
Sevgili Ufuk Çizgisi blogunda “aldatılan kadınlar” başlığı altında bir soru sormuş bütün bayanlara. Anlaşılıyor ki onu biraz üzmüşler. Haklı olarak hazmedememiş ya da bir yakınının başına gelenlerden ötürü sindirememiş olanları doğal olarak. Ancak, hani eskilerin dediği gibi "her koyun kendi bacağından asılır derler ya!" Bir hikâye ile yorum yazmak istedim adımı gizlemeden. Yazı çok uzayınca blogda yayınlamaya karar verdim.
Harun Reşit'in bir kardeşi varmış adı BEHLÜL kendisi bir divane. İnsanların yaptıklarını gördükçe kahrolur kendi yapıyormuş gibi yeise kapılırmış.
Çarşı pazar ah ede ede gezerken önüne bir kasap dükkanı çıkmış.Vitrine uzun uzun bakmış, her koyun ayrı çengele baş aşağı asılı.."Hıı! Demiş demek ki: "her koyun kendi bacağından asılıyor" o günden sonra kimsenin derdine üzülmez kimsenin hatalarını görmez olmuş, böylece kendi yakasına yapışmış. Kıssadan hisse ders almamız gereken çok güzel bir hikâye bu bence.
3 maymun hikâyesini de bilirsiniz "görmez, duymaz, söylemez" Böyle olmak için ermiş olmak gerek belki de..
Ama yine başka bir hikâyede dervişin biri ustasına sormuş "bana cennetlik gösterebilir misin?" diye. Usta, “şu köprünün başına sabah otur saklan er vakit köprüden ilk geçen cehennemlik, akşam da son geçen kişi cennetlik" demiş ve ayrılmış dervişin yanından. Derviş sabahın ilk aydınlığında bir bakmış bir atlı geçiyor. “Vah vahh! Demiş cehennemlik kim bilir ne günahlar işledi de cehennemi hak etti” diye hayıflanmış dövünmüş kendi kendine. Bu sefer akşamı beklemiş heyecanla cennetliği göreceğim diye. Güneş kavuşup alaca karanlık çökünce dört açmış gözlerini. Bakmış yine bir atlı geçiyor şahlana şahlana. İyice yaklaşmış yüzünü görmek için, bir de ne görsün? Sabah geçen adamın ta kendisi değil mi? … Soluksuz ustasına koşmuş, “Erenlerde yalan sadır olmaz efendim ama ben bu işten bir şey anlamadım!” demiş, “Sabah köprüden geçen cehennemlikle akşam köprüden geçen cennetlik ikisi de aynı kişiydi.” Usta, gözünün altından gülümseyip “oğlum, sabah geçen cehennemlikti tamam da, bu gün öyle bir şey yaptı ki cenneti hak etti hak katında” demiş. Hayretler içinde ustasını dinleyen dervişin merakı iki kat artmış, kocaman gözlerini açarak Pir'ine, “ne yapmış peki ?”diye sormuş. Ne yapacak demiş Pir'i? “ Hani gördüğünüzü örtecektiniz ya! O da atıyla giderken çalıların ardında zina eden bir çift gördü, kem gözlerden onları korumak için çalılıklara gömleğini astı, işte onun için cennetlik oldu” demiş.
Biz kadınların amacı cennet de olmasa “biz sevdiğimizi aldatıyor muyuz ki, O da bizi aldatsın?” diye düşünüp kendi yakamıza yapışmak evrene verilecek en güzel mesaj bence.
Hatam varsa affola, sevgilerimle.
Resim alıntı:Flickr'dan.
Devamı Buradan ...>>
31 Temmuz 2009 Cuma
GÖRDÜĞÜNÜ ÖRT, DUYDUĞUNU SÖYLEME
Gönderen
sufi
zaman:
15:10
13
yorum
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar...
30 Temmuz 2009 Perşembe
SAMAN EV / GRANDER

Çok yazarlı blogların çoğunda uzun zamandır yazı yazmamış “blog yazarı” genellikle okuyuculara kendini hatırlatmak maksatlı “uzun zamandır yazı yazmıyordum tekrar işte buradayım” mesajını verdikten sonra, asıl anlatması gereken konuya aynen şimdi benimde yapacağım gibi dalar. “Efendim! Şu zamandan şu ana kadar yazı yazmamış olmam sizler tarafından yazı yazmadığım anlamına gelmesin… Tontini ve Ela nın yazıları, sizlerin de Yazının altına iliştirdiğiniz o yorumları okurken, yorumları ve yazıları her daim ben yazıyormuşum gibi hissediyordum kendimi zaten… Falan da filannn” gibi bahaneler yapılır her zaman.
Gelelim bugünkü yazımın ana temasına:
Uzun zamandır bizlerin ev telaşı içerisinde olduğumuzu biliyordunuz Tontini’nin yani Dilek’in şuradaki ve burada ki yazılarından hangi sonuçlarla karşılaştığımızı sufi- sajayı takip edenler hatırlayacaklardır. Biz inanıyoruz ki yaşama bazen dileklerimizle ilgili mesajları doğru şekilde yaydığımızda, ( Siz blogcular bunu yazı yolu ile yapmayı çok iyi başarıyorsunuz) yaşamda birileri o sinyali alıp sizin adınıza doğru dualarda bulunarak evrene geri gönderiyorlar. Bu da bazen isteklerimizin oluşmasına sebebiyet yaratıyor.
Taşınma dönemi içerisinde biz de yaşama yeni sinyaller vermeye başladık, bunlar yazının başlığından da anlıya cağınız gibi Saman Ev, Grander ve yeşil enerjiye dair… İnsanın yaşadığı çevreyi yok etmeden yaşayabilme olasılığını sağlayan tüm materyaller. Geçenlerde internet üzerinde dolaşırken alternatif yaşam tarzları ile ilgili bir yazı; hayalimiz olan Saman Ev ile karşılaşmamıza sebep oldu. SAMAN EVde olur mu demeyin, şuradaki resimlere bakınca bana hak vereceksiniz ( Bir de kiracı iseniz bu hayalin Nasıl güzel geldiğini anlayacaksınız). İkinci dilek de: GRANDER diye bir ürün. Ne olduğunu kısaca söyle anlatabilirim; herkesin artık bildiği suyun hafızasının olduğu “90' lı yıllardaFransız bilim adamı Jacques Beneviste” ve bu hafızasının değişebileceği, bunun ise doğru düşünceden geçtiği Japon bilim adamı Masaru Emoto’ nun bazı belgeselleri yardımı ile bize belletilmişti.
Grander: işte Johann Grander'in bir buluşu olan bir ürün. Nasıl bir ürün olduğunu şuradan inceleyebilirsiniz.
Gelelim sonuca:
Bu yazıyı neden mi yazdık? Böyle çevre dostu ürünlerin olduğundan haberdar olmayanları haberdar etmek için. Hem de sadece bizim adımıza değil yaşamını 0 ila 100 arasında yaşayan insanoğlunun şu kısacık zaman diliminde geçici de olsa dileklerinin ve isteklerinin olması adına toplu bilinci ne kadar iyi düşünce olarak çoğaltırsak o kadar iyi işlerle karşılaşacağımızın sinyalini evrene yaymak için.
Hadi bakalım –PAMUK DÜŞÜNCELER KAFAYA-. Ne mi yapıyoruz? Bugün yaşama sinyal yaymamızın sinyalini yayıyoruz. Sevgilerimizle.
Devamı Buradan ...>>
29 Temmuz 2009 Çarşamba
RUH'a GIDA/ CAN'a SAFA: MÜZİK
“Bütün sazların sesi ruhlar âleminde bulunan derderten adlı bir sazdan çıkarmış.
