
Çocuğumu Satıyorum... Satılık Çocuk Var...”
Hint Müslümanları, yeni bir devlet kurma çalışmaları sırasında Mustafa Kemal’e destek vermek amacıyla kendi aralarında yardım toplamaya başlamışlardı. Ülkenin çeşitli yörelerindeki Müslüman Hintliler,
Olanaklarının elverdiği ölçüde maddi katkılarda bulunuyorlardı. Peşaver kentinde de toplanan halk yapacakları yardımı açıklarken, bir kadının şu sözü duyuldu:
“Çocuğumu satıyorum... Çocuğumu satıyorum...”
Topluluktaki tüm başlar, bu sesin geldiği yana çevrildi,
Tüm gözler, bu sözün sahibi kadının üzerine dikildi. Çok yoksul olduğu ilk bakışta giyiminden ve çökük avurtlarından anlaşılan kadın, birkaç aylık çocuğunu elleriyle havaya kaldırmış, herkese duyurabilmek için sesinin var gücüyle bağırmayı sürdürüyordu:
“Çocuğumu satıyorum... Satılık çocuk var... En büyük parayı kim verirse çocuğumu ona satacağım, parayı da Mustafa Kemal’e göndereceğim.”
Kalabalıktan bir kişi, önündekileri sağa sola iterek kendine yol açtı kadının yanına geldi.
“Önce çocuğunu sıkı sıkı bağrına bas, sonra da bu parayı al” dedi. Ve cebinden çıkardığı avuç dolusu yüklü tutarda kâğıt parayı, kadının avucuna sıkıştırdı:
"Bu paradan istediğin kadarını Mustafa Kemal’e gönder, kalanını da kendine ve çocuğuna ayır.”Kadın gözyaşlarını tutamadı, içini çeke çeke ağlayarak varlıklı adamın ellerine sarıldı, öpmek istedi. Sonra da kalabalığın orta yerindeki masaya yaklaştı, masanın çevresindeki görevlilere elindeki paranın tümünü verdi.  “Tümünü” dedi. “Bu paranın tümünü, Mustafa Kemal’e göndermeniz için veriyorum size...”Görevli, önündeki kayıt defterine paranın tutarını yazarken, bu bağışı yapan kadına adını da sordu.”Mihriban” dedi. “Adım Mihriban...”Görevli, önündeki defterde bağışı yapan kişi hanesine Mihriban yazdıktan sonra kadın, bir ad daha yazdırdı: “Bir de Mustafa yazın Mihriban’ın yanına” dedi.  “Oğlumla birlikte yapıyoruz bu bağışı...”
Alıntı:Bütün Dünya Dergisi.
Devamı Buradan ...>>
20 Ağustos 2009 Perşembe
SATILIK ÇOCUK VAR
Gönderen
sufi
zaman:
12:22
10
yorum
 
