Bir gün, Adapazarı'nın güneyindeki Erenler tepesinde oturan, gözünü dünyaya kapamış, gönlünü aşk ve sevgiyle doldurmuş erenlerden bir eren olan AĞAÇ BABA diye bir zat yaşarmış. Bu ihtiyar bahar gelince ormandaki çalı-çırpıyı toplar, yeni yeni fidanlar yetiştirir, ağaç büyütürmüş. Bir gün dağdan kasabaya inmiş. Selam vermiş, selamını almamışlar, konuk olmak istemiş, kimse "buyur" etmemiş, hangi kapıyı çaldıysa yüzüne kapanmış, bu fakir, fakat gönlü zengin adama bir bardak içecek su bile veren olmamış. Derviş gönlü bu, bir kırıldı mı onarılmaz, onarılsa da faydası olmaz. Akşama değin yorgun-argın, aç-susuz kasabayı terk ederken, ötelerde küçük bir kulübeden sızan mum ışığına doğru yönelmiş, “bir de bu kapıyı çalayım, belki bir gönül yoldaşı bulurum “diye düşünmüş. Bu, kasaba halkına sapan yaparak geçimini sağlayan fakir bir SAPANCInın iş yeriymiş orası.
Kapıyı çalmış… Az sonra sapancı güler yüzle konuğuna açmış kapıyı:
“Buyurun, hoş geldin, safa geldin. Ocaktan tencereyi şimdi indirdim. Bir konuk göndermesi için Tanrı'ya niyaz ediyordum,” demiş. Ağaç Baba memnun, başköşeye oturmuş. Sapancı sofrayı kurmuş, nesi var, nesi yoksa dervişin önüne getirmiş. Yemekten sonra, içi talaş dolu yatağını sermiş, konuğunu yatırmış. Sabah, erkenden kalkmışlar. Derviş, sapancıdan izin istemiş, sapancı da onu karşıdaki tepelere kadar uğurlamış. Dönüşünde bir de ne görsün? Kasabanın yerinde koca bir göl var. Ne ev-bark kalmış, ne tarla-saban. Koca göl, hepsini bir anda yutuvermiş. Kendisinden başka hayatta kimsecikler yok. Dervişin ahı tutmuş zahir diye düşünülmüş, kırılan bir gönül, bir kasabaya mal olmuş yani. O günden sonra, işte bu koca göle SAPANCA adı verilmiş.
Adapazarı'nın Erenler Tepesi, aynı zamanda Ağaç Baba'nın yattığı yerdir.. Ağaç Baba'nın diktiği fidanları koparan, ya da yetiştirdiği ağaçları kesenlerin elleri kurur, bu yüzden kimse ormanlara el süremezmiş.
Ölürken, Ağaç Baba;
“Benden sonra, çocuklarınızın mutlu, topraklarınızın verimli olmasını istiyorsanız ağaçlarıma dokunmayın. Benim hayır duamı almak, dünya ve ahiretinizi mamur etmek istiyorsanız ağaç dikin...”diye Sapanca halkına vasiyet etmiş.
Not: Sualtı arkeologlarından Ali İlker Tepeköy Ekim 2008 de ekibiyle sualtı dalışları neticesi Sapanca gölü dibinde 3X4 metre boyutlarında düzgün kesilmiş yerel taşlarla inşa edilmiş bir kilise kalıntısı olduğunu tespit etmiştir. Bu kalıntının sular altında kalan kasabanın kilisesi olmadığını kim söyleyebilir?
Resim:sapancam.blogcu.com'dan alıntı.
Devamı Buradan ...>>
20 Kasım 2009 Cuma
AĞAÇ BABA, SAPANCI ve SAPANCA GÖLÜ efsanesi.
