
Biri olmadan, öbürü olmazmış, bu böylece yazılsınmış. Bir Rus Köyü’nde iki balık yaşarmış; Biri turuncu ve İri, öbürü korkak ve İnce. Bütün çiftler de böyledir biraz düşününce.
İri sormuş bir gün. “Madem bütün bu denizler birbirine bağlı, niye biz seninle sadece bu kıyıdan ötekine yüzüp duruyoruz? Kendimizi bir akıntıya bıraksak, yeni sularda yüzsek, başka balıklar yesek daha mutlu olmaz mıydık?” Hak verdi İnce. İnceliğinden sırf. Çünkü onun mutluluğu için, İri ve o kıyı yeterlidir. Gerisi hava su değişikliğidir ki, insan bundan beslenemez, balıklar ise hiç...
İnce katıldı teklife yine de, düştü İri'nin peşine. Akıntıya bıraktı kendini. Bunlar
Beraberce,
İstanbul ve Çanakkale boğazlarını geçtiler. Geçerken eğlendiler. Fakat bir balıkçı, akşam yavrularına balık götürmek için suya ağ atmıştı. Ve bizimkiler farkına varmadan bu ağa takıldılar.
Daha doğrusu İri takıldı. İri ya. İnce de sıyrılıp çıktı. İnce ya, bırakıp gitmedi. Hem inceydi hem âşık. Kemirip ağları, kurtardı İri'yi. “E, tabi, ben bu ağlara takılacak kadar güçlü kuvvetli değilim, eriyip gidecek gibiyim” diyerek, onun gururunu da okşadı. Aşkta, en yanlış şeyler bile mantıklı gelir insana. Tabi balıklara da... Çünkü aşk, suyun içinde de aşktır.
Derken, bizimkiler soğuk denizlere kavuştular. Fakat İnce, alışık değildi bu serin sulara ve hastalandı. Pulları dökülüyordu her gün ve gün geçtikçe daha da yavaşladı. Hatta durdu bir gün, Atlantiğin ortasında. Ya döneceklerdi ve İnce kurtulacaktı. Ya da tek bedene düşeceklerdi. Çünkü herkesin Küba'ya kadar yüzecek nefesi kalmayabilirdi, hele hastaysa. İri, Küba'ya gitmeyi seçmeden önce, biraz düşündü. O düşündüğü süre kadardı sevgisi ki o da çok sayılmazdı. En başta sıkılan oydu köyün kıyısından. Demek aslında gitmek istiyordu İnce'sinin yanından. Ama bizimki bu durumu anlamadı. Ve onunla Küba'ya varmak için son çabalarla
yüzdü. İnsan, sevdiğiyle geçen zamana doyamadığı kadar âşıktır. Balıklar da...
“İki dakika daha beraber yüzmek, tek başına sağlığına kavuşmaktan iyidir' bile dedirtir aşk insana” 
dedirttiği gibi İnce'ye. İki dakika kadar yüzdü ve öldü. Yukarı doğru çıkarken zayıf gövdesi, kılçıklarına kadar mutluydu ve gülüyordu. Koca bir balina onu yuttu, bunu da biliyordu. İri, tek kaldı ama suyun ucunda Küba vardı. Var gücüyle yüzdü. İnce’yi unuttu. İnce'yi unuttuğu kötü oldu. Çünkü onlar birbirlerine 5 saniyede bir, nereye gittiklerini hatırlatıyorlardı ve şimdi 10 saniye geçmişti ve katiyen hatırlamıyordu. Ne İnce'yi, ne Küba'yı ne de adının İri olduğunu. İnsana adını başkaları hatırlatır, balıklara da...
O yüzden kayboldu derin sularında Atlantiğin. Ve koca bir balina onu da yuttu. Fakat mucize bu ya, balinanın midesinde İnce'yi buldu. Meğer onları yutan aynı balinaymış, İnce ölmemişmiş, tam tersi midenin sıcaklığında dirilmişmiş. Ama oradan çıkarsa ölecek. İri de oradan giderse, nereye gittiğini ve adını unutacak. O yüzden, artık ikisi de buradalar. Ne fark eder. İnsana sevdiğinin yanı cennettir. Sevmeden hiçbir şeyin tadı olmadığını, bu hikâyeyi bilen bütün balıklar bilir.
