.

"Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur."Kemal ATATÜRK .

17 Eylül 2009 Perşembe

KAPIKAYA KÖYÜ'NÜN MUSASI


15 yaşında...
Çok başarılı öğrenciydi Musa.
Öğretmen olmak istiyordu.
Sabah okuluna gidiyor...
Sonra çobanlık yapıyordu.
Babası garibandı çünkü.
Tam bir sene önce, gene böyle bir sabah... Çıktı tek göz oda, ağıldan bozma evinden kör karanlıkta, yürüye yürüye, 2 kilometre, sırtında çantası, şehirlerarası asfalta geldi... İzmir Aliağa’ya bağlı Kapıkaya Köyü’nde yaşıyordu, köyde okul yok, okul Yenişakran’da... Türkiye’nin en batı ucunda, bütün yatırımlar oraya yapılıyor denilen coğrafyada, Türkiye’nin en doğusundaki yaşıtlarıyla aynı kaderi paylaşıyordu; taşımalı eğitim... Servis bekliyordu.

Yakaladı yakaladı...
Kaçırdığında okuluna gitmesi imkânsız.
O nedenle, gün doğmadan kalkıyor, en az 2 saat yolu hesap ederek, saat 6 civarında asfaltta oluyordu.
Asfalt rampa.
Göründü yarım saat sonra servis minibüsü... Manisa’nın Karaahmetli Köyü’nden başlıyor, çocukları toplaya toplaya, en son Musa’yı alıyor, Yenişakran’a varıyordu. İçerde, biri şoför, biri engelli çocuğuna refakat eden anne, toplam 27 çocuk... Musa 30’uncu.
Durdu önünde her sabahki gibi, bindi Musa, hareket ettiler. Ama bir acayiplik vardı... Şoför döndü Musa’ya öfkeyle, “Bak seni almak için durduk, fren patladı, niye rampada duruyorsun, 100 metre yürüyüp düzlükte dursana!” diye bağırdı... Yer kalmadığı için ayakta dikilen Musa, büktü boynunu, ne desin, zaten bütün çocuklar ona suçlu gibi bakarken ne diyebilirdi ki? Bir ara göz göze geldi en sevdiği sınıf arkadaşı Hidayet’le... Hidayet gülümsedi, çaktırmadan şöyle bir salladı elini havada “Boşver” manasında, “boşver, üzülme...”
Dandik asfaltta haldır haldır gitmeye başladılar, 1 kilometre, 2 kilometre, 3 kilometre... Yenişakran’a 4 kilometre kala, olanlar oldu, trafolar bölgesinde dik yokuşun sonundaki sert viraja daldı minibüs, “Fren boşaldı” diye bağırdı şoför, savruldular, korkuluk morkuluk yok tabii, uçtular Tütünlü Deresi’ne... Önce çığlıklar, 3 takla, 5 takla, darmadağın oldu, zaten darmadağın haldeki minibüs, sonra trajik sessizlik.

İsmail oracıkta öldü. 9 yaşındaydı. Recep öldü, Murat öldü. 15’indeydiler. Ve, gülümseyerek kan kardeşine moral vermeye gayret eden Hidayet... Ambulanslar geldiğinde nefes alıp veriyordu hâlâ... Hastane, doktor, ameliyat, olmadı... Hidayet de gitti.

Ya Musa?
Kafası yarılmıştı, sağ el bileği ezik...
Hatta, o feci kazanın haberini yapan gazeteler, Musa’nın bandajlı fotoğrafını koymuşlardı, “Açılan kapıdan fırladı, kurtuldu” diye.
Kurtulmuştu hakikaten Musa... Sağ çıkmıştı o tabut minibüsten... Ama kâbuslardan kurtulamadı... Hidayet her gece rüyasına giriyor, gene gülümseyerek “Boşver, üzülme” diyor ama, şoförün “Bak seni almak için durduk!” diye bağırması kulaklarından gitmiyordu, çın çın... Bıraktı okulu. Gitmedi bi daha.

Ve, bir sene sonra...
Bilirkişi, en fazla 12 yaşında olması gereken servis minibüsünün, daha eski, 15 yaşında olduğunu, frenlerin kazadan çok önce patlak olduğunu tespit etti; balatalar erimişti. Aslında servis minibüsü bile değildi, öyle olsaydı, “S” plaka taşımalıydı, taşımıyordu. Buna rağmen, hiç kimse şikâyetçi olmadı... Savcı hariç... Kamu adına dava açtı, bilirkişi raporunu koydu hâkimin önüne, hâkim de, hiç tereddüt etmeden 10 sene hapis verdi şoföre... Giden gitmişti ama, hiç olmazsa suç cezasız kalmamıştı.
Ve, önceki gün...