Gönderen
sufi
zaman:
09:00
14
yorum
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar..., EFSANELER
19 Kasım 2009 Perşembe
HER KAPINA GELENİ HIZIR BİL

Dilden dile, kulaktan kulağa tarih boyu söylenmiş Hızır hikâyeleri çoktur bilirsiniz. Çocukluğumuzda "Her kapına geleni Hızır bil" diye büyüklerimiz bizi tembihlerdi. Bu devirde anne-babaların çocuklarına, kimseye güvenmemelerini telkin etme sebepleri ise yaşanan acı olaylar olsa gerek. Nasıl desinler ki? Artık anneler çocuklarına sıkı-sıkı tembihleyip "Kapıyı sakın kimseye açma" "Kimseden sakın bir şey alma" diyebiliyorlar. Zaman mı değişti? Yoksa insanların düşünceleri ve tembihleri değiştiği için mi bazı tatsız olaylar yaşanıyor tartışılır. Bizler de tanımadığımız bir kişi gördüğümüzde hayal dünyamızın kapılarını ardına kadar açar, hele ak yüzlü sevecen biriyse o zat; "kesin bu amca Hızır'dır" diye düşünürdük. Zamanımızda bizler gibi yetiştirilmiş bir çocuk merak edip dururmuş. Hızır’ı görmek istermiş. Neyse adamın biri onun bu isteğini öğrenmiş ve eliyle kapının üst iskelesine dokunup "bak oğlum bu gün bu kapının üstüne elini kim değdirirse o Hızır’dır bilesin” demiş ve gitmiş. Çocukcağız sabahtan akşama o kapının altında bekleyip durmuş. Ama kimse elini oraya değdirmemiş. Eve gidip konuyu anlattığında, Babası;” sabahki adam elini değdirdi mi?” diye sormuş, çocuk; “eveeet! “deyince,Baba; “ işte oğlum demek ki Hızır oymuş “deyivermiş. Neyse, biz Hızır görmek isteyen padişahın hikâyesine dönelim, bakalım o görebilmiş mi öğrenelim...
Bir padişah Hızır'ı görmek istiyordu. Bir gün bunun için tellallar çağırttı: "Kim bana Hızır'ı gösterirse onu armağanlara boğacağım" dedi. Birçok oğlu uşağı olan fakir bir adam bu işe talip oldu. Karısına dedi ki:"Hanım ben padişaha Hızır'ı bulacağımı söyleyip ondan kırk gün müsaade alacağım. Bu kırk gün için padişahtan size ömrünüz boyunca yetecek yiyecek, içecek ve para alırım. Kırk günün sonunda Hızır'ı bulamayacağım için benim kelle gider, ama siz rahat olursunuz" Adamın karısı kanaatkâr biriydi. "Efendi biz nasıl olsa alıştık böyle kıt kanaat geçinmeye. Bundan sonra da idare ederiz. Vazgeç bu tehlikeli işten" dedi.
Ama adam kafaya koymuştu. Padişaha gidip, Hızır'ı bulacağını söyledi. Bunun için kırk gün izin istedi. Hızır’ı bulmak için koşuşturacağı kırk gün zarfında, ailesinin geçimi için sarayın ambarından tonlarca yiyecek, içecek ve nakit para aldı. Bunları evine teslim edip, kırk gün ortalıktan kayboldu. Kırk günün bitiminde padişahın huzuruna çıkıp, her şeyi itiraf etti:
“Benim aslında Hızır'ı falan bulacağım yoktu. Ailece sıkıntı çekiyorduk. Hızır'ı bulacağım diye sizden dünyalık almak istedim" dedi. Padişah buna çok kızdı:
"Padişahı kandırmanın cezasını hayatınla ödeyeceğini hiç düşünmedin mi?" diye bağırdı. Adam da her şeyi göze aldığını söyledi. Bunun üzerine Padişah yanında bulunan üç veziriyle görüş alış verişinde bulundu. Birinci vezire sordu:
- Padişahı kandıran bu adama ne ceza verelim?
— Efendimiz, bu adamın boğazını keselim, etini parçalayıp çengellere asalım.
Bu sırada peyda olan, nurani, aksakallı bir ihtiyar birinci vezirin sözleri üzerine söyle dedi:
- "Küllü şeyin yerciu ila asıhı" Padişah ikinci vezirine sordu:
- Bu adama ne ceza verelim?