Ya insanlar?
Hikaye:Alıntıdır.
Devamı Buradan ...>>
4 Ağustos 2009 Salı
BİRİ TURUNCU ve İRİ, ÖBÜRÜ KORKAK ve İNCE
1 Ağustos 2009 Cumartesi
MASKELENDİRİLENLER.
Masquerade from Aziz K. on Vimeo.
Maskelendirilerek zehrettiysek kendimize yaşanılası hayatımızı;
Örttüysek varlığımızın sevda dolu tüm ayrıntılarını,
Acıları saklayıp,(güne örtüsünü seren gece gibi)
Acımasız düşlerin karabasanından soyup çıkaralım bir gün
Dışarı hep birlikte zorunluluklarımızı.
O gün yüreğimizi elimize alıp güleceğimiz gün olacak.
O gün perdeler kalkıp gerçek olan OYUN başlayacak.
Yazılacak insan olmanın acınası manzumesi.
Ama nasıl?
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
12:47
21
yorum
 
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar..., FİLMLER, SAJA BAKIŞI
31 Temmuz 2009 Cuma
GÖRDÜĞÜNÜ ÖRT, DUYDUĞUNU SÖYLEME

Sevgili Ufuk Çizgisi blogunda “aldatılan kadınlar” başlığı altında bir soru sormuş bütün bayanlara. Anlaşılıyor ki onu biraz üzmüşler. Haklı olarak hazmedememiş ya da bir yakınının başına gelenlerden ötürü sindirememiş olanları doğal olarak. Ancak, hani eskilerin dediği gibi "her koyun kendi bacağından asılır derler ya!" Bir hikâye ile yorum yazmak istedim adımı gizlemeden. Yazı çok uzayınca blogda yayınlamaya karar verdim.
Harun Reşit'in bir kardeşi varmış adı BEHLÜL kendisi bir divane. İnsanların yaptıklarını gördükçe kahrolur kendi yapıyormuş gibi yeise kapılırmış.
Çarşı pazar ah ede ede gezerken önüne bir kasap dükkanı çıkmış.Vitrine uzun uzun bakmış, her koyun ayrı çengele baş aşağı asılı.."Hıı! Demiş demek ki: "her koyun kendi bacağından asılıyor" o günden sonra kimsenin derdine üzülmez kimsenin hatalarını görmez olmuş, böylece kendi yakasına yapışmış. Kıssadan hisse ders almamız gereken çok güzel bir hikâye bu bence.
3 maymun hikâyesini de bilirsiniz "görmez, duymaz, söylemez" Böyle olmak için ermiş olmak gerek belki de..
 Ama yine başka bir hikâyede dervişin biri ustasına sormuş "bana cennetlik gösterebilir misin?" diye. Usta, “şu köprünün başına sabah otur saklan er vakit köprüden ilk geçen cehennemlik, akşam da son geçen kişi cennetlik" demiş ve ayrılmış dervişin yanından. Derviş sabahın ilk aydınlığında bir bakmış bir atlı geçiyor. “Vah vahh! Demiş cehennemlik kim bilir ne günahlar işledi de cehennemi hak etti” diye hayıflanmış dövünmüş kendi kendine. Bu sefer akşamı beklemiş heyecanla cennetliği göreceğim diye. Güneş kavuşup alaca karanlık çökünce dört açmış gözlerini. Bakmış yine bir atlı geçiyor şahlana şahlana. İyice yaklaşmış yüzünü görmek için, bir de ne görsün? Sabah geçen adamın ta kendisi değil mi? … Soluksuz ustasına koşmuş, “Erenlerde yalan sadır olmaz efendim ama ben bu işten bir şey anlamadım!” demiş, “Sabah köprüden geçen cehennemlikle akşam köprüden geçen cennetlik ikisi de aynı kişiydi.” Usta, gözünün altından gülümseyip “oğlum, sabah geçen cehennemlikti tamam da, bu gün öyle bir şey yaptı ki cenneti hak etti hak katında” demiş. Hayretler içinde ustasını dinleyen dervişin merakı iki kat artmış, kocaman gözlerini açarak Pir'ine, “ne yapmış peki ?”diye sormuş. Ne yapacak demiş Pir'i? “ Hani gördüğünüzü örtecektiniz ya! O da atıyla giderken çalıların ardında zina eden bir çift gördü, kem gözlerden onları korumak için çalılıklara gömleğini astı, işte onun için cennetlik oldu” demiş.