Yıldönümüydü.

Kapıkaya Köyü’nün kabristanında anma töreni yapıldı. İsmail, Recep, Murat ve Hidayet’in ardından dualar edildi. Musa da oradaydı... Gene kenarda, gene boynu bükük. Ve gene, bir senedir her gördüğüne söylediği gibi, “Benim yüzümden, keşke düzlükte dursaydım, benim yüzümden” diye ağlıyordu. Ne büyükleri teselli edebiliyordu onu, ne mahkemenin verdiği adil karar rahatlatabilmişti vicdanını, ne de rüyasında “Boşver” diye gülümseyen Hidayet.

Bitti tören.
Gitti evine.
Astı kendini Musa.
Bir sene dayanabilmişti buna.
Evet, Japonya değil burası...
Kimseden harakiri yapmasını beklemiyoruz.
Alışığız, istiflerini bozmayacaklarını, istifa etmeyeceklerini de biliyoruz. Ama “Sprey yüzünden oldu, yok efendim buzullar eridi, dünyanın suçu” filan, ayıptır beyler.

Başta minik Dila... 30 küsur günahsız sel kurbanından utanmıyorsunuz, bari, Musa’nın yüreğinden utanın da, hiç olmazsa bir özür dileyin.YILMAZ ÖZDİL'den Alıntı

Devamı Buradan ...>>

14 Eylül 2009 Pazartesi

YAĞMA / TALAN / ARADAKİ İNSAN

Okulların açılmasının arifesinde olduğumuz bu günlerde yazılı ve görsel basının “gündem” dediği, bizimde hayatımıza istemeden de olsa giren hayat telaşları aniden değişim hızını arttırmış durumda. Açılım, Demokrasi vs derken doğanın yıkım gücünün acı tarafı ile karşılaşmak bizlere; kontrolün sadece bizim elimizde değil, bütünlük içerisinde olması gerektiğini hatırlattı. Gündem denilen yalan gerçeklik insani doğrularımızı yavaş yavaş elimizden alıp, bizi ne olduğu belirsiz canlı türüne dönüştürmeye devam etmekte. En zayıf olduğumuzu hissettiğimiz anlarda bile yaratığa dönüşümümüzü nasıl en iğrenç şekle büründürebiliriz diye uğraşıyoruz. Mağduriyetin pençesinde boğuşan sel mağduru insanların dışında yağma talan ve gasp mantığını “ne olacak zaten akıp gidecekti” “önüme düştü bende aldım” doğruluğuna sığınan salak ve çıkarcı zihniyet, karşımıza kralın çıplaklığı mantığında aniden görünüverdi. Geçenlerde Emre Kongar, “vicdan her insana göre değişkenlik gösterir” konusuna Kafka’dan bir yazısı ile gerçeklik getirmeye çalışmıştı.

” Sizden çok uzakta hiç tanımadığınız adamın birinden size miras kalacak, onu düşünce gücü ile öldürür müsünüz?” demişti. Vicdan eğer evrensel vicdan doğrusundan sıyrılıp benlik elbisesini giyerse onun adı vicdan değildir artık. Doğrular durumlara ve koşullara göre şekillenmemeli. İnsani doğrular annemizden doğduğumuz anın temizliğinde olmalı. Bu konuyu kısa bir hikâye ile anlayana sivrisinek saz. minvalinde noktalamak istedik.