Allah Âdemi yarattığı vakit ruh onun çamurdan bedenine girmek istememiş, Allah o vakit derderten sesini cennete göndermiş. Ruh bu ses ile kendinden geçip mest olunca Âdem’in bedenine girivermiş. İşte bugün musikinin ruha gıda, cana safa olmasının sebebi oymuş.”İskender pala, Katre-i Mateminde böyle yazıyor.
M.Ö.(580-500) yılları arasında yaşamış olan Pisagor; “ vücuttaki harmoninin bozulması ile oluşan hastalıkların en etkin devası MÜZİKtir” demiş onun ardından Platon, Aristo, İslam’da Razi, Ud’un mucidi Farabi, İbn-i Sina gibi bilginler “nabzın vuruşları makamların usullerine göredir, aykırı ise bu hayırlı bir belirti değildir “diye belirtmişlerdir. Seher vakti doğa uyanış mahmurluğundayken
SABA makamındaki;
“Ben kalender meşrebim güzel çirkin aramam
Gönlüme bir eğlence isterim olsun
Dideleri şahbaz, gerdanı beyaz
Biraz da nazlı olsun”
Şarkısını dinlediğimizde ruhumuzun okşanacağı tespit edilmiş.
*********
RAST makamında;
“Açılan bir gül gibi gir kalbe gönül gibi
Coşarım sen gülersen, ağlarım ben küsersen
Kalbime gir, bahar ol yüreğim tazelensin.
Kalbime gir, bahar ol yüreğim tazelensin.” Ya da;
********
“Güle sorma o bilmez aşkı sevdayı neşeyi
Laleye sor çiğdeme sor mor menekşeye sor
Ne güzel de oynarsın fıkır fıkır kaynarsın
Şen şakrak hem güzelsin ateşine yakarsın.”
********
“Rüya gibi her hatıra her yaşantı bana
Ne bulduysa kaybetti gönül aşktan yana
Ömür çiçek kadar narin bir gün kadar kısa
Ağlama değmez hayat bu gözyaşlarına.”
Şarkılarını dinlersek içimize neşe ve huzurun doğacağını, nabzımızın yükselmesine yardımcı olacağını, kemiklerimize ve beynimize safa getireceğini tespit etmişler.
********
UŞŞAK makamında bir beste dinlediğimizde; örneğin,
“Bu akşam gün batarken gel sakın geç kalma erken gel
Tahammül kalmadı artık, sakın geç kalma erken gel
Cefa etme bana mah’ım, sonra tutar seni ahım
Üzme beni şivekârım, sakın geç kalma erken gel.”
Şarkısını dinleyip de içimize sevinç ve gülme hissi dolacağını kalp ve ayak, karaciğer sıtma ve mide ağrılarımıza iyi geleceğini söylemişler.
********
ACEMAŞİRAN makamında;
Kemikler ve beynin etkileneceği, yaratıcılık ve ilhamımızın artacağı doğumun kolaylaşacağı, anne karnındaki çocuğun yanlış duruşunun düzeleceği, ağrı ve spazmların çözüleceği Yaratıcılık duygusu ile ilham vereceği anlatılmış.
Türk Müziği makamlarının ruha olan etkileri Farabi’ye göre ise şöyle sınıflandırılmıştır:
Rast makamı: İnsana neşe ve huzur verir. Rehavi makamı: İnsana sonsuzluk fikri
Kuçek makamı: Hüzün ve elem Büzürk makamı: Korku
İsfahan makamı: Hareket kabiliyeti güven hissi.
Neva makamı: Lezzet ve ferahlık.
Uşşak makamı: Gülme hissi.
Zirgüle makamı: uyku
Saba ve buselik makamı: Cesaret ve kuvvet
Hüseyni makamı: Sükûnet ve rahatlık
Hicaz makamı: Alçakgönüllülük yani tevazu verirmiş.
1682 yılında Edirne’yi ziyaret eden Evliya Çelebi: Sultan 2. Beyazıt külliyesinden “Orada bir Darüşşifa vardır ki dil ile tarif ve kalemler ile yazılmaz”.
Diye bahsetmiş. Ünlü seyyah külliye için şu ilginç tanımlamaları kullanmıştı. “Böyle dikkat ve özenle yapılmış şifa yurdunun anlatılan odalarında çeşitli hastalıklara tutulmuş zengin ve fakir, ihtiyar ve genç doludur” “Bazı odalarda ilkbaharda delilik mevsiminde Edirne’nin aşk denizi derinliğine düşmüş sevdalı âşıklar çoğalıp, hekimin emriyle bu tımarhaneye getirilerek altun ve gümüş yaldızlı zincirlerle kerevetlerine takılıp, her biri aslan yatağında yatar gibi kükreyip yatarlar. Kimisi havuz ve şadırvanlara bakıp kalender hülyası kabilinden söz eder, nicesi dahi o kemerli kubbenin etrafında olan gülistan ve bağ ve bostan içindeki binlerce kuşların cıvıltılarını dinleyip, delilerin perdesiz ve ölçüsüz sesleriyle feryada başlarlar”.
Evliya Çelebi, hastanenin musiki ile tedavi konusunu da şöyle anlatmış.
“Merhum ve Mağfur Bayezid Veli Hazretleri Vakfiyesinde, hastalara deva, dertlere şifa, divanelerin ruhuna gıda ve defi seva olmak üzere 10 adet hanende ve sazende gulan tayin etmiş ki, üçü hanende, biri neyzen, biri kemancı, biri musikarcı, biri santurcu, biri çengi, biri çenk santurcu, biri udcu olup, haftada üç kez gelerek hastalara ve delilere musiki faslı ederler. Allahın emriyle, nivesi saz sesinden hoşlanır ve rahat ederler. Doğrusu musiki ilminde neva, rast, dügah, segah, çargah, suzinak makamları onlara mahsustur. Ama zengule makamı ile buselik makamında rast karar kılsa insana hayat verir. Bütün saz ve makamlarda ruha gıda vardır.”demektedir.
Ya unutulmaya yüz tutmuş Türk sanat müziği dinlemek yerine olur olmaz müzikler dinleyerek ruhumuza sukunet ve sağlık yerine gerginlik taşkınlık ve öfke aşılayan müziklerle bundan böyle gençlerimizin ruh sağlığı nereye varacak dersiniz?
Bestekâr Rüştü Şardağ’ın hepinizin hatırlayacağı RAST makamındaki şarkısının sözleriyle konuyu noktalıyoruz;
"Bu kadar yürekten çağırma beni Bir gece ansızın gelebilirim
Beni bekliyorsan uyumamışsan Sevinçten kapında ölebilirim
Beni bekliyorsan uyumamışsan Sevinçten kapında ölebilirim
Bir gece ansızın gelebilirim”
Sevgilerimle.
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
08:55
12
yorum
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar..., GELİŞİM, MÜZİK
26 Temmuz 2009 Pazar
ZEUS, HERA, IO

Geçmiş zamanlarda Yeryüzünde ölümlüler ve ölümsüzler diye sınıflandırılmış insanlar yaşardı. O zamanlar tek tanrı değil yer ve göğün ve herşeyin yönetiminden sorumlu çok tanrılar vardı. Aynı şimdiki devlet yönetimindekiler gibi yukardan aşağı bir hiyerarşi, emir komuta zinciri sürüüüp giderdi…
ZEUS’tu, Tanrıların başı, HERA da onun karındaşı... Hera, Afrodit’ten bile güzel bir kız, dağlarda korkusuzca yaşardı sütannesinin adı Markis. Bir kış günü otururken ıssızda soğuktan üşüdü birden,. İşte o dağlarda o an, omzuna titreyen bir GUGUK kuşu kondu. Hera, acıyıp kuşa başını ak göğsüne yatırıp avuttu. Oysa bu guguk kuşu yüce Zeus’du… Her kılığa girebilirdi O..