Etiketler: HİKAYELER, SAJA BAKIŞI
15 Ağustos 2009 Cumartesi
MİSTİK ÜÇ GÜLENLER

Onlar üç Çinli mistikmiş. Adlarını bilen yokmuş ama "Üç Gülenler" diye tanınırlarmış. Gülmekten öte hiçbir şey yapmazlarmış. Kent kent dolaşıp çarşıda pazarda gülerlermiş. Gülmek bulaşıcı tabii... Ve bu üç insan güzel insanlarmış. Onların geçtiği yerler az sonra kahkahalar ile dolarmış. Onlar Çin'i baştanbaşa dolaşıp mutsuz, kırgın, kızgın, bıkkın insanları güldürmüşler.
İçlerinden biri, günün birinde ölmüş.
Eyvah! Demişler tanıyanlar Gülmeleri kesilecek, artık ağlarlar diye düşünmüşler, diğer ikisi için.
Oysa onlar gene gülmelerini sürdürmüşler ve ölmüş arkadaşlarını neşeli bir törenle kutsamışlar. Bunu şaşkın gözlerle izleyen halka ise şunları söylemişler. “Üçümüz yaşarken iddiaya tutuşmuştuk, hangimiz önce ölecek diye. Yaşam boyu birlikte güldüğümüz arkadaşımız adına en güzel tören, gene gülmektir. Son yolculuğunda onu bundan mahrum bırakamayız. Bir bakıma ona ihanet olurdu gülmeyi sürdürmemek. Çünkü hayatta hiçbir şey ölmez. Ölüm düşüncesini yenmek ise sadece gülmek ile olur.” demişler.
Kent halkı ölüyü yıkamaya kalkıştığında ise engel olmuşlar. "Vasiyetinde onu yıkamadan, üstündekileri değiştirmeden yakmamızı" istemişti. "Dediklerini yerine getireceğiz." Diye dayatmışlar.
Ve ölü yıkanırken son şakasını esirgememiş. Ceplerine ölmeden önce doldurduğu çatapatlar, patlayıp saçılmaya başlamış. Ve cenazedeki herkes kahkahalarla gülmüş. Onlar gülerken, yarım akıllı iki arkadaş dans ediyormuş. Halk da çılgınca dans etmeye başlamış. Sanki bir ölümü değil, bir doğuşu kutluyorlarmışçasına.
resim : 
Devamı Buradan ...>>
13 Ağustos 2009 Perşembe
KARPUZ AĞAÇTA MI YETİŞİR?

“Hayalle, düşünce arasında ne fark var?” diye soruyordu ÇOCUK.
“Ya rüyayla yaşam arasında?”
”Ya da deniz neden ıslak da, toprak neden kuru?”
“Neden depremler oluyor?”
“Bu Dünya daha yokken Allah nerdeydi?”gibi ardı arkası gelmeyen sorulaaar ve sorular.
Yaşı daha 4,5 bu yakışıklının, adı:EREN.
1,5 yaşındayken gölgelerin neden uzayıp kısaldığını araştıran,  sokak lambasının altına gidip yarım yarım konuşmalarıyla,
 “-Gel bak, gel bak gölgem gittiii !“diyen bir çocuk, bu çocuk. Bütün bu sorularının nedenini “çok zeki olduğuna” bağlamak yerine; duyarlı ve ince ruhlu bir çocuk olduğuyla ilintilemek daha isabetli bir karar gibi geliyor bana. DUYARLI: çünkü
henüz hayatın gerçekleriyle karşılaşmadı. Kimse yanında yüksek sesle tartışmadı. Haberleri dinleyip insanların insanları öldürdüğüne şahit olmadı. Sorduğu her sorunun yanıtını öyle ya da böyle aldı. Zaman zaman sorusuna soruyla karşılık verilse de; örneğin “Bu Dünya yokken Allah nerdeydi?” sorusuna  “-Sen bu Dünyada yokken nerdeydin?” gibi bir soruyla karşılık verildiğinde,
“-Bu çok zor bir soru, bunu şimdi nasıl cevaplayayım?”diye yanıt aldıysanız, onun sorusunu cevaplamak için zaman kazanmışsınız demek oluyor. Bir anlık dalgınlıkla siz TVde kanaldan kanala gezerken bu küçük adam: Afrika’daki açların görüntüsüne takılıp, iki gözü yaşlarla dolu sesi titreyerek,
“-Hayır, ama Ben onların aç kalmalarını istemiyorum Tontini” diyorsa,
“-O zaman sen yemeğini her gün bir kaşık fazla ye ve düşüncende o açlara yolla” dediğinizde bunu görev ediniyorsa, HASSAS bir çocukla karşı karşıyasınız demektir. Öksüren bir yaşlı amcaya,
“-Neden sen sigara içiyorsun, bak öksürüyorsun, sigara sana zarar veriyor “sözüne, Yaşlı amca, “Ben köylülere yardım olsun diye içiyorum” cevabını verince ikna olup babasına, “Amcam tütün yetiştiren köylülere yardım olsun diye sigara içiyormuş” gibi bir açıklama getiriyorsa bu çocuk SOSYAL bir çocuk demektir. Tabi sadece o sormuyor soruları zaman zaman bizim de ona sorularımız oluyor. Çoğuna doğru cevap verse de kendi diliyle,
” -Karpuz ağaçta mı toprakta mı yetişir ?“sorumuza,
“-AĞAÇta “diye aceleyle verdiği cevabına bütün aile hala gülebiliyoruz.
“-Karpuz eğer elma gibi ağaçta yetişseydi karpuz ağacı altında kimse piknik yapamazdı, dalından düştü mü kafamızı gözümüzü yarardı” cevabımıza hala kendi bile kahkahalarla gülebilen bir çocuk bu.
Ve bizler ondan çok şey öğreniyoruz.
Peki, sevgili blog dostlarım bu bilge öğretmenlerimizin, “Bu Dünya yokken Allah nerdeydi?” ve bunun gibi sorularına siz olsaydınız nasıl cevap verirdiniz?
Sevgilerimle
Resim;www.pbase.com'dan alıntı.
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
18:55
22
yorum
 