Biz kadınların amacı cennet de olmasa “biz sevdiğimizi aldatıyor muyuz ki, O da bizi aldatsın?” diye düşünüp kendi yakamıza yapışmak evrene verilecek en güzel mesaj bence.
Hatam varsa affola, sevgilerimle.
Resim alıntı:Flickr'dan.
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
15:10
13
yorum
 
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar...
30 Temmuz 2009 Perşembe
SAMAN EV / GRANDER

Çok yazarlı blogların çoğunda uzun zamandır yazı yazmamış “blog yazarı” genellikle okuyuculara kendini hatırlatmak maksatlı “uzun zamandır yazı yazmıyordum tekrar işte buradayım” mesajını verdikten sonra, asıl anlatması gereken konuya aynen şimdi benimde yapacağım gibi dalar. “Efendim! Şu zamandan şu ana kadar yazı yazmamış olmam sizler tarafından yazı yazmadığım anlamına gelmesin… Tontini ve Ela nın yazıları, sizlerin de Yazının altına iliştirdiğiniz o yorumları okurken, yorumları ve yazıları her daim ben yazıyormuşum gibi hissediyordum kendimi zaten… Falan da filannn” gibi bahaneler yapılır her zaman.
Gelelim bugünkü yazımın ana temasına:
Uzun zamandır bizlerin ev telaşı içerisinde olduğumuzu biliyordunuz Tontini’nin yani Dilek’in şuradaki ve burada ki yazılarından hangi sonuçlarla karşılaştığımızı sufi- sajayı takip edenler hatırlayacaklardır. Biz inanıyoruz ki yaşama bazen dileklerimizle ilgili mesajları doğru şekilde yaydığımızda, ( Siz blogcular bunu yazı yolu ile yapmayı çok iyi başarıyorsunuz) yaşamda birileri o sinyali alıp sizin adınıza doğru dualarda bulunarak evrene geri gönderiyorlar. Bu da bazen isteklerimizin oluşmasına sebebiyet yaratıyor.
Taşınma dönemi içerisinde biz de yaşama yeni sinyaller vermeye başladık, bunlar yazının başlığından da anlıya cağınız gibi Saman Ev, Grander ve yeşil enerjiye dair… İnsanın yaşadığı çevreyi yok etmeden yaşayabilme olasılığını sağlayan tüm materyaller. Geçenlerde internet üzerinde dolaşırken alternatif yaşam tarzları ile ilgili bir yazı; hayalimiz olan Saman Ev ile karşılaşmamıza sebep oldu. SAMAN EVde olur mu demeyin, şuradaki resimlere bakınca bana hak vereceksiniz   ( Bir de kiracı iseniz bu hayalin Nasıl güzel geldiğini anlayacaksınız). İkinci dilek de: GRANDER diye bir ürün. Ne olduğunu kısaca söyle anlatabilirim; herkesin artık bildiği suyun hafızasının olduğu “90' lı yıllardaFransız bilim adamı Jacques Beneviste” ve bu hafızasının değişebileceği, bunun ise doğru düşünceden geçtiği Japon bilim adamı Masaru Emoto’ nun bazı belgeselleri yardımı ile bize belletilmişti.
Grander: işte Johann Grander'in bir buluşu olan bir ürün. Nasıl bir ürün olduğunu şuradan inceleyebilirsiniz.