— Hükümdarım, bu adamın derisini yüzüp içine saman dolduralım. Biraz önce ansızın ortaya çıkan ihtiyar yine:
- "Küllü şeyin yerciu ila aslını" dedi. Padişah üçüncü vezire sordu:
- Ey vezirim, sen ne dersin, beni kandıran bu adama ne ceza verelim?
— Padişahım bana göre, bu adamı affedin. Size yakışan, sizden beklenen budur. Bu adam önemli bir suç isledi, ama sanıldığı kadar da kötü biri değil. Çünkü çoluk çocuğunun rahatı için kendini feda edebilecek kadar da iyi yürekli. Nurani ihtiyar yine söze karıştı:
- "Küllü şeyin yerciu ila asıhı"Bu defa padişah o yaşlı zata yöneldi:
- Sen kimsin? İkide bir tekrarladığın o laf ne demektir? İhtiyar cevap verdi:
- Senin birinci vezirinin babası kasaptı. Onun için kesmekten, etini çengellere asmaktan bahsetti. Yani aslını gösterdi. İkinci vezirin babası yorgancı idi. Yorgan yastık, yatak yüzlerine yün, pamuk vb doldururdu. O da babasına çekti. Üçüncü vezirin ise babası da vezirdi. O da soyuna çekti, büyüklüğünü gösterdi. Benim söylediğim söz, "Herkes aslına çeker" demektir. Vezir istersen (3.veziri göstererek) işte vezir, Hızır istersen (kendini göstererek) işte Hızır, bu adamı mahcup etmemek için sana göründüm, dedi ve kayboldu...
Resim:elnellis.com'dan alıntı.
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
09:00
28
yorum
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar..., HİKAYELER
18 Kasım 2009 Çarşamba
İMGELEME
Satrancı bilirsiniz, enteresan bir strateji oyunudur. Hikmetli bir oyundur ve matematiksel bir gücü vardır.
Hikâye bu ya! Hindistan da geçmiş bir olay vardır. Saraya bir gün bir köylü gelir ve Raca’nın işlerinin görür. Raca;”dile benden ne dilersen” der köylünün bir günlük hizmeti karşılığı.” Senden hiç bir şey dilemem” der köylü.”sadece tek bir şey istiyorum. Şurada gördüğün satranç tahtasının 64 tane karesi var. Her birine koyacağın buğday tanesi, ötekinin iki katı olsun. Bu bana kâfidir. Başka hiçbir şey dilemem.” Raca bu teklifi gülerek karşılamış ve “ o gayet kolay “ demiş.
Gönül rahatlığıyla köylünün teklifini kabul etmiş. Ama buğday tanelerini karelere yerleştirmeye başladığında iş değişmiş. Daha satranç tahtasının yarısına bile gelmeden, Hindistan’ın bütün buğdayı bitivermiş.
Birine verdiğiniz SEVGİ ve ŞEFKAT inizin de evrende böyle çoğalarak yayıldığını ve tüm dünyayı kapsadığını düşünün. Aynı şeyi nefretiniz ve kininiz için de böylece düşünün. İnsanın ne büyük âlem olduğu fikrine sahip olurdunuz. Hani diyorlar ya; “bir çocuğun başını okşarken tüm dünya çocuklarının başını okşadığınızı imgeleyin” diye. Ben nedense bu imgelemelerin muhataplarına mesafe ve zaman tanımadan ulaştığına inananlardanım. Bir yaz günü sahil boyu gezerken bütün gülfidanlarının ağaçların çiçeklerin toprağının çatır çatır çatladığını hepsinin boyunlarını büktüklerini görüp çok üzülmüştüm. Elimdeki pet şişede arta kalan suyu bir fidanın toprağına döküp (bütün toprağı kurumuş bitkilerin sulandığını) imgeledim. Otobüse binip Konak’a gidip bir saat sonra döndüğümde bütün kurumuş SU diye feryat eden fidan ve ağaçların kana kana suya doyduğunu bu gözlerimle gördüm. Bu örnek gibi çok örnek yaşadım. Söz ve düşüncelerimizin bereketli bir tohum gibi evrende büyüyüp geliştiğini bilmek mutluluğuna erdim. Negatif kin ve nefret dolu GDO lu tohumlarımızı imha etmemiz gerekliliğini, dünyamızı kirletmememiz gerektiğini de kendime bir kez daha hatırlattım. Benim şahsıma münhasır olmayan, her birimize verilmiş olan bu “imgeleme gücünü” güzelliklere sevgi aşk huzur ve mutluluklara kullanmamız dileklerimle yeniden bir tohum ekiyorum evrene. Sevgiyle yoğunlaşmış bir tohumu satrancın ilk karesine koyuyorum şu demde.Sevgilerimle.