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar...
12 Ağustos 2009 Çarşamba
RUHUMUZU KURTARMALIYIZ

Arıyı düşünün, farklı çiçeklerden ÖZ toplar. Balarıları bir peteği doldurabilmek için 100 milyon çiçeğin nektarını toplayabilir ve 100 bin kilometre boyunca kanat çırpabilir.
İşte onun yolculuğu da bu. Hepimiz bu çarkın dışında ya da içinde dönüp duruyoruz. Süzen, ayıran, seçen, tercih yapan ve yargılayan bilinçten yakamızı kurtaramıyoruz bir türlü..
Kurtulmak için farklılıklardan ayrımlardan kurtulmamız, halden hale, baldan bire ulaşmamız gerek.
Bir çember düşünün en dışındaysanız dönüş hızından savrulur o ivme ve sürtünmeyle küçülür yok olursunuz. Ya merkezindeyseniz çemberin dönüş hızı 
azalır. Noktadır orası. Sükûnete varırsınız. Işığı bal, karanlığı petek eylersiniz. Dışındaysanız; bir hengâmenin tam ortasındasınızdır. Hadi, çemberin dışından, Pİ sayısını (3.1.4.1.6)yı aşarak çemberin tam ortasındaki NOKTAya adım atmadan, mesafesiz birlikte yolculuk yapalım.
Beni tanımlarken etten kemikten yapılmış kaşı gözü eli ayağı olan biri diye tarif
edebilirsiniz. Bir ressam da böylesini tuvaline çizebiliyor ki, o eser BEN demek olmuyor. Hatta güzel alımlı, gözleri yeşil kaşları yay boyu uzun gibi sözler de söyleseniz yine beni tanımlayamaz sözleriniz. Musalla taşında yatan mevta hakkında da aynı sözler söylenebilir çünkü.” Cesedin değil; dirinin, gören, duyan söyleyenin tanımlanmasını istiyorum ben” derim. “İğne batırmadım ki diri misin ölü mü bileyim seni?” dersiniz. İğne batırsanız da ölü mü diri mi olduğumu yine anlamayabilirsiniz. Belki de acıya mukavemet kazanmışlardan olmuşumdur! Peki, ne diyebilirsiniz? Mantıklı kadındır dersiniz… Demek ki cismimim içinde mantık elbisesi giyinmiş bir kadın daha var. Onu gördünüz. Ben size “bu tanım beni tam tarif etmez” dedim yine. Biraz daha düşünüp, “bilinçli dediniz, hoşgörülü, vicdanlı, iyi ya da kötü…”  Bir sezaryen ameliyatında doktorun anne karnından bebeği çıkarabilmesi için 7 kat deriyi kesmesi gerektiğini seyretmiştim bir kere. BENe ulaşmak için içimden bakın kaç tane ben elbisesi soyduk çıkardık. Ama bunların hiçbiri yine beni tam olarak tanımlayamadı. “MUTLU bir insan “dediniz, işte o BENim yani benim içimde var olan O…Sizlerin vücudundan da kendime gelmeliyim, sizin gözlerinizden de kendimi seyretmeliyim. Aynı anda kendimden size, sizden de kendime bakmalıyım. Sanki aynada görünenle görenin aynı olduğu gibi, böylece Sükûna ermeliyim-iz. İşte o zaman belki de ta o en diplerde bunca BENin ardına sakladığımız Özümüzü ruhumuzu kurtarabilirim-iz. Gözler kamaştıran mutluluğun ışığı parıldar işte o an çevremizde.
Sevgilerimle yani sevgilerimizle.
Resim alıntı:www.meetup.com'dan
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
18:52
10
yorum
 