Gelelim sonuca:
Bu yazıyı neden mi yazdık?  Böyle çevre dostu ürünlerin olduğundan haberdar olmayanları haberdar etmek için. Hem de sadece bizim adımıza değil yaşamını 0 ila 100 arasında yaşayan insanoğlunun şu kısacık zaman diliminde geçici de olsa dileklerinin ve isteklerinin olması adına toplu bilinci ne kadar iyi düşünce olarak çoğaltırsak o kadar iyi işlerle karşılaşacağımızın sinyalini evrene yaymak için.
Hadi bakalım –PAMUK DÜŞÜNCELER KAFAYA-. Ne mi yapıyoruz?  Bugün yaşama sinyal yaymamızın sinyalini yayıyoruz. Sevgilerimizle.
Devamı Buradan ...>>
29 Temmuz 2009 Çarşamba
RUH'a GIDA/ CAN'a SAFA: MÜZİK
“Bütün sazların sesi ruhlar âleminde bulunan derderten adlı bir sazdan çıkarmış.
Allah Âdemi yarattığı vakit ruh onun çamurdan bedenine girmek istememiş, Allah o vakit derderten sesini cennete göndermiş. Ruh bu ses ile kendinden geçip mest olunca Âdem’in bedenine girivermiş. İşte bugün musikinin ruha gıda, cana safa olmasının sebebi oymuş.”İskender pala, Katre-i Mateminde böyle yazıyor.
M.Ö.(580-500) yılları arasında yaşamış olan Pisagor; “ vücuttaki harmoninin bozulması ile oluşan hastalıkların en etkin devası MÜZİKtir” demiş onun ardından Platon, Aristo, İslam’da Razi, Ud’un mucidi Farabi, İbn-i Sina gibi bilginler “nabzın vuruşları makamların usullerine göredir, aykırı ise bu hayırlı bir belirti değildir “diye belirtmişlerdir. Seher vakti doğa uyanış mahmurluğundayken 
SABA makamındaki;
“Ben kalender meşrebim güzel çirkin aramam
Gönlüme bir eğlence isterim olsun
Dideleri şahbaz, gerdanı beyaz
Biraz da nazlı olsun”
Şarkısını dinlediğimizde ruhumuzun okşanacağı tespit edilmiş.
*********
RAST makamında;
“Açılan bir gül gibi gir kalbe gönül gibi
Coşarım sen gülersen, ağlarım ben küsersen
Kalbime gir, bahar ol yüreğim tazelensin.
Kalbime gir, bahar ol yüreğim tazelensin.” Ya da;
********
“Güle sorma o bilmez aşkı sevdayı neşeyi
Laleye sor çiğdeme sor mor menekşeye sor
Ne güzel de oynarsın fıkır fıkır kaynarsın
Şen şakrak hem güzelsin ateşine yakarsın.”
********
“Rüya gibi her hatıra her yaşantı bana
Ne bulduysa kaybetti gönül aşktan yana
Ömür çiçek kadar narin bir gün kadar kısa
Ağlama değmez hayat bu gözyaşlarına.”
Şarkılarını dinlersek içimize neşe ve huzurun doğacağını, nabzımızın yükselmesine yardımcı olacağını, kemiklerimize ve beynimize safa getireceğini tespit etmişler.
********
UŞŞAK makamında bir beste dinlediğimizde; örneğin,
“Bu akşam gün batarken gel sakın geç kalma erken gel
Tahammül kalmadı artık, sakın geç kalma erken gel
Cefa etme bana mah’ım, sonra tutar seni ahım
Üzme beni şivekârım, sakın geç kalma erken gel.”
 Şarkısını dinleyip de içimize sevinç ve gülme hissi dolacağını kalp ve ayak, karaciğer sıtma ve mide ağrılarımıza iyi geleceğini söylemişler.
********
ACEMAŞİRAN makamında;
Kemikler ve beynin etkileneceği, yaratıcılık ve ilhamımızın artacağı doğumun kolaylaşacağı, anne karnındaki çocuğun yanlış duruşunun düzeleceği, ağrı ve spazmların çözüleceği Yaratıcılık duygusu ile ilham vereceği anlatılmış. 
Türk Müziği makamlarının ruha olan etkileri Farabi’ye göre ise şöyle sınıflandırılmıştır: 
Rast makamı: İnsana neşe ve huzur verir. Rehavi makamı: İnsana sonsuzluk fikri
Kuçek makamı: Hüzün ve elem Büzürk makamı: Korku
İsfahan makamı: Hareket kabiliyeti güven hissi.