Zeus ne yapıp edip evlenmeye ikna etti Hera’yı sonunda. Düğünlerine yer ve gökteki tanrıların hepsi hazırlandı. Perilerin hepsi düğüne hediyeleriyle geldi. Gelmeyen tembelliğinden bir tek Khelone kalmıştı geriye. Hera, içerledi, buna çok. Onu kaplumbağaya çevirdi, hantallığının cezasıydı bu. Gel zaman git zaman
Zeus’la evlilikleri mutlu mesut sürerken, Zeus’un gözüne bir güzel kız ilişti o dem, işte o zaman aklı başından gitmişti. Hera’ ya görünmeden gökyüzünden yere uçmuştu.
O sıralar Finikeli kral yarı Tanrı İnakos’un kulağında bir ses :
“At kızını evinden yurdundan dışarı
Gitsin Tanrı’lara kurbanlık koyun gibi
Dolaşsın Dünyanın dört bir yanını
Yoksa Zeus yok edecek senin bütün soyunu” diyordu. IO; İnakos’un biricik kızı, emir Tanrılardan geliyordu belli ki, bilmiyordu ki ne yapıp ne etmeli? Bir gün derin uykularından uyandı güzel kızı IO, “babacığım bir rüya gördüm “dedi. Kulağıma bir ses;
“Ey mutsuz genç kız, niçin yalnızsın?
Erkeklerin en yücesi özlerken seni
Kalk çabuk baba evinden ayrıl
Çayırlıkta yüce Zeus görsün seni!”diye fısıldıyordu dedi.
IO kırlarda sesin sahibini aramaya çıkmışken, Zeus göründü zeytin ağacının ardından. Zeus onu daha önce görüp sevmişken, IO ise habersizdi bütün bu olanlardan. Kaçmak ne mümkün? Yüce Zeus kavramıştı IO’nun belinden. Bu arada göklerden aşağıya bir baktı Tanrıça Hera, kocası yeryüzünde bir kızla oynaşıyordu. Tam eteklerini toplamışken Zeus fark edip Hera’yı IO yu korumak için son nefesiyle üfledi üstüne kara bulutları.
O arada IO baktı ki eli ayağı değişmiş, ak bir beyaz öküze dönüşmüştü bedeni. Duman dağıldığında Hera etrafta herhangi bir kadın göremeyince, bir an için rahatlasa da, dikkatini çekti saf saf bakan öküzün gözleri. IO’yu bir zeytin ağacına bağladı Hera, başına da 100 gözlü Argos’u dikti bekçi. Koca Zeus hiç boş durur mu? Çoban kılığına sokup Hermes’i, Argos’a kavalıyla ninniler çaldırıp masallar anlattırdı. Gözlerinin yarısı açık yarısı uyurken açıkgözleriyle öküzü gözlüyordu Argos.Az zaman sonra dayanamayıp birden derin uykulara daldı. Hermes o an onu oracıkta öldürdü. Olanlara şaşıran Hera keder ve üzüntüyle, sevgili kuşu tavusun kuyruklarına Argos’un 100 gözünü serpti. Öfkesi ikiye katlanmışken Hera, öküzü serbest bırakıp kendisine bir AT SİNEĞİ musallat etti. Sinekten kaçayım derken IO ne karnını doyurabildi, ne uyuyabildi. Bütün ege kıyılarında koşup (İyonya’da),deli gibi BOĞAZİÇİ'ni (ÖKÜZ GEÇİDİNİ)geçip Kafkasya’ya ulaştı. O koşarken ayaklarının altından toprak kopuyor adalar oluşuyor, boğazdan (Bos-horus)geçerken iki kıta birbirinden ayrılıyordu.
Kafkas dağlarında zincirlenmiş Prometheus’la karşılaştı IO, merak edip sordu, “neden zincirlisin, neden ciğerlerini kartallar yiyor “diye. Prometheus baktı ki konuşan bir inek, dedi ki;” Belli ki Tanrıların gazabına uğramışsın sen, başından neler geçti, önce anlat sen!”Anlattı bir bir IO, başından geçenleri, gözyaşlarını bile kendi silemedi. İnsanlara ateşi armağan ettiği için cezalandırılan Prometheus, geleceği görenlerden kendisi… Zavallıyı avutmak istedi ve olacakları bir bir beyaz öküze anlattı.
“Mısır’da Nil nehri kıyısına varacaksın” dedi,
“Orada Zeus verecek sana insan kılığını geri,
Epophos adlı karnındaki oğlu doğuracaksın,
Şunu bil ki bu çocuk senin soyundan,
Yiğit cesaretli biri olacak O
Ve kurtaracak buradan beni.”
Resimler Alıntı:Pieter lastman ve homepage.mac.com'dan
Mitolojiden masallaştıran: Dilek yani Tontini
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
20:10
11
yorum
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar..., EFSANELER
25 Temmuz 2009 Cumartesi
BİR GARİP HALLER içinde HALİM

Sürekli bir şeylere yetişme telaşındayım şu aralar. Hani kurulu bir robot olsa ancak benim kadar saate bakar herhalde. Sabah kahvaltısı, ardından uyku saati. Öğlen yemeği veee akşamüstü gezintisi. Deniz zamanı hoopp akşam yemeği. Banyo ve nihayet uyku merasimi. Her günüm birbirinin aynı. Ha bundan şikâyetçi miyim? (Hayır değilim. Bu hal benim her yaz yaşadığım o hal işte bilenler bilir:) Şu temmuz-ağustos ayında nedir beni bu kadar kasan Yarabbiiii?))
Uzun zamandır yazı yazmayı bırakın, bir kitap kapağı bile açamadım. Haberleri izlemeyeli belki 1 ay olmuştur mesela. Hoş, çok şey kaçırdığımı da düşünmüyorum. Zaten her izlediğimde karabasanlar çöküyo üzerime. Gazete derseniz, akşamüstleri gittiğim çay bahçesinde, sıcaktan bayılmak üzere değilsem eğer bir iki sayfa okuyabiliyorum ancak.
Bilerek magazin haberlerini okuyorum ki eğlence olsun. ;)
Bazen çok kasıyor bu koşuşturma beni, bazen de kafamı kurcalayan o ayrıntılara vakit bulamadığım için seviniyorum.
Ara sıra şu anda olduğum gibi yalnız kalmak istiyorum, yalnızken de kalabalıkları özlüyorum. Gündüz koşturmacasından sonra akşam ayaklarımı uzatıp çayımı yudumlarkeeeen bu seferde uyuttuğum oğlumu özlüyorum iyi mi?) Etrafta onu arıyor gözlerim, göremeyince hemen duygusallaşıyorum.
Sizce yavaş yavaş kafayı mı yiyorum:)
Asıl olarak bütün bu anlattıklarımı her sene yaşıyor olmak düşündürür oldu beni şu aralar. Acaba neden diyorum?
Yaşadığım yeri mi sevmiyorum?
Hep aynı şeyleri yapmaktan mı sıkılıyorum?
Özellikle bu zamanlarda sevgisiz kaldığımdan mı deliriyorum?
Sıcaktan mı bunalıyorum?