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar...
10 Ağustos 2009 Pazartesi
CIVA, SÜLFÜR ve TUZ

İnsanoğlu “yaradılış efsanesini” yaratıldığından bu yana hep sorgulaya gelmiştir. Nereden geldim, nereye gidiyorum diye?
Ateş; nasıl havaya, hava suya, su toprağa, toprak ateşe dönüşüyorsa ilk maddeyi bulmak için ne yapmamız gerek? Bu çokluk içindeki tekliğin sırrını çözebilmek için, zihin laboratuarımızda kendimizi arıtıp damıtmakla, Öze kavuşmak mümkün mü acaba? Nasıl? Gibi soruları sormuşuzdur kendimize hep.
İşin sırrını çözmüş Bilge lerin dediği gibi“aşağıdaki yukarıdaki, yukarıdaki de aşağıdaki gibi”yse, İnsan “âlem-i Kübra” büyük âlem ise, zahir batının aynıysa, evren ve insan ikiz kardeşse; elimizde bir yol haritası bir formül var demektir. Bir yerden başlayıp yola çıkmamız gerekir.
Asırlardır Felsefe taşını arayan simyacıların; CIVA SÜLFÜR ve TUZ’un BİLİNCİni önce ayrıştırıp sonra birleştirerek potalar, deney tüpleri ve imbiklerin üzerine eğilerek ilk maddeyi; hayat iksiri kırmızı sıvıyı arayışları gibi kendi içimizi (arzın merkezini) ziyaret ederek felsefe taşını (bilgeliği) içimizdeki o en derinde bulabileceğimize İNANMAKla yola başlamak gerek belki de. Tao’cu rahip Chang Tao-Ling’in (M.Ö)ömrünü saf erdemlere ulaşmak ve yüce fikirler üretmeye adamış ilk kişi olduğu söylenmekte. Daha önceleri Zerdüşt var benim hatırladığım. Daha sonra da gerçeği bulanlar “sırdır” diye söyleyememiş. Bulamayanlar ve hiç aramayanlar da Kaf dağının ardındaki Simurg kuşuna (Zümrüd-ü Ankaya) ulaşamayan kuşlar gibi yollarda dökülüp kalmışlardır bizim gibi işte.
En başta var olmayan kendi bağımsız varlığımız, var olmamasına rağmen BENi VAR gösterir ya. Sonra da Ben varım düşüncesiyle HAKdan ayrı bir varlığımız varmış zannıyla bedene dönük bir yaşama gireriz. İsteklerimiz arzularımız bedenimize ve birimsel yapımıza zevk verecek şeylerdir. Çokluk içinde böylece sürüklenip gideriz yargılarımızla, tercihlerimizle ve cüzi aklımızla. Varsaydığımız bu hayali varlığımızı ne zaman TEKliğe teslim edersek işte o zaman TEKliğe girer vahdaniyeti anlayıp idrak eder hisseder ve yaşarız. Yani ÖLMEDEN EVVEL ÖLÜRÜZ. Küllerimizden doğumumuz işte o zaman gerçekleşir. Firavun gibi “Enel ALLAH” Ben Allahım diyeceğimize Hallac-ı Mansur gibi “Enel HAK” deriz.
Musa Firavunu Allah’ın tekliğine ve birliğine davet ettiğinde,: Şuara suresi:29- Firavun “benden başkasını ilah tutarsan and olsun seni zindana kapatılmışlardan ederim” demişti.Bunun Üzerine Firavun kendi sihirbazlarıyla Musa’nın yarışmasını istedi. Bu adamlar ülkenin en tanınmış bilginleriydi. Kimya, simya fizik gibi bilimleri kullanarak illüzyon yapıyorlardı. İçine CIVA doldurulmuş deriden değneklerini güneşin altında ısınmış platforma koyarak hareket eden canlı görüntüsüne sokuyorlardı. Yarışma başlayınca Şuara suresi:
43 - Musa onlara "Atın, ne atacaksanız" dedi.
44 - Bunun üzerine iplerini ve değneklerini attılar ve "Firavun'un kudreti hakkı için şüphesiz elbette bizler galip geleceğiz" dediler.
45 - Ardından Musa asâsını attı; bir de ne görsünler, onların uydurduklarını yutuyor!
46 - Sihirbazlar derhal secdeye kapandılar.
47 - "İman ettik, dediler, Âlemlerin Rabbine "
48 - "Musa ve Harun'un Rabbine!" dediler ama BENlik içindeki firavun Allah’ın tekliğine BİRliğine yine de iman etmedi.
Firavun gibi “benim malım benim fikrim, benim çoluğum çocuğum karım kocam kızım, param pulum “ demeyeceğimiz günlere kavuşmak dileğiyle. 
Sevgilerimle.
resim:www.nachtkabarett.com'dan
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
09:00
14
yorum
 