Neva makamı: Lezzet ve ferahlık.
Uşşak makamı: Gülme hissi.
Zirgüle makamı: uyku
Saba ve buselik makamı: Cesaret ve kuvvet
Hüseyni makamı: Sükûnet ve rahatlık
Hicaz makamı: Alçakgönüllülük yani tevazu verirmiş.
1682 yılında Edirne’yi ziyaret eden Evliya Çelebi: Sultan 2. Beyazıt külliyesinden “Orada bir Darüşşifa vardır ki dil ile tarif ve kalemler ile yazılmaz”.
 Diye bahsetmiş. Ünlü seyyah külliye için şu ilginç tanımlamaları kullanmıştı. “Böyle dikkat ve özenle yapılmış şifa yurdunun anlatılan odalarında çeşitli hastalıklara tutulmuş zengin ve fakir, ihtiyar ve genç doludur” “Bazı odalarda ilkbaharda delilik mevsiminde Edirne’nin aşk denizi derinliğine düşmüş sevdalı âşıklar çoğalıp, hekimin emriyle bu tımarhaneye getirilerek altun ve gümüş yaldızlı zincirlerle kerevetlerine takılıp, her biri aslan yatağında yatar gibi kükreyip yatarlar. Kimisi havuz ve şadırvanlara bakıp kalender hülyası kabilinden söz eder, nicesi dahi o kemerli kubbenin etrafında olan gülistan ve bağ ve bostan içindeki binlerce kuşların cıvıltılarını dinleyip, delilerin perdesiz ve ölçüsüz sesleriyle feryada başlarlar”.
Evliya Çelebi, hastanenin musiki ile tedavi konusunu da şöyle anlatmış.
“Merhum ve Mağfur Bayezid Veli Hazretleri Vakfiyesinde, hastalara deva, dertlere şifa, divanelerin ruhuna gıda ve defi seva olmak üzere 10 adet hanende ve sazende gulan tayin etmiş ki, üçü hanende, biri neyzen, biri kemancı, biri musikarcı, biri santurcu, biri çengi, biri çenk santurcu, biri udcu olup, haftada üç kez gelerek hastalara ve delilere musiki faslı ederler. Allahın emriyle, nivesi saz sesinden hoşlanır ve rahat ederler. Doğrusu musiki ilminde neva, rast, dügah, segah, çargah, suzinak makamları onlara mahsustur. Ama zengule makamı ile buselik makamında rast karar kılsa insana hayat verir. Bütün saz ve makamlarda ruha gıda vardır.”demektedir.
Ya unutulmaya yüz tutmuş Türk sanat müziği dinlemek yerine olur olmaz müzikler dinleyerek ruhumuza sukunet ve sağlık yerine gerginlik taşkınlık ve öfke aşılayan müziklerle bundan böyle gençlerimizin ruh sağlığı nereye varacak dersiniz?
Bestekâr Rüştü Şardağ’ın hepinizin hatırlayacağı RAST makamındaki şarkısının sözleriyle konuyu noktalıyoruz;
"Bu kadar yürekten çağırma beni Bir gece ansızın gelebilirim
Beni bekliyorsan uyumamışsan Sevinçten kapında ölebilirim
Beni bekliyorsan uyumamışsan Sevinçten kapında ölebilirim
Bir gece ansızın gelebilirim”
Sevgilerimle.
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
08:55
12
yorum
 
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar..., GELİŞİM, MÜZİK
26 Temmuz 2009 Pazar
ZEUS, HERA, IO

Geçmiş zamanlarda Yeryüzünde ölümlüler ve ölümsüzler diye sınıflandırılmış insanlar yaşardı. O zamanlar tek tanrı değil yer ve göğün ve herşeyin yönetiminden sorumlu çok tanrılar vardı. Aynı şimdiki devlet yönetimindekiler gibi yukardan aşağı bir hiyerarşi, emir komuta zinciri sürüüüp giderdi…
 ZEUS’tu, Tanrıların başı, HERA da onun karındaşı... Hera, Afrodit’ten bile güzel bir kız, dağlarda korkusuzca yaşardı sütannesinin adı Markis.  Bir kış günü otururken ıssızda soğuktan üşüdü birden,. İşte o dağlarda o an, omzuna titreyen bir GUGUK kuşu kondu. Hera, acıyıp kuşa başını ak göğsüne yatırıp avuttu. Oysa bu guguk kuşu yüce Zeus’du… Her kılığa girebilirdi O..