Levrek avı yasağının kalkmasından az bir zaman önce, baba oğul akşamın
ilk saatlerinde küçük balıklardan yakaladılar. Sonra çocuk oltasına yem takıp, oltayı fırlatma talimi yaptı. Yem suya değdiği zaman gün batımında suda altın haleler oluşturmuş, daha sonra gölün üzerinde ay doğmuştu. Oltasının hızla çekildiğini hissedince, oltaya büyük bir balık geldiğini anladı. Babası oğlunun balığı çekişini hayranlıkla izledi. Çocuk sonunda yorgun düşen balığı sudan çıkardı. O güne kadar gördüğü en büyük balıktı, bir LEVREK. Baba-oğul güzelim balığa baktılar, pulları ay ışığında ışıl ışıl parlıyordu. Babası bir kibrit yakıp saatine baktı. Saat on olmuştu. Av yasağı başlamıştı. Önce balığa, sonra oğluna baktı. “Suya geri bırakman gerekiyor, oğlum,” dedi. “Ama Babaaa!” diye itiraz etti çocuk ağlamaklı bir sesle. “Başka balıklar da var,” dedi babası. “Ama hiçbiri bunun kadar büyük değil!” dedi çocuk. Göle şöyle bir göz attı. Gölde hiçbir balıkçı teknesi yoktu. Babasının yüzüne baktı bu kez. Kendilerini hiç kimsenin görmemiş olmasına, kimsenin ne balığı yakaladıklarını bilmesinin olanaksız olmasına karşın, babasının sesinden bu konuda hiçbir ödün vermeyeceğini anlamıştı. Oltanın ucunu balığın ağzından çekti ve balığı gölün karanlık sularına bıraktı. Balık suya düşer düşmez, şöyle bir çırpındı ve gözden kayboldu. Çocuk bir daha bu kadar büyük bir balık tutamayacağından emindi. Bu olay bundan tam otuz dört yıl önce oldu. Bugün o çocuk o şehrin ünlü mimarlarından biri ve kızlarını hâlâ o adadaki küçük eve balık tutmaya götürüyor.
Mimarımız babasının bu tavrından sonra yıllarca balığa gitti, ama asla o kadar büyük bir balık tutamadı. Fakat “İnsani değerler” konusunda bir ikilem yaşadığı zaman hep o suya geri bıraktığı balık gözünün önüne gelir. Babasından öğrendiği gibi “ insani değerler”, doğru ile yanlışın ne olduğu konusunda çok basit bir konuydu. Ancak güç olan, değerlerin uygulanabilmesiydi. Birileri görmediği zaman da doğru olanı yapabiliyor muyuz? Evet, küçüklüğümüzde bizlere balığı suya geri bırakmak öğretilseydi, doğru olanı yapabilirdik. Çünkü gerçeğin ve doğrunun ne olduğunu öğrenmiş olurduk. Doğru olanı yapma kararı belleklerimizdeki canlılığını hiçbir zaman yitirmezdi. Bu anıyı dostlarımıza ve torunlarımıza göğsümüz kabara kabara anlatır, fırsatlardan yararlanmak değil, doğru olanı yapmanın insani bir erdem olduğunu bilirdik.
Sevgilerimizle.