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar...
8 Ağustos 2009 Cumartesi
YUSUF’u zindana attıran ZELİHA
 Anlatırlar ki; Zeliha, Yusuf’u zindana attırdığı vakit onun ayrılığıyla ardından yanıp yakılmaya başlamış. Hem kendisinden ayırmış, hem hasretini çeker olmuş. Bu yüzden zaman zaman zindanı ziyaretine gider, sureta “Hükümlüm kaçmış olmasın!” diye kontrol eder, ama içten hasret giderirmiş..Eğer Yusuf’u uyurken bulursa hücresinin önünde bekler, seyreder, uyanık bulursa azarlar, böylece yüzüne bakarmış. Nihayet bir keresinde sesini de çok özlediğini fark etmiş ve köle çağırıp, “Hemen şimdi Yusuf’u yere yık, adamakıllı kamçıla! Öyle vur ki ta uzaktan ah ettiğini duyayım.” demiş. Köle emre itaate niyetlendiyse de Yusuf’un güzel yüzünü görünce kıyamamış. Hücrede bir post var imiş, onu yere sermiş ve başlamış vurmaya. Kölenin her kamçısında Yusuf mahsustan feryad etmekte, çığlık atmaktaymış. Zeliha ise bağırmaya devamda.
Anlatırlar ki; Zeliha, Yusuf’u zindana attırdığı vakit onun ayrılığıyla ardından yanıp yakılmaya başlamış. Hem kendisinden ayırmış, hem hasretini çeker olmuş. Bu yüzden zaman zaman zindanı ziyaretine gider, sureta “Hükümlüm kaçmış olmasın!” diye kontrol eder, ama içten hasret giderirmiş..Eğer Yusuf’u uyurken bulursa hücresinin önünde bekler, seyreder, uyanık bulursa azarlar, böylece yüzüne bakarmış. Nihayet bir keresinde sesini de çok özlediğini fark etmiş ve köle çağırıp, “Hemen şimdi Yusuf’u yere yık, adamakıllı kamçıla! Öyle vur ki ta uzaktan ah ettiğini duyayım.” demiş. Köle emre itaate niyetlendiyse de Yusuf’un güzel yüzünü görünce kıyamamış. Hücrede bir post var imiş, onu yere sermiş ve başlamış vurmaya. Kölenin her kamçısında Yusuf mahsustan feryad etmekte, çığlık atmaktaymış. Zeliha ise bağırmaya devamda.
“Daha hızlı vur, adamakıllı vur!”
Nihayet köle Yusuf’a yalvarmış:
”A güneş yüzlü, Zeliha gelir de sırtında kamçı izi göremezse şüphesiz beni öldürür. Omzunu aç, dişini sık, bir kerecik olsun kamçıya dayan!”
Yusuf elbisesini sıyırmış. Köle öyle bir vuruşla vurmuş ki Yusuf yere kapaklanmış. Zeliha bu sefer Yusuf’un ah edişini duyar duymaz bağırmış;
”YeTEEER!”
Alıntı: İskender Pala
Devamı Buradan ...>>
7 Ağustos 2009 Cuma
SERİNLİK ÖZLEMİ