Her tarafta uçuşan o korkunç kakalaklardan mı tırsıyorum? :)
Yan komşuya dadanan kocaman farenin ziyaretinden mi korkuyorum?. :
Kendime durduk yere sorun mu yaratıyorum?
Karşımdakinden çok şey mi bekliyorum?
Yoksa bana rahat mı batıyo?:))
En fenası da bunların hepsi birden mi oluyo. :))Valla bende bilmiyorum. Düşün dur işin yoksa.
Bir daha ki yazımda, eğer bulabilirsem doğru şıkkı sizinle de paylaşırım.
İşte böyle dostlar. Halim, bir garip haller içinde haldir. :) Ammaaaa her şeye rağmen şükretmeyi de unutmuyorum. Sağlıkla geçirdiğim her gün için, oğlum, kocam ve sevdiklerim için hep şükrediyorum o ayrı konu.
Şimdilik benden bu kadar. Hepinize sevgiler, saygılar. Sıcaklarda dikkat edin kendinize...
Ela...
Resim, alıntı: therosesutah.blogspot.com'dan
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
12:10
6
yorum
Etiketler: ELA'dan mektup
22 Temmuz 2009 Çarşamba
SEVGİLİ GÜNEŞ

Bugüne kadar hep birbirimize mektuplar yazıp, mailler çektik. Bir gün olup da sözle veya yazıyla senin hatırını sormadık. Bıkmadan usanmadan, karşılık beklemeden bizim hayrımıza yolumuzu aydınlattığın, gecelerimizi gündüze çevirdiğin için sana sevgi ve şükranlarımızı sunmadık. SEN: İnsanoğlunun dostu, seninle attık sırtımızdan postu. Sularımızı seninle ısıttık, seninle beslenip olduk kuzu. Senin gördüğün yere ektik tohumumuzu, sen göründüğünde doğudan; açtık gözümüzü, kapımızı. Gök kürede bir emirle dönerken sen, biz de raks eder gibi döndük senin etrafında fark etmeden. Teşekkür yerine duydun hep bizden şikâyet,” off sıcak dedik, off soğuk” dedik, yaranamadın bize sen. AH sevgili GÜNEŞ: Sana “senin de kavuşamadığın bir sevgilin mi var, onun için mi için için yanarsın demedik!”Gölgelerimizi biz yaratıyoruz sandık. Senden korunmak için başlarımızı şapkalarla, evlerimizi çatılarla örttük. Yıldızların ışığı sendenken, Yıldızlara bakarak yazdık sevgililerimize en içli nağmeleri.”Ay ışığı Sonatı”nı besteledik, güneş ışığı sonatını daha notalara geçirmedik bilmem neden!
“Ne keder ne yas olur
Yıldızların altında
Çakıllar elmas olur
Yıldızların altında “dedik de,
“Ne keder ne yas kalır o güneşin altında,
Çakıllar elmas olur o güneşin altında” hiç demedik.
Duydum ki bu sabah gök denizde sevgilinle buluşmuşsun.6 dakika 39 saniyelik buluşman tüm Dünyayı, hayır uğur bereket AŞKla doldursun. Senin de Aşkın daim olsun.
Sevgilerimizle...
Resim alıntı:Artbywicks.com
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
12:32
11
yorum
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar...
20 Temmuz 2009 Pazartesi
BİLGE+SOYTARI

Çok eski zamanlara ait bir Hint masalı vardır, eski ama çok büyük bir
öneme sahip bir öyküdür bu.Büyük ama aptal bir kral, sert zeminin ayağını acıttığını söyleyip tüm krallığın sığır derisiyle kaplanmasını emretmiş. Ancak, sarayın soytarısı bu fikre kahkahalarla gülmüş; çünkü o bilge bir adammış..
Bu söze karşılık soytarı demiş ki; "Kralın fikri gerçekten çok komik."
Kral bu sözü işitince çok kızmış ve soytarıya:
"Bana daha iyi bir seçenek göster yoksa öldürüleceksin!"
Soytarı, "Efendim, bütün krallığınızı sığır derisi ile kaplatacağınıza, küçük bir sığır derisi parçasını kesip ayağınızı kaplayın" demiş.
Ve ayakkabılar Hint efsanesine göre böyle doğmuş..
Bütün dünyayı sığır derisiyle kaplamaya gerek yok;
sadece ayağınızı kaplamak tüm dünyayı kaplamaktır.
"Bilgeliğin başlangıcı budur." Der Masal.
Devamı Buradan ...>>
19 Temmuz 2009 Pazar
CUMHURİYET'ten

18 Temmuz 2009 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki Dr.Rifat Mutlu'nun çizdiği bu karikatüre bakıp hem güldük hem de uzun-uzun düşündük.Aslında biz kendimize yedirip içirdiğimizi sansak da, her daim O nu beslediğimizin de kanıtı gibi geldi bize, Yunus'un dediği gibi"Bir ben vardır bende, benden içeri" dedirtti.Teşekkürler Rifat Mutlu. Sevgilerimizle.
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
10:27
3
yorum
Etiketler: SAJA BAKIŞI
17 Temmuz 2009 Cuma
2520

Öyle meraklı idim ki bir zamanlar, her şeyi sorgular ve cevabını bulmadan rahat edemezdim. Şimdi bu huyum geçti mi? Hayır, ama neyi merak edersem edeyim cevabının geleceğini biliyorum artık. Öğrenmenin yolunun da meraktan geçtiğini biliyorum.
Neden Kuran iniş sırasına göre ALAK=ilgi, alaka, kan pıhtısı suresi ile başlıyor da TEVBE suresiyle bitiyor. İlk sure OKU=İkra diye başlayıp ana rahmine düşen ve sayısız bilgiler ihtiva eden genleri muhafaza eden kan pıhtısından bahsediyor?
Neden iniş sırasına göre son sure Tevbe den önceki HADİD=Demir suresi? Ne denmek istenmiş bu surede bizlere?”Andolsun biz elçilerimizi açık-seçik delillerle gönderdik ve onlarla birlikte kitabı ve mizanı(ölçü ve denge)indirdik ki insanlar adaleti ayakta tutsunlar. Ve demiri de indirdik. Onda zorlu bir kuvvet ve insanlara pek çok yarar vardır.” Diyor.Kuvvet, izzet ve onurun korunmasında DEMİRin
nasıl bir rolü olabileceğini araştırtıyor insana. Kalplerin yumuşama vakti olduğu,
yoldan çıkmış kalpleri katılaşmış kimseler gibi olmamamız gerektiği yazıyor ayetlerin arasında. Kuranın nefesiyle canlılık ve berekete döndürülebileceğimiz ima ediliyor. Hani topraktan yaratılmıştık ya toprakta var olan tüm elementlerin ve minerallerin insan vücudunda da olduğu bilim adamlarınca ispatlanmıştı ya bir zamanlar! Şimdi ben nasıl merak etmeyeyim, Kuranın Hadid suresinin ne demek istediğini?
Kana ve kaslara renklerini veren maddelerin üretimi, oksijen transferi, metabolizmayı canlandıran enzimlerin üretimi görevi, enerji tasarrufu demir elementi vücudumuzda olmasa nasıl yapılacaktı? Hamileliklerimizde ve çocuklarımızın gelişiminde, Temel reisin demir ihtiva eden ıspanağı yemesiyle Kabasakalı nasıl yendiğini de düşünürsek(ki bu yerleşik düşüncenin doğru olmadığı birçok besinin ıspanak kadar demir içerdiği ispatlansa da) bu mesajlar bizi nereye götürmek istiyordu? Merak ediyordum doğrusu. Laf aramızda Ispanak yediğimde hala demir yalamış gibi bir burukluk hissederim ağzımın içinde.