Devamı Buradan ...>>

10 Eylül 2009 Perşembe

BİLGE VE KRAL


Bir zamanlar bir kralın aklına şöyle bir fikir geldi:
"Eğer bir işe ne zaman başlayacağımı, kimi dinleyeceğimi ve yapmam gereken en önemli işin ne olduğunu bilseydim, giriştiğim her işi başarırdım."dedi.
Krallığının dört bir yanına, kim kendisine her iş için en uygun anı, bu iş için en uygun kişinin kim olduğunu ve yapılması gereken en önemli şeyin ne olduğunu öğretirse ona büyük bir ödül vereceğini ilan ettirdi.Bilgeler kralın huzurunda toplandılar, fakat sorulara verilen yanıtlar birbirinden çok farklı oldu.
Kral hâlâ doğru yanıtları aradığı için, yakınlardaki bir bilgeye danışmaya karar verdi.
Bilge kişi, hiç ayrılmadığı bir ağaç kovuğunda yaşıyor, yanına halk dışında kimseyi kabul etmiyordu. Bu nedenle kral, halktan biri gibi giyindi ve yola düştü.
Bilgenin yaşadığı kovuğa yaklaştıklarında kral atından indi korumalarını orada bıraktı ve yola tek başına devam etti. Bilgenin yanına vardığında onu, çiçek kanalları kazarken gördü. "Ey bilge kişi, size birkaç önemli konuda danışmaya geldim." dedi ve sorularını sormaya başladı: "Doğru şeyi doğru zamanda yapmayı nasıl öğrenebilirim? En fazla gereksinim duyduğum, dolayısıyla ötekilerden daha fazla ilgilenmem gereken kişiler kimdir? En önemli ve her şeyden önce gelen sorum ise şudur: Kendimi vermem gereken işler nelerdir?" Bilge, büyük bir dikkatle kralı dinledi, fakat bir cevap vermedi. Ve yapmakta olduğu işini sürdürdü. Kral "yoruldunuz, küreği bana verin de siz biraz dinlenin." Dedi.
Bilge kişi, "Sağ olun" dedi ve küreği krala verdi, yere oturup dinlenmeye başladı. Kral, iki tarh kazdıktan sonra sorularını yineledi. Bilge kişi ona cevap vermek yerine ayağa kalktı, elini küreğe uzattı ve "Siz biraz dinlenin. Bir parça da ben çalışayım "dedi. Fakat kral ona küreği vermedi, tarh kazmayı sürdürdü. Saatler birbirini kovalıyor, güneş yavaş yavaş ağaçların ardında batmaya başlıyordu. Sonunda kazmayı toprağa saplayıp, bilgeye döndü:" Ey bilge kişi, senin yanına sorularıma bir yanıt bulmak için geldim. Eğer cevap vermeyeceksen söyle de evime gideyim.
Bilge kişi gözlerini uzaktan koşa koşa kendilerine yaklaşan adama dikti ve "Bak, biri koşarak buraya geliyor, bakalım kimmiş ve ne istiyormuş?" Kral arkasını döndüğünde, bir adamın kendilerine doğru koşarak geldiğini gördü. Adamın karnına bastırdığı ellerinin arasından kanlar sızıyordu. Kral ve bilgenin yanına gelince kendinden geçercesine inledi ve bayılıp yere yığıldı. Kral ve bilge, adamın üstündeki elbiseleri çıkardılar. Karnında büyük bir yara vardı. Kral yarayı elinden geldiğince yıkadı, mendiliyle ve bilgenin havlusuyla yarayı sardı ve kanı durdurdu. Adam bir süre sonra kendine geldiğinde su istedi. Kral dereden taze su getirdi, verdi. Bu arada akşam olmuş hava soğumuştu. Kral, bilgenin de yardımıyla yaralıyı kovuğa taşıyarak yatırdı. Yatağa uzanan adam hemen derin bir uykuya daldı. Kral, koşuşturmaktan ve yapmış olduğu işlerden dolayı öylesine yorulmuştu ki eşiğin dibine çöktü ve orada uyuyakaldı, kısa yaz gecesi deliksiz bir uyku çekti. Sabah uyanınca, yatakta uzanmış ve canlı gözlerle dikkatlice kendine bakan yabancının kim olduğunu anımsamaya çalıştı. Kralın uyandığını gören adam, zayıf bir sesle "Beni affedin" dedi krala. Kral, "Sizi tanımıyorum, üstelik affedilecek bir şey yapmadınız ki" dedi ama adam konuşmasını kesmedi: "Siz beni tanımıyorsunuz, ama ben sizi tanıyorum "dedi. "Ben, kardeşimi astırdığınız ve mallarını elinden aldığınız için sizden öç almaya yemin etmiş bir düşmanınızım. Tek başınıza bilge kişiyi görmeye gittiğinizi duydum ve dönerken yolda sizi öldürmeye karar verdim. Ama akşam olduğu halde dönmediniz. Ben de pusuya yattığım yerden kalkıp sizi aramaya koyulduğumda, korumalarınıza yakalandım. Onlar beni tanıdılar ve öldürmek istediler. Ellerinden kurtuldum ama yaralıydım; yaramdan kan akıyordu. Siz dün akşam yaramı sarmasaydınız, kan kaybından ölürdüm. Ben sizi öldürmek istedim ama siz benim yaşamımı kurtardınız. Eğer yaşarsam, şu andan sonra en sadık köleniz olarak size hizmet edeceğim ve oğullarıma de aynı şekilde yapmalarını emredeceğim. Affedin beni..."
Kral, düşmanıyla bu denli kolay barıştığı ve onun dostluğunu kazandığı için çok mutlu oldu. Onu yalnızca affetmekle kalmadı, uşaklarını ve kendi doktorunu gönderip onun tedavisini yaptıracağını söyledi. Ayrıca, el konulan tüm mallarının geri verileceğini de bildirdi. Yaralı adamla vedalaşan kral, kapının önüne çıktı ve orada çiçek tarhı kazmakta olan bilgeden sorularına cevap vermesini bir kez daha istedi.
"Siz, beklediğiniz yanıtı çoktan aldınız" dedi bilge ve şöyle sürdürdü sözlerini:
"Dün eğer benim güçsüzlüğüme acımasaydınız, buradan ayrılacaktınız ve geri dönerken şu adamın saldırısına uğrayacaktınız. Yani dün sizin için en önemli an, tarhları kazdığınız andı. Sizin için en önemli kişi bendim ve sizin için en önemli iş, bana yardım etmekti. Sonra yaralı adam koşarak geldi yanımıza. Sizin için en önemli an, onunla ilgilendiğiniz andı. Çünkü eğer onun yaralarını sarmasaydınız, o adam sizinle barışmadan ölecekti. Dolayısıyla sizin için en önemli kişi o idi. Ve yine o zaman en önemli işiniz de, onun için yaptıklarınızdı."
Bilge bunları söyledikten sonra, krala bir de öğüt verdi: Sizin için en önemli anın, içinde bulunduğunuz an olduğunu hiçbir zaman unutmayın. Çünkü yalnızca o an elinizden bir şey gelebilir. Sizin için en önemli kişi ise, o an birlikte olduğunuz kişidir. Çünkü hiç kimse, bir başkasıyla bir daha görüşüp görüşmeyeceğini bilemez. Ve sizin için en önemli iş ise iyilik yapmaktır. Çünkü insanın dünyaya gelmesinin tek nedeni budur...