RESİM:images.com'dan
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
11:54
15
yorum
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar...
17 Kasım 2009 Salı
YERYÜZÜNE KİMLER VARİS?
4 ilahi kitaptan biri ola Zebur Hz Dâvud’a indirilmiştir. Kutsal kitabımız KURAN’ın Ali İmran suresinde, Nisa, İsra toplam 12 surenin ayetlerinde Hz Dâvud ve Zebur’dan bahsetmektedir. Enbiya suresi 21/105 ayetinde şöyle buyurmaktadır: “Andolsun Zikir’den sonra Zebur’da da: "Yeryüzüne iyi kullarım vâris olacaktır" diye yazmıştık." Nisa suresi 163 de ise; "Nûh'a, O'ndan sonraki peygamberlere vahy ettiğimiz ve İbrahim'e, İsmail'e, İshâk'a, Yakub'a, İsa’ya, Eyyub'a, Yunus'a, Hârun'a ve Süleyman'a vahy eylediğimiz ve Dâvud'a Zebur verdiğimiz gibi (Habibim) şüphesiz sana da vahy ettik biz” demektedir. Bu gün yeryüzünde Zebur’a tabi bir millet bulunmamakla birlikte 150 mezmur, birçok Allah’a inananın yakarış ve ilahisi olmuştur. Zebur’un dili İbranicedir. Dâvut halkını Allah’a DAVET etmekle iyilik güzellik ve adaleti sağlamakla görevlidir.
İslami kaynaklar; “Davut yanık sesiyle harp çalarak Zebur’u okurken insanlar cinler ve hayvanlar halka olup kendilerinden geçerek onu dinlerlerdi “diyor. Onun için güzel, hoş, kalın ve etkili sesler için “Davudî” tabiri kullanılır. Kuran 34/10 ayette- “Andolsun ki, biz Davud'a tarafımızdan bir fazilet verdik. Ey dağlar! Onunla beraber tesbih edin. Dedik ve bunu kuşlara da (emrettik) ve ona demiri yumuşattık.”demektedir.
Ali İmran 3/67 : «İbrahim, ne Yahudi, ne de Hristiyandı. Ancak o hanif (Allah'ın birliğine inanan) bir müslümandı, müşriklerden değildi. »demektedir. Bütün kutsal kitapların tek olan ve ondan başka hiçbir şeyin olmadığı Allah'ın sözleri ve bütün gelmiş geçmiş peygamberlerin hanif müslümanlar olduklarını kabul edelim ve gelin bu günde Zeburun yakarışlarıyla zikredelim. Sevgilerimle.
11.Mezmur:
Ben RAB’be sığınırım
Nasıl dersiniz bana,
“Kuş gibi kaç dağlara.
Bak kötüler yaylarını geriyor
Temiz yürekli insanları
Karanlıkta vurmak için,
Oklarını kirişine koyuyor.
Temeller yıkılırsa,
Ne yapabilir doğru insan?”
RAB kutsal tapınağındadır
Onun tahtı göklerdedir,
Bütün insanları görür
Onları sınar.
RAB doğru insanı sınar,
Kötüden, zorbalığı sevenden tiksinir.
Kötülerin üstüne kızgın korlar ve kükürt yağdıracak
Paylarına düşen kâse kavurucu rüzgâr olacak.
Çünkü RAB doğrudur doğruları sever.
Dürüst insanlar onun yüzünü görecek.
12.Mezmur;
Kurtar beni ya RAB, sana bağlı kimse kalmadı.