Zeus ne yapıp edip evlenmeye ikna etti Hera’yı sonunda. Düğünlerine yer ve gökteki tanrıların hepsi hazırlandı. Perilerin hepsi düğüne hediyeleriyle geldi. Gelmeyen tembelliğinden bir tek Khelone kalmıştı geriye. Hera, içerledi, buna çok. Onu kaplumbağaya çevirdi, hantallığının cezasıydı bu. Gel zaman git zaman  
Zeus’la evlilikleri mutlu mesut sürerken, Zeus’un gözüne bir güzel kız ilişti o dem, işte o zaman aklı başından gitmişti. Hera’ ya görünmeden gökyüzünden yere uçmuştu.
O sıralar Finikeli kral yarı Tanrı İnakos’un kulağında bir ses :
“At kızını evinden yurdundan dışarı
Gitsin Tanrı’lara kurbanlık koyun gibi
Dolaşsın Dünyanın dört bir yanını
Yoksa Zeus yok edecek senin bütün soyunu” diyordu. IO; İnakos’un biricik kızı, emir Tanrılardan geliyordu belli ki, bilmiyordu ki ne yapıp ne etmeli? Bir gün derin uykularından uyandı güzel kızı IO, “babacığım bir rüya gördüm “dedi. Kulağıma bir ses;
“Ey mutsuz genç kız, niçin yalnızsın?
Erkeklerin en yücesi özlerken seni
Kalk çabuk baba evinden ayrıl
Çayırlıkta yüce Zeus görsün seni!”diye fısıldıyordu dedi.
 IO kırlarda sesin sahibini aramaya çıkmışken, Zeus göründü zeytin ağacının ardından. Zeus onu daha önce görüp sevmişken, IO ise habersizdi bütün bu olanlardan. Kaçmak ne mümkün? Yüce Zeus kavramıştı IO’nun belinden. Bu arada göklerden aşağıya bir baktı Tanrıça Hera, kocası yeryüzünde bir kızla oynaşıyordu. Tam eteklerini toplamışken Zeus fark edip Hera’yı IO yu korumak için son nefesiyle üfledi üstüne kara bulutları. 
 
O arada IO baktı ki eli ayağı değişmiş, ak bir beyaz öküze dönüşmüştü bedeni. Duman dağıldığında Hera etrafta herhangi bir kadın göremeyince, bir an için rahatlasa da, dikkatini çekti saf saf bakan öküzün gözleri. IO’yu bir zeytin ağacına bağladı Hera, başına da 100 gözlü Argos’u dikti bekçi. Koca Zeus hiç boş durur mu? Çoban kılığına sokup Hermes’i,  Argos’a kavalıyla ninniler çaldırıp masallar anlattırdı. Gözlerinin yarısı açık yarısı uyurken açıkgözleriyle öküzü gözlüyordu Argos.Az zaman sonra dayanamayıp birden derin uykulara daldı. Hermes o an onu oracıkta öldürdü. Olanlara şaşıran Hera keder ve üzüntüyle, sevgili kuşu tavusun kuyruklarına Argos’un 100 gözünü serpti. Öfkesi ikiye katlanmışken Hera, öküzü serbest bırakıp kendisine bir AT SİNEĞİ musallat etti. Sinekten kaçayım derken IO ne karnını doyurabildi, ne uyuyabildi. Bütün ege kıyılarında koşup (İyonya’da),deli gibi BOĞAZİÇİ'ni (ÖKÜZ GEÇİDİNİ)geçip Kafkasya’ya ulaştı. O koşarken ayaklarının altından toprak kopuyor adalar oluşuyor, boğazdan (Bos-horus)geçerken iki kıta birbirinden ayrılıyordu.