Devamı Buradan ...>>

9 Eylül 2009 Çarşamba

ANNE ve BABA’ma mektup:


Tam bir yıl evvel 8 Eylül'ü 9 Eylül'e bağlayan geceydi “toparlan bakalım seyahate çıkıyorsun!” dediler.” Müddetin doldu, başka bir gezegene yollanacaksın, orada hayatı tüm zıtlıklarıyla deneyimleyip doğruyu güzeli bulacaksın!” Aylardır huzurlu ve mutlu bir ortamda hiç şikâyet etmeden miskinler gibi yan gelip yatıyordum doğrusu. Geçim derdi, yazın kışın sorunları olmadan kâh sırt üstü, kâh baş aşağı, kâh dönerek, devinerek yaşayıp gidiyordum işte. Giyim kuşam, yeme içme derdim bile yoktu. Üşüsem titremiyor, sıcaktan bile yanmıyordum. Ah giden günlerim!!! AHhhh! Paranın geçmediği cennet mekânım ve mutlu mesut güzel günlerim Ahh!

Mağaranın ağzından öyle bir ittirilişle ittirildim ki, eskiye bağlı iplerimi kesmeleri, bağlarımı tez zamanda çözmeleri gerekti. Çırılçıplaktım ve çırılçıplak bir bedene yatırılıp ağlama sonralarım ancak sükûn buldum. Beni sıcacık kollarıyla saran biri, sıcacık sevgi dolu bakan bir diğeri vardı. “Canım, maşallah, ne güzelsin, dünya güzelim” gibi kulağıma gelen anlamını bilmediğim melodik kelimeleri hayretle usulca gözlerimi açarak dinledim. Bu sefer sesler sanki hayranlık ifadelerine dönüştü, korkup kapattım gözlerimi.

O arada ağzıma konan yumuşacık nesneden ılık ve tatlı adını bilmediğim sihirli bir şeyler içip sarhoş oldum doğrusu. Gönderildiğim bu Gezegeni şimdiden sevmeye mi başladım ne? Gün 24 saat bu seyahatimde beni mutlu etmek, doyurmak, yıkamak, tüm ihtiyaçlarımı karşılıksız gidermekle görevli, beni kendi öz canlarından daha çok seveceklerine inandığım, uzun yaşantım boyunca beni koruyup kollayacak olan kutsal görevli güzel Anne’me ve Baba’ma sevgilerimle. İyi ki bu seyahatimde beni evinize gönlünüze ve kucağınıza aldınız. Güzel seslerinizle kulağıma ninniler ve dualar üflediniz. Ben de bu birinci yaş günümde sizlere layık bir evlat olacağıma and içiyorum, kucak dolusu sevgilerimle. ATA…
Beni siz böyle çağırdınız.

Devamı Buradan ...>>

6 Eylül 2009 Pazar

ŞEK VE ŞÜPHE


"Aramam, aşk beni bulur" diyebilene aşk da tıpış tıpış gelir. "Ben aldatıyor muyum ki, o aldatsın" diyenin de sevdiği ona hep sadık kalır.
Yukarıdaki yorumu bir blog yazarının yazısına yorum olarak bırakmak istedim, kabul görmeyince ben de sufi-saja da bu konuyla ilgili yazı yazmaya karar verdim.
Dostlarım kişi hani önce kendine bakacak ve kendi binasını mamur edecekti ya. Hani, işaret parmağımızla birine isnatta bulunup onu suçlarken geride kalan orta parmak, yüzük parmağı ve serçe parmak geriye dönüp bizi gösteriyordu ya! İkili ilişkilerde hemen hemen her tartışma “o bana bunu yaptı, o bana bunu dedi, bana bunu yapamazdı!” gibi sözlerin kıvılcımıyla koca ormanları (ilişkileri )yakmaya muktedir boyutlara taşınır çoğu kez. SONUÇ: Öfke nöbetleri sonrası “Bir içsel parçalanma…”BEN dediğimiz bize bunları yapan yüce BEN acaba nerede gerçek inanmışlardan olduğumuzu, nereye kadar onun varlığını varlığımızla bir tuttuğumuzu, başımıza gelenlerin dostun celalinden ya da cemalinden geldiğini bileceğimizi, derdin içinde de dermanda da onu bulup bulamadığımızı sınıyor olamaz mı?
Sevgili Babam ve Anne’min bu tür tartışmaları sıkça olurdu ve genelde de Annem başlatırdı kavgaları. Ama kavgalar 2 kişi arasında olur biliyorsunuz! Annem öfkelenir, ağzına geleni söyler, Babam da sakin sakin oturur ve “Süheylaaa! Burnun akıyor derdi.”