252o koymuştum yazımın başlığını, bambaşka konulara kapı açtı kelimeler dur-duraksız, meğerse esas meseleye gelmemizin sırası gelmiş! Yine konumuz merak ya:
Bir zamanlar tüm sayılara artansız bölünebilen bir sayı olmalı diye kurmuştum. Şehirlerarası seyahatlerimde kamyonların yan tarafında gözüme hep çarpan bir sayı vardı:2520 Kime sorsam cevaplardan tatmin olmamıştım. Bir gün Hz Ali ile ilgili bir kitap okuyordum, sahabeden biri “her sayıya artansız bölünebilen bir sayı var mıdır efendim” diye soruyordu. Aldığı cevap “2520” idi. Deneyin bakın 3–5–7–9-bölünemez sanılan her sayıya bölünüyor bu sihirli sayı.
Sevgilerimle.
Fotoğraf:alıntı(media.fotobucket.com)
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
14:55
12
yorum
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar...
16 Temmuz 2009 Perşembe
İYİ BAK UMUT ÇİÇEKLERİME, solmaSINLAR

Adam genç kadına seslendi:
- Bana gözyaşı borcun var!
Genç kadın sordu:
- Nasıl öderim?
Adam gözlerini kırptı;
- Haydi gülümse!
Gülümsedi genç kadın. Adam, cebinden mendilini çıkarıp, borcunu sildi. Ve mendilini özenle katlayıp, yine kalbinin üzerindeki iç cebine koydu.
Bir demet mor sümbül vardı kadının elinde.
İkisi de bahar kokuyordu...
Biri ilkbahar, diğeri güz.
Adam, seslendi yine;
- Bana mutluluk borcun var!
Genç kadın, biraz mahcup, biraz şaşkın sordu:
-Nasıl ödeyebilirim?
Heyecanlandı adam
- Haydi yat dizlerime!
Genç kadın bir kedi uysallığında, yattı dizlerine usulca.
Adam, şefkatle saçlarını taramaya başladı kadının.
Saçları, güneşe ve yağmurlara hasret hiç yaşanmamış baharlara benziyordu. Çaresizliğini ördü sıra sıra.
Sonra saçının her teline, mutluluğun çığlıklarını bağladı adam.
Yetmedi, gizli düğüm attı... Ağladı.
Hava kararmak üzereydi. Dışarıda yağmur yağıyordu delice.
Adam, sürekli borç defterlerini kurcalıyordu.
Genç kadının gözlerinin içine baktı;
- Bana yürek borcun var!
Borcunun farkındaydı sanki genç kadın, şaşırmadı.
— Bu borcumu nasıl ödeyebilirim?
Adam kollarını uzattı
- Haydi tut ellerimi!
Sümbül kokusu sinmiş ellerini uzattı genç kadın.
Elleri öyle sıcaktı ki, eriyiverdi bütün borcu avuçlarının içinde.
Genç kadın gitmek üzereydi.
Adam son kez seslendi;
- Bana can borcun var!
Kadın irkildi;
- Can mı?
Sigarasından derin bir nefes çekti adam;
- Evet... Can borcun var. Sensizlik öldürüyor beni!
Hoşuna gitti sözler kadının
- Peki bu borcumu nasıl tahsil etmeyi düşünüyorsun?
Adam, biraz daha yaklaştı;
- Yum gözlerini!
Hiç tereddüt etmeden yumdu gözlerini.
Adam da yumdu gözlerini, masumca bir öpücük kondurdu
kadının titreyen dudaklarına.
— Bu ne şimdi yaptığın? Diyerek çattı kaslarını kadın...
Adam, pişmanlıkla, memnunluk arasında gidip geldi. Kekeledi;
- Hayat öpücüğüydü!
Kısa bir sessizliğin ardından bu kez kadın öptü adamı şehvetle...
Adam, şaşırdı;
- Ya senin bu yaptığın neydi?
Genç kadın kapıya yöneldi;
- Veda öpücüğü!
Kalan borçlarına karşılık, yürek dolusu çaresizlik
ve bir de mor sümbüllerini masanın üzerine rehin bırakıp gitti genç kadın.
Adam koştu peşinden sümbülleri geri verdi kadına.
— Ne olur iyi bak umut çiçeklerime, solmasınlar...
Genç kadın sümbülleri aldı:
- Merak etme, gün aşırı sularım çiçeklerini!
Adam sevindi:
- Güneşe, suya gerek yok. Gülümse yeter!
Kadın gözden kaybolurken haykırdı adam,
- Umutlarımı kefil yaptım. Unutma, bana aşk borçlusun!
Haykırışı yağmura karıştı.
Kadın ise; yağmuru hissetmeyen kalabalığa...
Alıntıdır.
Fotoğraf:Flickr'dan.
Devamı Buradan ...>>
14 Temmuz 2009 Salı
MEDUSA, ATHENA, POSEİDON

Dünya kuruldu kurulalı GÜZELler hep kıskanılmış. Türlü hile, entrika ve dolaplarla oyunlara getirilmiş. Güzeller güzelliklerinin kendilerinden olmadığını bilememişler “güvenme güzelliğine bir sivilce yeter” sözünü o zaman duymadıklarından, kâinatın hâkimi gibi gezinip sudaki akislerine bakıp bakıp böbürlenmişler. Hani eskiler der ya;” tahrik ve teşvik eden suçu işleyen kadar suçlu diye!”Yalnız güzellik mi kıskanılan, çatlatır insanoğlunu haset ve fesattan TEVAZU dışında her erdem. Bu Hikâye de böyle bir şey işte:
Çağlar öncesi eski Yunanda Olympos Tanrıları büyük bir şehir kurmak istemişler:
Toplamışlar jüriyi “şehre bir kral lazım önce “demişler.
Nasıl etmeli, yarışma düzenlemeli:
“kim verirse bu şehre en güzel insanlığa yararlı hediyeyi, o başa geçirilmeli yüce KRAL işte O seçilmeli." Yüce Jüpiter başparmağını kaldırmış göğe sonra indirmiş toprağa ve başlatmış yarışmayı, türlü hünerler sergilemiş nice kahramanlar. Oylamalar devam ederken Tanrıların başı yüce Zeus’un kardeşi “denizler, depremler, atlar tanrısı” Poseidon atlamış meydana.3 başlı mızrağını yere vurduğunda yarılmış yer, yağız bir beyaz AT çıkmış ortaya.
İşte demiş Yüce Poseidon “Bu gördüğünüz evcil bir attır; insanı istediği yere yorulmadan götürür. Savaşlarda en yakın dostu ve arkadaşı olur insanın, üstünde taşıdığını kahramanlık makamına kavuşturur.”Atın şaha kalkıp kişnemesiyle; Gözler fal taşı gibi açılıp ak büyü ile büyülenmiş yüzler. Bütün jüri ayağa kalkmış heyecanla…
Zeus’un kızı çılgın bakire Athena; kalkan ve baykuşu ile çıkmış alana, alaylı küçük bir gülümseme dudaklarında, saplamış mızrağını hışımla toprağa. Meraklı yüzler topraktan büyüyen filize döndürmüş gözlerini, filiz büyüyüp ağaç olup meyve verene kadar gizleyememişler hayretlerini. Athena’nın gür sesiyle bozulmuş sessizlik. İşte demiş:
” İnsanlığa en yararlı kutsal ağaç BU! ZEYTİN ağacıdır adı. Ondan yiyip şifa bulacaksınız, yağını yakıp aydınlanacaksınız.” Jüriden bir alkıştır kopmuş, oy çoğunluğuyla o an Athena’yı şehrin sahibi seçivermişler. Bu şehrin adını da şu an bildiğimiz ATHİNA koymuşlar.