Vücut şehrinde ağır adım bir gezintiye çıkıp bunaltıcı sıcaklığın yanında ferahlatan serinliği arayıp durdum bütün gün. Hani “her ne arar isen kendinde ara” diyorlar ya! Ben de böyle bir sebepten içimde aradım durdum zat-ı muhteşemi, ama ne fayda? Neden sonra mavi-yeşilin dayanılmaz cazibesi bir kuş tüyü gibi görünüp bir kayboldu zihin ekranımda. Ben mi kurmuştum yoksa bende mi bulmuştum bu ferahlatan renkleri bilmiyorum. Bu cazip görüntüyü durduramadım kumandanın “pause” tuşuna ne kadar bassam da! Serinliğe özlemim; uçsuz bucaksız ormanlardan ya da dalgalanan okyanuslarda esen rüzgârla gelen hayallerden biri gibi idi sanki.
Ne zaman sevgili güneş yarı beline kadar denize gömüldü, işte o zaman elsiz ayaksız itildi pencereler kanatsızca uçtu perdeler. Baktım ki içimdeki durgun ırmaklar çağıldamaya, gözlerimdeki tuzlu pus dağılmaya başlamıştı bile…
benim de düşüncelerim berraklaşmaya böylece şehrim hareketlenip cıvıldamaya başladı. Güneş altında çalışan yol yapımcıları, sırtında çimento torbası taşıyan inşaat işçileri, çöplerden karton ve plastik şişe toplayıcıları ve binlerce geçim için sıcağa dayanmak zorunda olan hamamlardaki külhanlardan, çöllerdeki bedevilere, Afrika’daki açlara kadar hepsi doluştu Şehr-i Tontini’ye ve başladılar kafa tutmaya.
Sen, dediler. “Sen, yalnız sen misin sıcaktan bunalan ve şikâyet eden? Oturmuşsun evinde, çeşmenden akan suyun varken, dolabında buz gibi suyun, pervaneni ya da klimanı açman mümkünken, önünde bilgisayarın, kitapların, içinde huzur ve gönlün Allah aşkıyla doluyken ne utanmaz nan-kör şeysin sen öyle hııı!"
Laf aramızda kalsın, bu sözleri duyduğumda çok utandım dostlarım çoook.
Bilip de bilmemezlikten,
Görüp de görmemezlikten,
Duyup da duymamazlıktan gelmemeğe söz verdim.
Sevgilerimle.Dilek yani Tontini
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
13:14
8
yorum
 
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar...
6 Ağustos 2009 Perşembe
BEDENİMİZDEKİ SONSUZ UÇURUM