Bir kişiye musallat olan o ARABOZUCU, FİTNE EKİCİ, ŞEK ve ŞÜPHE zatı ilişkinin içine girip barınamaz boynunu büküp KUYRUĞUNU bacaklarının arasına sıkıştırıp kaçar giderdi. “Burnun akıyor!” lafına annem elini burnuna götürür akmadığını fark edince güler, Babam da karıcığına sarılır ilişkinin ipleri o zata teslim edilmemiş olurdu.
“Haktan gelen zehri içtik elhamdülillah
Zehri Bal eyledik geçtik inşallah” demek geldi içimden, darısı herkesin başına dilerim,Sevgilerimle.

Resim alıntı:muslimsapainstshaira.blogspot.com'dan

Devamı Buradan ...>>

5 Eylül 2009 Cumartesi

KUZU POSTU


Hikâyeler okuduk, Masallar dinledik olmayanı oldurduk, gidilmeyene gittik, görülmeyeni gördük bir zamanlar. Kanatlandık uçan halılarla, uyandırıldık kervanlardaki develerin boyunlarındaki çıngıraklarla. Rüzgârın kapıp getirdiği badem çiçeği kokularında sarhoş olup duyduk yârin sıcak busesini yanaklarımızda. Kapattık gözlerimizi aktık yerçekimine doğru içimizdeki ırmaklarla.
Kurt olmaktan geçtik.
Kurt olup KUZU postuna bürünmekten de.
Karar verdik hep kuzu olup kuzu kalmaya.
“Yeriz, içeriz “ dedik, çobanımızın bizi yaydığı dağlarda geçitlerde. Birbirimize yaslanıp korunuruz ısınırız soğuktan üşüdüğümüzde. Karar verdik yaratıldığımız o ilk günde. Yeşil hapı yuttuk onun için gönlümüz huzurlu hep yeşili gördüğünde. Anlayamadığımız bir hüzünle eğeriz başımızı ığıl ığıl çalan kavalın sesiyle. Sonra da bakarız çobanımıza aşk ve sevgiyle. Gün Geceye ulaşınca çobanın bir ıslığıyla toplanır, usulca ayaklarımız ulaştırır bizi ağılımızın yoluna.”Koyun gelmiş koyun gidecek” derler bizim için, kontur garantiyiz bizi bayram seyran kesince cennete gideceklerini sananlara. Sırattan üstümüzde geçirecekmişiz bizi kesenleri sözüm ona, sonrada ocaklarda pişip yenmişiz adımız olmuş kavurma. Kurt olmaktan iyidir kuzu olmak yine de değil mi? Yoksa milleti aldatmak için koca kurt kuzu postuna bürünür mü?
Bu arada unutmamak gerek çoban köpeklerinin bizi kurda yem etmemek için çektiği eziyet ve görünümünü!
Masallar da her zaman mazlumun lehine bitmeli.
Sevgilerimle.

Resim:www.hadwab.com dan alıntı.

Devamı Buradan ...>>

4 Eylül 2009 Cuma

NESLİNE İHANETİN CEZASI


Birbirine başkaldıran iki element; ateş ve su…
Ele avuca sığmayan…
Bentleri yıkan yakan yok eden. İnsan da 4 unsurdan yaratılmış. Öyleyse çok doğal, ateş hava su ve toprağın özelliklerinin yansıması insanoğlundan.


Zamanında Şam’ı İsfahan’ı orta Asya’yı dize getiren Timur’un savaşlarının korkutucu ünü o gitmeden beldelerde yaşayanların gönüllerine ateşin sıcaklığını ve telaşını ölüm korkusunun tohumlarını çöreklendiriyormuş bilirsiniz. Tarih kitapları savaşları hep haklı göstermiş, kazananları da hep kahraman ilan etmiştir ya çoğu kez.