Bir kadına hatta Zeus’un kızı, öz yeğenine yenilmeyi kabul edemeyen koca Poseidon işte o zaman hırs ve gücüne yenik düşüp, 3 uçlu yabasını fırlatmış denizlere, gömmüş ATLANTİS’i suların en dibine.
Athena’nın Athina’daki tapınaklarının birinde, biri MEDUSA diğerleri Euryale ve Stheno adında 3 kız kardeş yaşarmış. Medusa o kadar güzelmiş ki, Tanrılar bile zaman zaman onun peşinden koşturur, tanrıçalar bile sadece onun güzelliğini kıskanırmış. Tanrıça Athena ( Zeus’un en çok sevdiği kızı) da onun güzelliğinden rahatsız, için için bu güzele diş bilermiş. Medusa ise söylentilerden habersiz, her zaman tapınakta ve duasında ibadetindeymiş sessizce. Dillerden dillere anlatılan bu güzellik Poseidon’un da kulağına gelmiş bir gün. Kendini dünyanın hâkimi sanan Athena’ya yenilgisini hazmedemeyen Poseidon bir gün mabede gelip Medusa’yı görmesiyle yüreğine bir aşk düşmüş, sanki büyülenmiş. Gel zaman git zaman bu güzellikten öyle başı dönmüş ki bir gece vakti zorla MEDUSA’ya sahip çıkmış işte.
Çok geçmeden duyulmuş tüm olanlar, taa Athena’nın kulağına kadar gelmiş dedikodular.
Bu durumu kendisi için aşağılayıcı bulan Athena, Medusa’yı gorgon yaparak cezalandırmış. Onu çok çirkinleştirip, o güzelim saçlarını yılana dönüştürmüş, artık yüzüne bakanlar taş kesilmekteymiş. Öfkesi geçmeyen ölümsüz Athena iş birliği yaparak bu sefer Medusa’nın başını kestirmiş üvey kardeşi Perseus’a. Başı kesildiği anda Medusa’nın Poseidon’dan olma çocukları Pegasus ve Chrysar gövdesinden fırlamış dışarıya. Medusa’dan sıçrayan kandamlaları Libya çöllerine düşüp birer yılana dönüşmüş.
Perseus, Medusa’nın kesik başını alıp gitmiş. Athena ise Medusa’nın derisini yüzüp Aegis’in markası yapmış. İki damla kanını da kral Erichthonius’a armağan edip, bu iki damla kandan birini öldürücü zehir, diğerini ise tüm hastalıklara deva panzehir yapmış.
Bugüne kadar Medusa anlatılmış güzelliği ve bakışıyla taş etmesiyle,
Athena; anlatılmış cesareti bakireliği ve kahramanlığıyla…
Poseidon ise; Tanrıların tanrısı denizler ve depremler tanrılığıyla…
Ben de anlatmak istedim size onları en güncel hırs öfke ve var olan kıskançlıklarıyla.
Hatalarım var ise affola.
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
13:40
10
yorum
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar..., EFSANELER
11 Temmuz 2009 Cumartesi
İNCİLİ

Bu gün cumartesi hem gülelim hem düşünelim dedik. Zaman zaman halk kahramanı, zaman zaman divane olarak nitelendirilmiş kişilerden birinin iki hikayesini sizlerle paylaşmak istedik.
Eski kayıtlarda İncili çavuş için “Türk mizah kültürünün önemli simalarından birisi “olduğu yazılmakta, kimliği hakkında ise bilinenler sınırlı. Kanuni Sultan Süleyman’ın yol kardeşi olduğu İNCİLİ adını düzenlenen bir ok yarışmasındaki başarısından dolayı kavuğuna inci takılmasından ya da bıyıklarına inci takarak eğitime çıkmasından aldığı söylenmektedir.
Padişahın yakını olarak çevresinde gördüğü aksaklıkları ince bir ironiyle alaya alan, padişahı bile güldürücü ve iğneleyici sözleriyle zaman zaman hedef alan bu zat; bir gün sarayı terk edip gitmiş. Padişah onu geri getirebilmek için türlü yollar deneyip, sonunda İnciliyi bulmuş. Neticede Padişahtan özür dilemesi gerekmiş doğal olarak.
Padişah:
“- Öyle bir şey söyle ki özrün kabahatinden büyük olsun” seni affedeyim demiş.
İncili çavuş bu, padişah da olsa lafın altında kalacak değil ya.
Tam mabeyinden dışarı çıkılırken padişah önde o arkada, Padişaha sunturlu bir pandik atmışş!
“- Bre zındık sen nasıl?...”
Demeye kalmamış İncili Çavuş:
“- Affedersiniz padişahım sizi Valide Sultan zannettim!” deyivermiş. Özrü kabahatinden büyük olmuş böylece. Sözün altındaki mizahı anlayan Padişah tarafından da affedilmiş…
İncili Çavuş memleketten İstanbul’a geldiği sırada bir müddet boşta kalmış ve getirdiği birkaç kuruşu harcayıp zarurete düşmüş. Son günlerde yanına ancak iki akçelik bir tek sikke kalmış. O günü bununla savmak mecburiyeti hasıl olduğundan bir bakkala gidip bir akçelik peynir almış iki akçelik sikkeyi vermiş, bakkal sikkeyi çekmecesine atarak diğer bir işle meşgul olmaya başlayınca İncili sormuş:
-Üste bir akçeyi vermedin.
-Ne demek? Verdim ya.
-Vermedin, vermiş olsan ister miyim?
-Verdim, sen unutmuşsun.
-Dostum emin ol ki vermedin.
-Artık çok oluyorsun verdim. Bu vesileyle peyniri bedava mı almak istiyorsun.
İncili bakkaldan parayı alamayacağını anladıktan sonra “lahavle” diyerek oradan karşıdaki fırına gidip:
-Şuradan bir akçelik ekmek ver, demiş.
Ekmeği alınca yürümüş. Fırıncı parayı vermediğini görerek arkasından bağırmış:
-Hey arkadaş, hani ya ekmeğin parası?
İncili dönüp öfkeyle:
-Verdim ya kaç kere para vereceğim?
-Canım vermedin.
-Sen unutmuşsun. Ekmeği istediğim vakit parayı verdim.
İncili yoluna devamla oradan savuşmuş epeyce uzaklaştıktan sonra demiş:
-Yarabbi sen bilirsin ki bakkal benden bir akçe fazla aldı. Ekmekçi de parasını alamadı. Artık ahrette sen bakkaldan al ekmekçiye ver. Bende hakkı kalmasın" demiş.
Devamı Buradan ...>>
10 Temmuz 2009 Cuma
ŞÜKRETMENİN GİZEMİ

“Yattım sağıma döndüm soluma cennetteki mekânıma, yatarsam kaldır Allah içimi nur ile doldur Allah, can kafesten çıkarken Kuran’la imanla yolla Allah. Sağımda 7 melek solumda yedi melek bedenim Allah’a emanet.”
Küçücükken Anneannemin öğrettiği bu duayı her gece yatmadan okurum, ilavelerim de olur bazen. Gecenin sıcağına, benim ruh halime, yastığımın pozisyonuna, başımı sağa sola kuzey ve güneye koyuşuma göre “çitten atlayan koyunları” saymasam da en uygun pozisyonu sağlık açısından irdeleyip öyle geçerim derin uykuların dayanılmaz hafifliğine. Gün içindeki davranışlarımın ve sözlerimin muhasebesi ile birlikte yaşadığım her şeye ŞÜKÜR deyişim ertesi gün bana o kelimenin ne denli sihirli bir kelime olduğunu ispatlamıştır.