Neden masallara gerçeklerden daha çok inanasımız gelir?
Konuşan bir balığa inanmak….Mektup taşıyan kuşa….Al yazmalı kızları gelinleri dağa kaldırıp yıllarca bakıp besleyen ayıya…Uçan halılarla gezinenlere…Bilinmedik araçlarına binip geçmişte batmak üzere olan bir gemiyi ve içindekileri kurtaranlara…. Midas’ın kulakları eşek kulağı diye bağıran kuyulara… Aşk masallarını yüreğimize belleten uçurumlara….Daha bunun gibi binlerce masala inanıp yaşantımıza buyur ediveririz de masal kahramanlarını, GERÇEK hayatın tam içindeki üç kağıtçıların komplolarına,
Yalanlarına, kurnazlıklarına, bencilliklerine, dalaverelerine pembe senaryolarına tıkayıveririz kulaklarımızı. Çünkü saf yürekler, inanmaz yalan söyleyen sahtekârlara.
Çünkü MASALLAR; diğerlerinden daha az tehlikeli de ondan. Bir de yürekleri olanlar inanır ya masallara. Kelebek kanatlarının çırpınışı gibi çarpıp yol alır ya insan masal diyarlarının pembe ufuklarına… Denizle dağ ne zaman burun buruna göz-göze gelir işte o zaman bilirsiniz ki akarlar sessizliklerinin yamacına. Hem-dem olurlar akıl ve zekânın sınırlarının ötesinde, iz sürerler gözlerin uçurumundan yüreğin uçurumuna giden ince yolda…
Yerkürenin göğsündeki dipsiz uçurum nasıl ses veriyorsa, bedenimizdeki sonsuz uçurum yüreğimiz de bizi bize böyle anlatır işte kendince. Tabi anlayana!
Anlamayanlara da Allah’tan saf yürekler nasip ola!
Sevgilerimle……
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
14:53
15
yorum
 
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar...
5 Ağustos 2009 Çarşamba
PAYDOS