Timurleng de zalimlikleriyle anılmıştır nasılsa; diri diri toprağa gömdüklerinden, başları gövdelerinden ayırtıp şehir meydanlarına yığmasından ötürü.
“Öfkem bir sel gibi beni de önüne katıp götürüyor” diyen Timur hakkında tarihçiler; “ hiddeti sanki alev almış harflerle konuşmasından anlaşılıyordu” demişler.
Timur’a sorarsanız nesline ihanet edenlerin başlarını koparmaktadır. Peygamberimizin gözümün nuru dediği Hz. Hüseyin’in ve Kerbela’da ölen 72 kişinin öcünü almaktadır. Kendince makul bir mazereti vardır onun. Nesline ihanet edenlere ceza vermektedir..Kılıcını zalimlerin boynunda bilemektedir.
Aynı kuş pazarında kuşların fiyatlarını soran adamın hikâyesi gibi:
Adamın biri kuş pazarında gezerken satılık kekliklere bakıyormuş. Bir keklik kafeste 10 lira, diğerinde 25, bir başka satıcıda; 100 lira. Merak edip sormuş, “bunun fiyatı neden böyle yüksek?” diye. Kekliğin sahibi; “efendim bu kekliğim çok marifetli onun için pahalı” “bacağına ip bağlayıp dağlara saldığında ötüşüyle diğer keklikleri başına toplayacak ve sende avını zahmetsizce avlayacaksın” Adam “hıı öyle mi o zaman al bu 100 lirayı ver kekliği” demiş. Kekliği kafesten çıkarıp eline alır almaz biraz başını okşamış sonra, tutmuş kafasını koparıp atmış. Hayretler içinde kalan satıcıya da;” Nesline ihanet edenin işte böyle kafası koparılır “ demiş aynı Timur gibi.
Günümüzde de bunca haksızlıklara ve zalimliklere karşılık cezaların yine yüce kudretin eliyle kesileceğine inancımız da olsa “gönül gözlerinin açılıp onlar için kendinden kendine merhamet dileyişimiz tesellimiz olacaktır. Bu da gelip bu da geçecektir inşallah.
Tire’li Lütfü Filiz’in de dediği gibi; “Celâliyle zâhir olsa, bu da geçer be yâ hu... Cemâliyle âyan olsa, bu da geçer de yâ hu. ... “ Çünkü mazlum da KENDİ, mazlumun ahını zalimden çıkaracak olan da KENDİ bize göre, sevgilerimle.

resim alıntı:www.fluidikoms.com dan

Devamı Buradan ...>>

3 Eylül 2009 Perşembe

YİNE ÇOCUK OLABİLSEM


Geçen gün yeni tanıştığım biri bana bakıp, “aaaa siz 30 yaşında mısınız? Üstelik birde bebeğiniz var, hiç göstermiyorsunuz doğrusu!” demez mi. Sevincimi görmenizi isterdim. Eminim ağzım kulaklarıma kadar yayılmıştır. :) Karşı tarafın durumu biraz abarttığını içten içe bilsem de, 32 diş sırıtışıma engel olamadım :). Demek ki yaş ilerledikçe böyle oluyor dedim içimden, içinde bulunduğum şapşiliğin farkına vararak.:) Haa ne oldu şimdi yaşını göstermiyorsun da ne oluyor yani dimi. :) Başın göğe mi erdi? Yüzün göstermiyor belki ama ya için. Önemli olan içindeki sen değil misin?...
Yıllar önce, bir lise talebesiyken bu durumun tam tersine sevinirdim oysaki. Yaşımdan büyük gözükebilmek için uğraşır dururdum. O zamanlar

akranlarımdan uzun olan boyumun daha da uzun olmasını isterdim deli gibi, bunun içindir ki, topuklu ayakkabılara kayardı gözlerim sürekli. Annemin makyaj malzemeleriyle arkadaşlığım da aynı nedenden başlamıştır. Daha olgun (muş) gibi olabilmek için: ) 18 yaşından büyük(müş) havası verebilmek için debelenip duran bir kız çocuğu düşünün işte.
Ahhh ahh! o zamanlar böyle büyüyeceğimi bilseydim bunlara kafa yorar mıydım hiç? Hangimiz yorardık ya da?
Ben küçükken büyüyeceğimi bilseydim eğer;
Ortamımın, küçük yaşların, ergenliğin tadını daha bir çıkarırdım yayıla yayıla ohhhh!!! Okula giderken nefret ederek giydiğim formamı daha bir severek giyerdim mesela. Saçlarımı iki yandan örebilmenin tadını çıkarır, kanaat notundan sıfır alacağımı bile bile tırnaklarımı uzatmaya çalışmazdım. Eteğimin belini kıvrım kıvrım kıvırmaz illa baklavalı çorap giyecem diye tutturmazdım. Sigaraya asla başlamazdım. Daha çok âşık olurdum. Daha az üzülürdüm, daha fazla çalışır ama sokaklarda daha çok fink atardım :) Akşam babam kızmadan evde olabilmek adına muhabbetin en güzel yerinde kalkıp eve gitmezdim. Daha fazla kitap okur daha az kopya çekerdim. Acıklı şeylere daha az ağlar, komikliklere daha fazla gülerdim.
Ne de olsa bir gün büyüycem dimi, ve bunların hiç birini bu zamanda, bu akılla yapamıycam.
Bilseydim ahh bilseydim :)
Ne garip. Şimdi orta yaşlara doğru geçip giderken zaman, yolun yarısına beş yıl kalmışken yani, geçmişte gelmeyecekmiş gibi görünen o günleri yaşamaktayım aslında. Ne çok şey yaşadım ne olmazları oldurup, olurlardan vazgeçtim herkes gibi. Yaz yaz bitmez. Ee tamam da büyüdükte ne oldu yani.? Ne değişti çocukluktan bu yana. Yine gelecek endişesi, yine hayaller, umutlar. O zamanlar 16 olan yaş hanesi şimdi 30 oldu işte birde bu var.. Sonra 40 sonra 50- 60. Değişen bir şey yok ki.
“Bir an önce büyüsem”in yerini “ yine çocuk olabilsem, o günlere yine dönebilsem”in almasının dışında tabii.
Sevgiler…
Ela