Şükredeceğim olaylar gelir çünkü başıma. Fatır Suresi 30 ayette dendiği gibi”Allah, şükredene bol bol nimet verir." Deneyin bence peşin peşin şükreden, şükredeceği olaylar yaşıyor daima.
“Limon ağaçlı eski ev satılıktır” yazımı hatırlarsanız, evin satılıp yerine apartman dikileceği için ve yediveren limon ağaçlarının kesileceği için üzülmüştüm biliyorsunuz. Ancak ekonomik sıkıntılar ev sahiplerimden birinin üzülüp kanser olmasına ve bir göğsünü aldırmasına, bir müddet satışı durdurmasına rağmen evimiz günü geldi ve satıldı. Bize de “ağustos eylüle kadar oturun, inşaat başlarken çıkarsınız” dediler. Bizler teslim olmuş bir pozisyonda kuzu kuzu otururken dileklerimi bir bir sıralayıp sanal dilekçemin altına imzamı atıvermiştim bir gün.
Taşınacağım evin aynı sokakta olması, önü ve arkası açık ve ağaçlıklı olması, mutfağı ve evin her yerinde gömme dolaplarının olması konusunda kararlı bir tutum sergilemiştim. Ardından da Sevgili Rabbime şükretmiştim. Gün geldi ne bir emlakçiye başvurdum ne de başımı kaldırıp “acaba boş ev var mı?” diye baktım yoldan gelip geçerken. Aynı caddede yan apartmanda bile ev boşaldı pek umursamadım. Sıfır taşınma telaşında olan ben, ev arayan bir dostumun dürtüklemesiyle şu an taşındığım; 38 numaradan, lütfen kalkıp 32 numaralı evi görmeye gittim. Bahçesinde siyah erik ve turunç ağaçları, balkonuna sarılıp sarmalanmış mor-mürdüm renkli begonvilleri,kedileri, evde yaşayacaklara tüm olanaklar önceden düşünülmüş ve sunulmuş muhteşem enerjisi ile bir EV karşımdaydı. Birçok emlakçiye anahtar verilmiş ancak ev sahibinin amcası birinci katta oturduğundan anahtar onda da vardı. Evi gördük beğendik ve çıktık.15 senedir o sokakta oturan ben hiç karşılaşmadığım amca beyle her gün karşılaşıp selamlaşır olduk her ne hikmetse! Ve sonunda “ev sahibinin telefonunu vereyim size, kendisiyle bir konuşun” dedi beyefendi. Bir emekli maaşıyla kredi çekmeden halledemeyeceğim birçok sorunum çözülmüş oldu. Emlakçiyi hallettiler, nakliye parası ödemedik, depozit daha sonra verirsiniz dendi ve kirada da eski evden çok az bir fiyat farkıyla sözleşmemizi ev sahibimiz ziyaretimize geldiğinde yapmış olduk. Kızını evlendiren kardeşimin ve iflas etmiş fabrikatör bir arkadaşımın ihtiyaçları olan para yardımını bile yapabildim. Onları kapılardan çevirmiş olmadım erenlerin himmeti ile. Bir de yardım edememenin vicdan azabını çekmedim çok ŞÜKÜR.
Yük taşıyan Kelebekler gibiydik. “Kolilerin ağırlığı tüy kadardı” sözünü şimdi söyleyebilirim. Çünkü taşınıp YERLEŞTİK. Dün gece sahilde kalamar eşliğinde rakılarımızı, bu sabah taze kekikli kızarmış ekmek peynir ve özel demlenmiş çayımızla kahvaltımızı evimizde yaptık. En kısa zamanda Sizleri de bekleriz.
“Tanrım, verdiğin tüm nimetlere ve biz istemeden sunduklarına, blog dostlarımızın bizim için ettikleri dualara şükürler olsun.”
Sevgilerimle
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
13:58
29
yorum
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar...
7 Temmuz 2009 Salı
MARTILAR NEDEN HEP DENİZ ÜSTÜNDE UÇAR
uğraşmış durmuş. Bu arada güzel prenses de onu tutulmuş onun zarar görmemesi için günlerce kendini saraya kapatmış.Sonunda dayanamayan fakir delikanlı her şeyi göze alarak gizlice sarayın bahçe duvarına tırmanmış ve prenses ile bir kere daha göz göze gelmişler.Fakir delikanlı hemen duvardan atlamış ve prensesle konuşacağı anda
saray muhafızlarına yakalanmış. Kralın karşısına çıkarılan delikanlı ölümle cezalandırılacağını bildiğinden krala prensese duyduğu aşkını anlatmış.
Kral ölüm emrini vereceği anda prensesin yalvarışlarına dayanamayarak delikanlıya başka bir ceza vermeyi kabullenmiş.
Hemen bir gemi hazırlattıran kral, gidilebilecek en uzaktaki adaya bir fener yaptırmış ve fakir delikanlıyı da o adada yalnız yaşamaya mahkûm etmiş...
Aradan bir kaç ay geçmesine rağmen prensesi unutamayan delikanlı prensese olan aşkını kâğıtlara dökmüş ve martılara anlatmaya başlamış...Artık bütün martılar fakir delikanlının prensese olan aşkını anlamış ve yazdığı mektupları prensese götürmeye başlamışlar... Zamanla prensesin de yazmış olduğu mektupları fakir delikanlıya götüren martılar aracılığı ile iki gencin arasındaki aşk iyice büyümüş. Ta ki... Bir sabah sarayın bahçesinde kahvaltı yaparken prensesin odasının penceresine ağzında bir mektupla konan martıyı kralın görmesine dek. Tabii korkulduğu gibi olmamış... Martıların bile aracı olduğu İki gencin arasındaki büyük aşkı anlayamadığı için kendisinden utanmış ve ağlayarak kızına sarılan kral, hemen bir gemi göndertip fakir delikanlıyı getirtip kendisi ile evlendireceğini söylemiş.
Buna duyunca çok mutlu olan prenses hemen delikanlıya bir mektup yazmış ve olanları anlatmış. Bu arada mektubu götürmek için bekleyen martıya da tüm martıların düğünlerine davetli olduğunu söylemiş.Buna çok sevinen martı mektubu bir an önce ıssız adaya götürmek için yola çıkmış. Tam yolu yarılamışken yanından geçen bir kaç martı arkadaşına haber verip hepsinin düğüne davetli olduğunu söylemekiçin gagasını açtığında mektubu düşürmüş. Tüm martılar hep birlikte mektubu aramaya başlamışlar. Fakat bir türlü bulamamışlar...
Bu arada prensesten mektup alamayan âşık delikanlı, yazmış olduğu mektupları göndermek için bir tek martı bile bulamamış... Biraz ilerisinde uçuyorlar fakat yanına gitmiyorlar ve mektubu arıyorlarmış...
Prensesin kendisini artık unuttuğunu, istemediğini, martıların da onun için yanına gelmediğini sanan delikanlı üzüntüsünden sonunda kendisini fenerden kayaların üzerine atarak intihar etmiş. Olanlardan habersiz kralın gemisi adaya vardığında fakir delikanlının soğuk bedeni ile karşılaşmışlar...
İşte o gün bugündür, martılar o mektubu ararlar. Mektubu bulup,o inanılmaz sevgiyi geri getirebileceklerine, her şeyi düzelteceklerine, inanarak hep denizler üzerinde uçuşup dururlar.
