fehiminde olmayan birilerini soktuğunuzda “akı bok yapar” kurtaramazsınız takıldığı çividen eteğinizi. Hem etekten olur, hem de sorunlarınız ikiye beşe katlanır.”Sen bana bunu dedin,” “ O ona bunu dedi” ye, yargı ve yorumlara isnat ve suçlamalara iki birbirini seven kişiyi dargınlık ve gözyaşına ayrılıklara ve pişmanlıklara kadar götürürsünüz. Oysa ortada fol yok yumurta yoktur.
Sevgiyi ve aşkı korumak kutsal bir görev üstlenmişçesine ona eğilmek ve secde etmekle mümkün. Meselenize ortak ettiğiniz dostlarınız, anneniz, babanız kardeşiniz ne kadar olumlu ve barışsever olsalar da; AŞKın elbisesi iki kişiliktir, üçüncü kişiyi almaz içine. Bu dikişsiz elbiseyi giydiğinizde iki baş tek vücut olduğunuzu, onun sağ kolu, sizin sol kolunuzun bu elbiseden çıktığını yama ve lekeli dolaşmamanız gerektiğini bu kefeni ezelden mezara götüreceğinizi asla unutmamalısınız, Tamam mı?
Zamanın birinde dervişin biri karısından öyle yılmıştır ki, ne yapsın ne etsin de ondan kurtulsun planları yapmaktadır. Bir gün dayanamaz ve Pir’ine gidip şikâyet etmek ister. Bakar ki Piri evinin camları açık akşam vakti eşek gibi eğilmiş karısını sırtında taşıyor karısı da elinde kırbaç “deh deh!” diyor.” Vay be demiş derviş, koskoca Pir, eşek olmuş karısını sırtında taşıyor da ben bu halimle biricik karımı şikâyete ona geliyorum”
"Eşek olmadan âşık olamıyor kişi" işte bunu asla unutmamalı. Allahın bu pir gibi barışsever kullarını her yerde bulamayacağımızı da akıldan çıkarmamalı.
Sevgilerimle.
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
13:22
21
yorum
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar...