Sadık insanlar yok oldu.
Herkes birbirine yalan söylüyor,
Dalkavukluk, ikiyüzlülük ediyor.
Sustursun RAB dalkavukların ağzını,
Büyüklenen dilleri.
Onlar ki,”dilimizle kazanırız,
Dudaklarımız emrimizde,
Kim bize efendilik edebilir?” derler.
“Şimdi kalkacağım “diyor RAB,
Çünkü mazlumlar eziliyor,
Yoksullar inliyor,
Özledikleri kurtuluşu vereceğim onlara.”
RAB’ bin sözleri pak sözlerdir;
Toprak ocakta eritilmiş,
Yedi kez arıtılmış gümüşe benzer.
Sen onları koru, ya RAB.
Bu kötü kuşaktan hep uzak tut!
İnsanlar arasında alçaklık rağbet görünce,
Kötüler her yanda dolaşır oldu.
13.Mezmur;
Ne zamana dek, ya RAB
Sonsuza dek mi beni unutacaksın?
Ne zamana dek yüzünü benden gizleyeceksin?
Ne zamana dek içimde tasa,
Yüreğimde hep keder olacak?
Ne zamana kadar düşmanım bana üstün çıkacak?
Gör halimi, ya RAB, yanıt ver Tanrım.
Gözlerimi aç, ölüm uykusuna dalmayayım.
Düşmanlarım “onu yendik!” demesin,
Sarsıldığımda hasımlarım sevinmesin.
Ben senin sevgine güveniyorum,
Yüreğim kurtarışınla coşsun.
Ezgiler söyleyeceğim sana, ya RAB
Çünkü iyilik ettin bana.
Mezmur’lar;Yeni yaşam yayınları “Zebur” kitabından,
Resim: www.images.com’ dan alıntı.
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
09:00
5
yorum
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar...
16 Kasım 2009 Pazartesi
ALATAV
Geçen gün kendilerini TV de yayınlanan bir program aracılığı ile tanıma fırsatı buldum, ama çok üstüne düşmemiştim ki tekrar karşıma çıktılar. sufi-saja olarak sokak müziği yapanların hep yanlarında olmaya çalıştık. Naçizane Alatav'ın da sesini, o sesi duymamış olanlara duyurmayı istedik. İnternette Alatav'ın (uzun zamandır sokak müziği yapan şahısların bir araya gelerek kurdukları bir gurup) olduğunu yazıyor. Biz dinledik ve beğendik. İstanbul'da yaşayanların bu seslerle karşılaşma olasılıkları çok fazla. Mutlaka dinleyin derim. Hatırınıza gelirsek bizden de selam söyleyin.
Divanelik zordur kardaşşşş
açılmaz sırrı divana rücü etmeyene.
Yüzü dönüktür yüze karşı.
Diz üstü çökmüş bakar yârin yüzüne,
Akar gözyaşları manayı vücut içre.
Görmez, gözle bakan Gözleri, iki bakmak ile
Kendin arar yokluk yar-ında her gün
Atar o yardan kendini kendine.
Ölüp ölüp bulmak için yârini lakin …………………… nafile.
Çünkü Emir haktandır.
Dost Yolunda Ölenler Ölmeye.
Devamı Buradan ...>>
14 Kasım 2009 Cumartesi
KARA KARGA
Âdem'in iki oğlunun haberini bilir misiniz? Kabil diğer kardeşi Habili öldürdüğünde önce pişmanlık duyanlardan olmuştu. Sonra da cansız yatan kardeşini ne yapacağını düşünmekteyken;”Allah kardeşinin cesedini nasıl saklayacağını ona göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. O dedi ki: Vay be şu karga kadar bile olamıyor muyum ki, kardeşimin cesedini saklayayım.” KURAN’ ın Maide suresi 31.ayette böyle demekte.