Kafkas dağlarında zincirlenmiş Prometheus’la karşılaştı IO, merak edip sordu, “neden zincirlisin, neden ciğerlerini kartallar yiyor “diye. Prometheus baktı ki konuşan bir inek, dedi ki;” Belli ki Tanrıların gazabına uğramışsın sen, başından neler geçti, önce anlat sen!”Anlattı bir bir IO, başından geçenleri, gözyaşlarını bile kendi silemedi. İnsanlara ateşi armağan ettiği için cezalandırılan Prometheus, geleceği görenlerden kendisi… Zavallıyı avutmak istedi ve olacakları bir bir beyaz öküze anlattı.
“Mısır’da Nil nehri kıyısına varacaksın” dedi,
“Orada Zeus verecek sana insan kılığını geri, 
Epophos adlı karnındaki oğlu doğuracaksın,
Şunu bil ki bu çocuk senin soyundan, 
Yiğit cesaretli biri olacak O 
Ve kurtaracak buradan beni.”
Resimler Alıntı:Pieter lastman ve homepage.mac.com'dan
Mitolojiden masallaştıran: Dilek yani Tontini
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
20:10
11
yorum
 
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar..., EFSANELER
25 Temmuz 2009 Cumartesi
BİR GARİP HALLER içinde HALİM

Sürekli bir şeylere yetişme telaşındayım şu aralar. Hani kurulu bir robot olsa ancak benim kadar saate bakar herhalde. Sabah kahvaltısı, ardından uyku saati. Öğlen yemeği veee akşamüstü gezintisi. Deniz zamanı hoopp akşam yemeği. Banyo ve nihayet uyku merasimi. Her günüm birbirinin aynı.  Ha bundan şikâyetçi miyim? (Hayır değilim. Bu hal benim her yaz yaşadığım o hal işte bilenler bilir:) Şu temmuz-ağustos ayında nedir beni bu kadar kasan Yarabbiiii?))
Uzun zamandır yazı yazmayı bırakın, bir kitap kapağı bile açamadım. Haberleri izlemeyeli belki 1 ay olmuştur mesela. Hoş, çok şey kaçırdığımı da düşünmüyorum. Zaten her izlediğimde karabasanlar çöküyo üzerime. Gazete derseniz, akşamüstleri gittiğim çay bahçesinde, sıcaktan bayılmak üzere değilsem eğer bir iki sayfa okuyabiliyorum ancak.  
Bilerek magazin haberlerini okuyorum ki eğlence olsun. ;)
Bazen çok kasıyor  bu koşuşturma beni, bazen de kafamı kurcalayan o ayrıntılara vakit bulamadığım için seviniyorum. 
Ara sıra şu anda olduğum gibi yalnız kalmak istiyorum, yalnızken de kalabalıkları özlüyorum. Gündüz koşturmacasından sonra akşam ayaklarımı uzatıp çayımı yudumlarkeeeen bu seferde uyuttuğum oğlumu özlüyorum iyi mi?) Etrafta onu arıyor gözlerim, göremeyince hemen duygusallaşıyorum. 
Sizce yavaş yavaş kafayı mı yiyorum:)
Asıl olarak bütün bu anlattıklarımı her sene yaşıyor olmak düşündürür oldu beni şu aralar. Acaba neden diyorum?
Yaşadığım yeri mi sevmiyorum?
Hep aynı şeyleri yapmaktan mı sıkılıyorum?
Özellikle bu zamanlarda sevgisiz kaldığımdan mı deliriyorum?
Sıcaktan mı bunalıyorum?
Her tarafta uçuşan o korkunç kakalaklardan mı tırsıyorum? :)
Yan komşuya dadanan kocaman farenin ziyaretinden mi korkuyorum?. :
Kendime durduk yere sorun mu yaratıyorum?
Karşımdakinden çok şey mi bekliyorum?
Yoksa bana rahat mı batıyo?:))
En fenası da bunların hepsi birden mi oluyo. :))Valla bende bilmiyorum. Düşün dur işin yoksa.