Devamı Buradan ...>>

2 Eylül 2009 Çarşamba

DAVULUMUN İPİ KAYTAN


Dün hayatımızın bir gecesini, Gümüldür Claros’da yaşayan bir dostumuzun mütevazi tahta sarayında geçirdik. Yemek ve muhabbet sonrası çocukların uyutulmasıyla gecenin yarısını bulduk. Terastaki cibinlik altında sivrisineklerle ve pırıl-pırıl bir havanın serin esintisinde uyumanın tadı bir başkaydı doğrusu! Ramazan davulcusunun geceyi bölen sesine karşı uyarılsak da, barometrenin bu kadar yüksek olacağını önceden düşünemezdik.
Geceye, yıldızlarla, aya gülümseyerek gözkapaklarımızı kapattığımızda
kuşlar ağustos böcekleri ve tüm doğa da sessizliğe bürünmüştü aynı bizler gibi. Bu en derin uykuların hafifliğinde sanki beynimize tokmak yemiş gibi yerlerimizden fırlamamızla, kendimi bahçe demirlerinin yanında buluvermiştim. Baktım ki davulcu hızlı adımlarla yokuşu tırmanıyor, elindeki tokmakla davulun gerilmiş derisini yırtmaya yakın bir güçle ve aşkla dövüyor, bir müddet uykulu bir halde bahçe duvarından koşturan davulcuyu böylece seyrettim. Sağımda zeytin ağaçları solumda ceviz ve yenidünya ağaçlarının yapraklarının arasından uzun saçlı beyaz çehreli parlayan iki gözün davulcuyla göz-göze gelişini bir düşünün. Davulcunun büyük bir korkuyla davulunu susturmasıyla;

“-Kardeş evde 3 çocuk var davulun sesiyle hepsi birden uyanıyor!” dedim. Davulcunun;

“-pardon abla bir daha aşağılarda keserim sesini çalmam davulumu” deyip koşar adım gidişini-kaçışını unutmayacağım. Uykulu davulcunun uyuyan yeşillikler arasında bembeyaz parlayan hayalet misali yüzü görmesiyle yaşadığı şoka yakın durumu sonradan idrak edebildim doğrusu. Sonradan da: AŞKla çaldığı davula bir de maniler eklemesini söyleseydim keşke dedim. 4.5 yaşındaki EREN’imin “Davulcu, davulunu sadece öğlenleri çalsın tamam mı?” dediğini davulcuya demediğime de bin pişman oldum.
Davulcudan sizlere bir çok güm güm , Benden de sizlere eski ramazanlarda davulcuların söylediği manilerden bir demet geldi armağan.Sevgilerimle.

Davulumun ipi kaytaaaan
Kalmadı sırtımda mintannn
Verin ağalar bahşişiiiiim
Alayım sırtıma mintan dümbede dümbede güm güm

Davulumun ipi gevşeeeek
İçinde yorgan döşekkk
Beni geçti gidiyooor
Kesik kulaklı eşşek dümbede dümbede güm güm

Yaram derindir eşmeeee
Aman derdimi deşme
Sahurda börek yoktuuuu
Gözlerim oldu çeşme dümbede dümbede güm güm

Davulumun içi pekmeeez
Çalarım fakat ötmez
Bir bahşiş vermezseniz
Davulcu buradan gitmez dümbede dümbede güm güm

Elimde sarı kâğıttttt
Ağlarım saat saat
İşte ben gidiyorum
Oturun rahat rahat dümbede dümbede güm güm

Sevgilerimle.

Devamı Buradan ...>>