Tevrattaki Yaratılış efsanesinde ise suların elli gün boyunca yeryüzünü kaplamasından sonra ne zaman enginlerin kaynakları, göklerin kapakları kapandı yağmur dindi; NUH geminin penceresini açıp kuzgunu dışarı gönderdi, kuzgun geri dönmedi. Ondan sonra güvercini gönderdi de güvercin gagasında yeni kopmuş zeytin yaprağıyla geri döndü. Nuh yeryüzünden suların çekilmiş olduğunu işte o zaman anladı.
İncilde “Kuraklık ve kargaşa zamanları boyunca kutsal keşişleri beslemişlerdir”. Kral 17,6 da, Tanrının mesajı: “Buradan ayrılın ve doğuya dönün. Cherit nehri boyunca saklanın. Orası Ürdün'ün doğusudur. Dereden su içebilirsiniz. Kuzgunlara sizi orada beslemeleri için emir verdim” demektedir.
Hiç bir kargayla göz göze geldiniz mi bilmem ama enteresan hayvanlardır kendileri. Eşlerine sadık, sosyal, şakacı, karmaşacı, şımarık ve son derece zeki… Size senden korkmuyorum mesajını veren cesur hayvanlar, beslenmeleri ise (fark etmez) insan gibi otu da eti de yiyebilen, kuluçkaya dişi erkek değişimli oturan, yavrularını şahin gören muhteşem ebeveynlerdir. Peki, nedir bu haklarında uğursuzluk yakıştırmalarımız? Bitlerini temizlemek için tüten bacalarda kanatlarını açarak silkeleyen, diğer bütün hayvanlara kafa tutup gözdağı verebilen, ulaşamadığı yiyecekleri çeşitli yöntemler yaratarak çubukları büküp kıvırıp ulaşıp yiyebilen, hatta cevizleri anayollara yüksekten atıp kırılmasını sağlayan muhteşem yaratıklar kendileri aslında.”Hayvanlarda akıl vardır da insanlardan farkları fikirlerinin olmayışıdır” diyenleri bile şaşırtacak özelliklere sahipken nereye dayanır bu haklarındaki asılsız söylentiler? Belki de notasız GAKlamalarıdır! Kim bilir?
bir kumarbaz, bir ahlaksız,alçak,alaycı,yalancı,hırsız,casus, muhbir,dolandırıcı, kâfirlerin tarih boyu karga simgeleriyle ifade edilmelerine razı olamadım, gönlüm bugün kargaları anarak, temize çıkmalarını istedi belki.
Sevgilerimle.
Resim:images.com'dan alıntı
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
11:07
12
yorum
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar...
13 Kasım 2009 Cuma
SERZENİŞ
Resmin göz alıcı çerçevesinden içeriğine çevirseydik gözlerimizi; işte o zaman renklerin manaların ve desenin sırrına varabilirdik belki.”Hani her işte bir hayır vardır” deyip üstünü örtmez de olayların görünmeyen versiyonlarına dikerdik gözlerimizi. Oyalanmak şöyle dursun gizleri çözerdik; Ebcet, cifir, simyada olduğu gibi. Kimyasal denklemler kurar bilimsel bir kanıt koyardık belki de ortaya. Ama bizler şekle ve surete takılıp unuttuk, varlık içindeki görünmeyen nuru ve ruhu. Hani Mevlana “ancak öküz bilmez; içtiği suyun nereden gelip nereye gittiğini” diyor ya! Biz neyi biliyoruz ki?