Devamı Buradan ...>>
2 Temmuz 2009 Perşembe
BEN BİR SOMON BALIĞIYIM
![]()
Ben bir SOMON balığıyım. balık yetiştirilme çiftliğinde yumurtadan çıktığımda arka yüzgecime metal bir klips takılmıştı. Uzun bir yolculuğa hazırdım artık. Irmak denize kavuşana dek bayır aşağı suyun akışına bırakacaktım yüzgeçlerimi. Darwin’i açmaza sokan gerçeklerden biri olan “yolumuzu nasıl bulduğumuz” sorusuna evrimciler, "içgüdü" cevabını vereceklerdi bir gün. Benim bu zorlu yolculuğum "tesadüf" kelimesini gülünç hale getiren bir plan ve tasarım harikası olduğunun ispatı olacaktı. Diğer klipsli somon arkadaşlarla ırmağın kaynağından salıverdim kendimi. Sular bizleri arkadan arkadan ittirirken sevinç çığlıkları atıyorduk sanki. SU: “Hadi bakalım, bu hayat yolculuğunuzda bu gidişin bir de dönüşü olduğunu sakın unutmayın” dediğini duyar gibiydik. “ Hayat sınırsız sonsuz ve mutlu umutlu önümüzde akarken neden geri dönelim ki?”demeden de edemedik. Sular yükseklerden düzlüğe akıp havuzlaştığında, dinlenip şakalaşıyorken nice tehlikelerle karşılaştık.
Kayaların üstünde konuşlanmış AYIlar, sarp kayalıklardan pike inişle üstümüze uçan KARTALlar, oltalarının ucuna yem takıp bizi kandırmak isteyen nice BALIKÇIları atlatıp kilometrelerce yol gitmemiz bizi nedense zayıflatacağına güçlü kılmıştı. Fedakâr ve işbirlikçi davranışlarımız evrimcilerin “ doğal seleksiyon” idealarına da bir darbe indirmekten geri kalmamıştı. Elimizde okyanusa varmamızı sağlayacak ne bir harita ne bir yön tarifi vardı. Birkaç arkadaşımızı acı kaderlerine teslim ettikten sonra sonunda yüce okyanusa kavuştuk. Büyüdük, beslendik 2 yıl, sevdik sevildik, neslimizi çoğaltmak içgüdüsüyle dölledik, döllendik. Yükümüz ağırdı, okyanusa gelirken bizi arkamızdan ittiren suyun sözleri geldi aklımıza.” Bu gidişin bir dönüşü var” demişti. En önemlisi ÖZLEMİŞtik doğduğumuz suları, vatanımızı… Yumurtalarımızı bırakacağımız en emniyetli en huzurlu suları özlemiştik işte. Ben bir balığım biliyorum, dere tepe akan suyun TERSİNE YÜZÜP nasıl kavuşacaksın yumurtadan çıktığın yuvana demeyin sakın bana. Razıyım çocuklarım için her türlü fedakârlığı yapmaya.
Hiç düşündünüz mü?
Somonlar neden hayatları pahasına binlerce kilometrelik zorlu bir yolculuğa kalkışıyorlar? Niçin kendilerine hiçbir çıkar sağlamayan bir göç yapıyorlar? Niye denizlerdeki zengin beslenme kaynaklarını terk ediyorlar? Yumurtalarını neden o anda bulundukları yere ya da neden denize veya akarsuların başına değil de mutlaka denizden binlerce kilometre içerideki nehir kollarına bırakıyorlar?
Biz, doğduktan sonra denize gitmemizi, burada yıllar süren uzun bir yolculuk yapmamızı sonra da doğduğumuz nehir yatağına geri dönmemizi emreden "program" başlı başına büyük bir mucize değil de ne peki? Bu program uyarınca vücudumuzun tatlı sudan tuzlu suya adapte olmasını sağlayan genetik bilgi, dev okyanusta hiç şaşırmadan yolumuzu bulmamızı sağlayan doğal pusula sistemimiz ve doğduğumuz akarsuyun kokusunu bulmamızı sağlayan son derece hassas bu koku algımız bir mucize değil de ne peki? Hayatımız pahasına bu göç yolculuğuna çıkışımızı planlayan; yönümüzü bulma yetimiz, koku alma duyumuz, ilham ve kararlılığımız için şükürler olsun yüce Allah’ıma.
İşte bu müthiş ve zorlu yolculuğun sonunda 70 tane somon balığı arkadaşımla "derilerimiz ve etimiz kırmızıya dönerek" 2 yıl önce dünyaya geldiğim küçük havuza vardım. Çiftlikteki görevliler yüzgeçlerimizdeki klipsleri görünce şaşkına döndüler: Yuvamıza varamayan dostlarımdan bazısı ise kimi sofraların mezesi, Kimi aç hayvanların yemeği oldu gitti. Bizler de yumurtalarımızı sulara emanet edip, ekolojik dengeye katkıda bulunmak için cesetlerimizi doğadaki ağaca, ota, börtü, böceğe sunduk fedakârca sevgiyle.
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
18:25
7
yorum
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar...
1 Temmuz 2009 Çarşamba
KİM DEMİŞ DEVLERİN SOYU YOK OLDU DİYE?

Dünyanın toprağını ölçüp biçip bir parça kopardım; ağaçları bitkileri hayvanları evleri yollarıyla birlikte. Mutluluk vaat ettim, tüm canlılarına. Toprak harita gibi avuçlarımda, ağaçların konuşmaları kulaklarımda, insanların koşturmaları, hissettikleri, deprem gibi sarsıntı, topraklarıyla birlikte evlerinin bir bilinmeze yol alışı gibi. Oysa “en GÜZELİ bağışlamaktı” onlara benim amacım. En huzurlu, ala-veresiz, kavgasız bir yaşam sunmaktı. Savaşların olmadığı, kurtarılmış bölgeyi yaratmaktı ön sebebim. Ben KİM miydim? Kimse, adım sanım yok benim… Bir hayal kurdum sadece işte. Bana insanlar, devler ülkesinden gelen Dev diyorlar. Devasa biri gibi görüyorlar beni. Kendime onların gözünden bakıyorum şimdi ve böyle görüyorum işte kendimi.
Geçtiğimiz Pazar günü 4 yaşındaki torunum karıncaları gözlemliyordu.
Kedinin mamasından parçalar koparıp ordular gibi bir sağa bir sola yük taşırlarken “Eren, seni dev gibi görüyorlar” demiştim. Gözleri önce parlayıp sonra şefkat ve merhamete dönüşmüştü gözündeki parıltılar. Sarı tişörtlü KOCA dev, Betona su dökmüştü “bak bu okyanus onlar için” dedim. Yine uzun uzun düşünüp yerdeki suları ayaklarıyla kurutmaya çalışmıştı. Okyanus ötesi panik içinde bir sağa bir sola giden karıncayı bir kâğıt parçasıyla kurtarmış diğer arkadaşlarının yanına koymuşken, plastik su şişesine giren karıncayı çıkartmak için uzun bir zaman harcamıştık her nasılsa. İşte benim de birçok canlı için bir dev olduğum aklıma o zaman gelmişti. Yaşamlarımız bir masaldı ya! Aslında vardık ama yoktuk ya! Bizden küçük ve çaresiz tüm canlılar için biz masallar ülkesinin devleriydik ya. Sinip gözlerini gözlerimize dikip ne ile karşılaşacaklarının bilinmezinde tir tir titriyorlardı ya. Devasa hayvanlar ve dinozorların mamutların yok olduğu bu âlemde kim demiş devlerin de soyu yok oldu diye? Bizler varız ya!
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
14:10
8
yorum
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar...