Kahvesinden bir yudum alıp son cümlesini sararmış çizgili kâğıda yazmadan önce, son bir kez düşündü. Bu kaçıncı deneyimi oluyordu, hep karar veriyor ama son anda durduruluyordu. Denediği çeşitli yöntemler bir bir geçti beyninin içinden “ bu sefer hedefime kesin ulaşmalıyım “dedi.”Yaşama olasılığım hiç kalmamalı, sonsuzluğa ağmalıyım ve bitirmeliyim bu hayatı.” Bu dünya bana fazla, bu beden ise bana dar, artık bu sıkıntılara bir son vermeli… Bu bedenle bağlarımı bir an evvel kesmeli, kuş tüyü gibi hafif esintilere,  bir salınımla bırakmalıyım ağırlıksız kendimi.
“Bu deneyimimde yoktur kimsenin suçu..Ve ne de kimse beni yaraladı, ne de kimse ağlatıp üzdü  beni… Özgür irademle verdiğim bu karardan ötürü,  dilerim suçlu gözüyle yargılayıp mahkûm etmezsiniz kimseyi… Veda etmiyorum dostlarıma, sevgileri yüreğimde olacak daima…”
Yazıyordu ucu yırtık sarı kâğıtta. Usulca katlayıp cebine koydu, 
İş yerinin karşısındaki hayat eczanesinin çıngıraklı kapısından içeriye süzüldü, ölmeden önce ölmüş gibi hissetti bir an kendini… Eczacı kalfasından ilacını alıp, yarı tebessüm ve yarı gizemli haliyle teşekkür edip gülümsedi. Ayaklarının üstünde hafifçe sallanıp ağır adımlarla evinin yolunu tuttu. Neyse ki ev uzakta değildi! Cebindeki şişeyi parmaklarıyla okşayıp Geçtiği güzergâhtaki güzelliklere, alçalıp yükselen kuşlara, boynu bükük şebboyun aldatmacalarına, rastlaşacağı bir dostun muhabbetine ve tebessümüne kanmamaktı amacı. Nuh’un gofer ağacından yaptığı gemi gibi bir sandukanın içinde gözleri bu yalan dünyaya sonsuz kez kapalı düşündü kendini. O sıra evinin kapısını anahtarıyla açmış ve eşiğini çiğnemeden atlayıp doğru odasının yolunu tutmuştu. İnsan kendi ölümüne ağlar mı, o sıra gözlerinden bir iki damla yaş süzüldü, elinin tersiyle silip “hayır hayır kararlıyım” dedi. O an klasik bir şarkı yetişti kulaklarına, onu destekler sırtını sıvazlar gibiydi sanki sözleri.
“Artık yeşerecek bir dalım yok yağmurlar yağsa da yağmasa da
Üç günlük ömrümü bir günde yitirdim yarınlar olsa da boş olmasa da
Paydos, mutluluğa paydos artık kaderim gülse de boş gülmese de” 
diyordu kadın sanatçı içli sesiyle. Gözlerindeki yaşlar ip gibi yerçekimine koşturuyordu artık….
Neyse bir müddet sonra bir ormanda buldu kendisini. Irmaklar akıyor acayip sesler geliyordu kulaklarına, filler, zürafalar ağır ağır dolaşıyorlar, maymunlar zıplayıp şen kahkahalar atıyorlardı yanı başında. Bir an yavru maymunlardan biri koluna asılıp kucağına tırmanmak isteyince ürküp iğrenerek ittirdi kendinden uzağa küçük yavruyu. Yavru dinler mi? İnadına üstüne üstüne geldi. Elini kaldırıp gelme diyecekti ki ne görsün kollarında upuzun tüyler, vücudu da postiş halı sanki! HAYIRRR dedi, Allah’ım al canımı, avcıların kurşunlarında can vereyim demesine kalmadı tamamen tüysüz kaldı ve domuz ağılında buluverdi kendini. Nefes alamıyor burnuyla süsüyordu sanki, kutup ayısı oldu ayakları dondu, denizlerde bir garip ahtapot oldu, mürdüm ağacı, bazalt kayalığı olup asırlarca aynı güneşin altında kalakaldı. Oradan kurtulup göklere ağdı kanat çırptı bir müddet, sevdi KUŞ olmayı. Kollarını kaldırıp indiriyor sanki sonsuzluklara ağıyordu aynı hayallerindeki gibi. Uzun sürmedi bu mutluluğu sonunda koca kanatlı koca gözlü bir şahinin çılgın sesleri ve pençelerinde can verdi.
Uyandığında…. odasının perde aralığından süzülen güneş ışığını görünce sevindi. Bedenini sıvazlayıp tenini okşadı, aynada saçlarını düzeltip, güzel yüzünü sevdi. Rabbi onu ne kadar özenerek yaratmıştı! Kuran’da Bakara suresindeki “aşağılık maymunlar oluverin” ayetini, Maide suresindeki; “Allah böylelerinden maymunlar domuzlar yapmıştır “ayetini hatırladı. “Affet yüce Allah’ım, sana isyan ettim, büyüklendim. Senin verdiğin bu canı ancak senin alabileceğini bilmeme rağmen intihar gibi bir yanlışa saptım.”dedi.
“Bana bu rüyayı gösterip aklımı başıma getirene,
Şükürler olsun en güzel surette yaratıldığıma
Ve And olsun senin boyana boyanmış bir İNSAN olacağıma ”dedi.
Yeniden doğmuş gibiydi şimdi.Giyinip güzelce Hayat eczanesinin karşısındaki işyerine doğru mutlu mesut yürümeye başladı.
Devamı Buradan ...>>
Gönderen
sufi
zaman:
10:32
17
yorum
 
Etiketler: DİLEK'ten mektuplar...
 
 