Bir daha ki yazımda, eğer bulabilirsem doğru şıkkı sizinle de paylaşırım. 
İşte böyle dostlar. Halim, bir garip haller içinde haldir. :) Ammaaaa her şeye rağmen  şükretmeyi de unutmuyorum. Sağlıkla geçirdiğim her gün için, oğlum, kocam ve sevdiklerim için hep şükrediyorum o ayrı konu.
Şimdilik benden bu kadar. Hepinize sevgiler, saygılar. Sıcaklarda dikkat edin kendinize...
Ela...
Resim, alıntı: therosesutah.blogspot.com'dan
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
12:10
6
yorum
 
Etiketler: ELA'dan mektup
22 Temmuz 2009 Çarşamba
SEVGİLİ GÜNEŞ

Bugüne kadar hep birbirimize mektuplar yazıp, mailler çektik. Bir gün olup da sözle veya yazıyla senin hatırını sormadık. Bıkmadan usanmadan, karşılık beklemeden bizim hayrımıza yolumuzu aydınlattığın, gecelerimizi gündüze çevirdiğin için sana sevgi ve şükranlarımızı sunmadık. SEN: İnsanoğlunun dostu, seninle attık sırtımızdan postu. Sularımızı seninle ısıttık, seninle beslenip olduk kuzu. Senin gördüğün yere ektik tohumumuzu, sen göründüğünde doğudan; açtık gözümüzü, kapımızı. Gök kürede bir emirle dönerken sen, biz de raks eder gibi döndük senin etrafında fark etmeden. Teşekkür yerine duydun hep bizden şikâyet,” off sıcak dedik, off soğuk” dedik, yaranamadın bize sen. AH sevgili GÜNEŞ: Sana “senin de kavuşamadığın bir sevgilin mi var, onun için mi için için yanarsın demedik!”Gölgelerimizi biz yaratıyoruz sandık. Senden korunmak için başlarımızı şapkalarla, evlerimizi çatılarla örttük. Yıldızların ışığı sendenken, Yıldızlara bakarak yazdık sevgililerimize en içli nağmeleri.”Ay ışığı Sonatı”nı besteledik, güneş ışığı sonatını daha notalara geçirmedik bilmem neden!
“Ne keder ne yas olur 
Yıldızların altında 
Çakıllar elmas olur 
Yıldızların altında “dedik de,
“Ne keder ne yas kalır o güneşin altında, 
Çakıllar elmas olur o güneşin altında” hiç demedik.
Duydum ki bu sabah gök denizde sevgilinle buluşmuşsun.6 dakika 39 saniyelik buluşman tüm Dünyayı, hayır uğur bereket AŞKla doldursun. Senin de Aşkın daim olsun.
Sevgilerimizle...
Resim alıntı:Artbywicks.com
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
12:32
11
yorum
 
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar...
20 Temmuz 2009 Pazartesi
BİLGE+SOYTARI

Çok eski zamanlara ait bir Hint masalı vardır, eski ama çok büyük bir 
öneme sahip bir öyküdür bu.Büyük ama aptal bir kral, sert zeminin ayağını acıttığını söyleyip tüm krallığın sığır derisiyle kaplanmasını emretmiş. Ancak, sarayın soytarısı bu fikre kahkahalarla gülmüş; çünkü o bilge bir adammış.. 
Bu söze karşılık soytarı demiş ki; "Kralın fikri gerçekten çok komik." 
Kral bu sözü işitince  çok kızmış ve soytarıya: 
"Bana daha iyi bir seçenek göster yoksa öldürüleceksin!" 
Soytarı, "Efendim, bütün krallığınızı sığır derisi ile kaplatacağınıza, küçük bir sığır derisi parçasını kesip ayağınızı kaplayın" demiş. 
Ve ayakkabılar Hint efsanesine göre böyle doğmuş.. 
Bütün dünyayı sığır derisiyle kaplamaya gerek yok; 
sadece ayağınızı kaplamak tüm dünyayı kaplamaktır. 
"Bilgeliğin başlangıcı budur." Der Masal.
Devamı Buradan ...>>
 
 