Hep gözardı ediyoruz, ön sebebin ve son sebebin yaratılmasındaki görevlileri. Kiraladığımız evin duvar içlerinden geçen elektrik kabloları, su ve kalorifer borularını döşeyen usta umurumuzda değil ki! Düşünmeyiz muslukların üretiminde marifet gösteren parmakların maharetlerini? Ya cam işçisini, pencere çerçevecisini, mutfağın ahşap dolaplarının üretimi için ormandan ağaç kesicisini, mermer mutfak tezgâhını silerken o mermerin hangi yörenin toprak altından blok olarak çıkarılıp kesilip biçilip ölçüsüne uydurulup slimlendikten sonra özenle taşınıp bankonun üzerine nasıl yerleştirildiğini hiç merak etmeyiz. Neyden çıkan sese büyülenip kendimizden geçeriz de, hiç sormayız sazlıklardan onu kesip diğer sazlarla kardeşçe hevengledikten sonra ney üreticisinin eline geçene kadarki hikâyesini. Hiç düşündünüz mü elinizin altındaki bilgisayarınızın bu hale gelebilmesi için kaç işçinin el emeği göz nuru akan terini? Giyinince ısındığınız kazağınızın hangi kınalı kızın şişlerinden çıkan çıt-çıt sesleriyle muhatap olduğunu… İç çamaşırlarınızın lastiğinin üreticisini bilmezsiniz, yediğiniz ekmeğin hamurunun yoğurucusunu…Hiç düşündünüz mü, sizi aydınlatan ampulün içindeki elektriği ilk üretip insanlığa sunan yüce kudreti? Şükredip, gönderdiniz mi o görünmeyenlere teşekkürlerinizi? O zaman şu anda başımıza gelenlerin ve yönetilme şeklimizin de bilmiyoruz ana ve ön sebeplerini. Öyleyse biz nerelerde hata yaptık diye bir kez ve son kez durup düşünmeli.
Sizlere değil, kendimedir bu sözlerim ve serzenişlerimin külli sebebi..
Sevgilerimle.
Resim:www.gettyimages.com'dan alıntı.
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
09:00
12
yorum
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar...
11 Kasım 2009 Çarşamba
PUT
Bir adam puta taparmış; Evinde bir tanrı varmış tahtadan. Kulakları kocaman, ama sağır bir tanrı. Adama sorsan ne dilerse yaparmış; Ne var ki dilek masrafları pek ağırmış. Adaklar, kurbanlar istiyormuş mübarek. Başlarında allı pullu çelenklerle Koca koca öküzler kesilecek. Bu kadar yağlı yiyen tanrı Görmemiş o zamanın insanları.Yesin, yesin ama,
Bir şeyler de versin, değil mi adama?
Hayır... Ne miras, ne define, ne parsa,
Üstelik nerede bir afet olsa
Dönüp dolaşıp onu buluyormuş;
Ve kese boşaldıkça boşalıyormuş.
Tanrıysa hiç oralı değil;
Biraz halden anlayacak yerde
Yine kurban istiyormuş sabah akşam.
Sonunda kızmış adam:Kaptığı gibi baltayı,
İkiye bölmüş tanrısal tahtayı.
Bir de ne görsün: Altın dolu içi.
— Seni nankör seni, demiş;Ben bu kadar besleyeyim de seni, Sen bana metelik bile verme. Çık, git evimden, pinti! Git, başka duacı bul kendine. Demek bizler gibiymişsin sen de: Hem de en kaba, en taş yürekli, En vurdumduymazlarımız gibi: Yemedikçe sopayı, Vermezmişsin meğer parayı. Üstelik benim kese boşaldıkça Seninki doluyormuş ha? Aman elime sağlık! Vurunca baltayı İşin aslını anladık.
La Fontaine...
Devamı Buradan ...>>
10 Kasım 2009 Salı
DÖN GEL ATAM
Milletimin ve ülkemin üstünden karanlıkların örtüsünü GÜNEŞ gibi sıyırıp atan YAR;
İster buna İSYAN de ister BAŞKALDIRI…
YA kendin gel artık ya da keskin kılıcınla çekip ayır, başlarımızdan gövdelerimizi… ÖLDÜR bizi… Ya da, devrimlerinin, ilkelerinin, özgürlük ve demokrasinin yıkılmaz bekçileri kıl her birimizi…
Ya da ışığını senden almış birini gönder… Aynı SEN gibi (gaflet delalet ve hıyanet içinde boğulan) yurdun insanının, aydınlatsın bu çileli ve karanlık günlerini… Olmadı… Yine DÖN GEL ATA’M… Yaşamak haram oldu bize… Emanet ettiğin bu cennet vatanımızda senin elinden olsun ölümümüz… Geri dönsün özgürlüğümüz… Hadi AL canlarımızı…
Saygıyla önünde eğiliyoruz.10.Kasım..................................
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
09:05
18
yorum
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar...

