.

"Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur."Kemal ATATÜRK .

29 Kasım 2009 Pazar

ATA’ m GEÇEN HAFTA İZMİR’e GELDİ













9 Eylül 2008 de sabaha karşı İstanbul’da hanemize ay gibi doğmuştu ATA’m. Güzel İzmir’imin lacivertleri giyindiği, sahil şeridindeki sokak lambalarının (gök semanın yıldızlarını anımsatır gibi) parlayışları ardı sıra yine AY’ın parlak ışıkları şavkıdı sokağımızda, Ata’m, İzmir’ime ayakbastı. Bizlerin hanesine şarkılarla, marşlarla bayram işte böyle geldi. Canlar canlara kavuştu. 5 gün sanki biran gibi geçti gitti… Selametle uğurladık sonra, öptük kokladık enerji yüklü ellerle dokunduk sarıldık birbirimize, bir tas su döktük arkalarından… Onların gönlü bizlerle, bizimki onlarla akıp gitti.
Yeni bir nesil,

yetişiyor; zorlara isyan eden, yapılmasını istemediği şeyi kabullenmeyen, yemek istemediği şeyi yemeyen, insanın gözünün içinden girip gönlünün ta içine bakan, suya, ota, böceğe, aya yıldıza aşık, zaman zaman derin düşüncelere dalıp düşünerek konuşup olmadık sorularla hayatı ve düzeni sorgulayan, gitmek istediği yere inat ve azimle giden bir nesil. “Kime çekmiş bu çocuklar?” demeğe hacet yok, çünkü bunlar özel kopyalar... Onları kandırmak, dikkatlerini başka bir yere çekebilmek ne mümkün? Uyumak istemiyorlarsa uyutamazsınız onları. Rızaları olmadan ayakkabılarını bile çıkaramazsınız ayaklarından. Ne kuzu gibiler, ne de sessiz sakin sürünün bir parçası bu bebeler. Her konuşulanı anlayıp dikte edip doğruluğuna ya da yanlışlığına hüküm verebiliyorlar şimdiden. Müziğin en derininde kaybolabiliyor, paylaşmayı ve BİZ demeyi şimdiden biliyorlar. Varsın böyle olsunlar,onlarla inatlaşmamak onları yetişkin bir birey görmek gerekiyor galiba. Onlara ebeveyn olmak da kolay değil. Ana babalara çok iş düşse de sabır ve azimleriyle güzel olacak yarınlar. İyi ki varsınız Aliler, Ruşenler, Eren, Yasemin, Ege, Ata, Rima,Iraz, Cihan, Melisa, Yiğit, Barış ve Zeynep’ler ve daha adını anmadığım nice öğretmenler!Biz koca koca insanların sizden öğrenecek daha ne çok şeyimiz var! Zamane çocuklarının her birine gönlümüzdeki yüce çocuktan sevgi ve SELAMlar .


Resim:www.images.com'dan alıntı.

Devamı Buradan ...>>

26 Kasım 2009 Perşembe

KOÇTAN KUZUYA BAYRAM NASİHATİ

BEN;
"Bugün BAYRAM öyle diyorlar. "Neyin bayramı?" diye sorasım geldi.
Sığır koç kurban ederler. "Hak böyle mi istedi?" bilesim geldi.
Baş gövdeden ayrılır bilmem kimin elindedir BU keskin satır?
Neden “kurbanlarınızın kanları bana ulaşmaz demiş!” Hz.Basir."


KOÇ;
"Çok şükür kuzu kardeş ben hep bu günü bekledim koç olalı beri.
Dedim,"ne zaman gelecek benim kanlı düğün merasimi?"
Maldan mülkten geçip kapısında kendimi kurban edeyim,
Bayramımdır o gün bedenimle kellemin birbirinden ayrılışı."

KUZU;
"Küçük kuzu meledi bilemedi ne der bu iriyarı koç baba,
Sürdürdü zevkle yayılıp otlamayı, kafa yormadı bu muammaya
Böbreği ciğeri ayrıldı önce bağırsaklar ayaklar kesildi sonra
Parça pinçik edildi oldu etleri kavurma, tuzlama sonra haşlama."
KOÇ;
"“Kurtulacağım bu kalıptan” dedi koç, bugün bayram olacak bana.
Özleyin beni kuzucuklarım çimenlikte dağda engin yeşillikli ovada
Özlesem de sürümün çobanını, kavalının o engin içli sesini
İnsan sıfatına göçüm var bugün ahla geçen ömürden bana ne fayda?"
KOÇUN NASİHATİ:
"Kuzucuk önce palazlan hele, kafanı kaldırıp daha yıldıza bakma.
Bu bir uzun yolculuk, canına canan ateşinden başka bir şey katma.
Bekle ki gelsin o mutlu ve muhteşem gün, bayram olsun sana.
Hadi hoşça kal genç kuzu, senin bayramın kalsın son bahara."

Dilek; işte böyle yazdı koçun kurban masalını
Kutladı kurban olmayı seçen dostların bayramını.

Resimler:www.İmages.com'dan alıntı.
Devamı Buradan ...>>

25 Kasım 2009 Çarşamba

PEYNİRLER SAĞ SALİM İZMİR'E VARINCA

Söz yerine getirilecekse vaatte bulunulmalı yoksa “yaparım, veririm, alırım, öderim” gibi laf cambazlıklarıyla peynir gemisi yürümez. Bizler millet olarak saf ve temiz yürekliyiz. İnanıyoruz bize söylenen her söze. Sonra da kaptırıveriyoruz tilkiye, ağzımızdaki peyniri bile. Derin nefes alıp da şöyle iç geçirsek de dese biri “hıh işte iç geçirdi, var bunun da bir suçu hikmeti!” bakıyoruz kendimize diyoruz ki “varmış bir suçumuz demek ki!” Bugün git yarın gel” sözleri inancımızın umut kapımızın anahtarı oluyor sanki.”Yarın kesin hallolacak, ne kaldıysa dünden geri” deyip sabırla yol alıyoruz. Ancak gemi karaya oturunca şıp diye anlıyoruz tüm gerçeği. O zaman da iş işten geçmiş oluyor tabi.Tüccarlığın geçer akçe olduğu bir dönemde İstanbul’da

Edirneli aksi Yusuf diye bir peynir tüccarı varmış, madrabaz mı madrabaz aksi ve cimri mi cimri kendisi. Trakya’dan peynir getirir İstanbul’da satar, İzmir’e yollar artanını satamadığını. Yükletir gemilere peynirleri, navlunu peşin vermez oyaladıkça oyalarmış gemi kaptanlarını.”Hele peynirler sağ salim İzmir limanına varsın, alıcılar alsın satsın, paralar elceğizime varsın, sonrası kolaaay elinde hazır bil paracıklarını” der dururmuş. Bu bir olmuş iki olmuş bıçak kemiğe dayanınca; diklenmiş, gemisi peynir yüklenmiş gemi kaptanı.”Efendi efendi! Gemimin masarifi var tayfalar para der sayıklar navlunu peşin vermezsen bu sefer, dönmez gemim Sarayburnu’nu!” Aksi Yusuf’un dilinde hep aynı söz” hele peynirler sağ salim İzmir limanına varsııın, alıcılar alsın sat…”sözünü bitirememiş. Bu sefer kaldırmış isyan bayrağını peynir gemimizin kaptanı.
“El koydum gemideki tüm malına.
Almadım senden bir dilim peynir bile
Var git şikâyet et beni istediğin yere
Lafla yürümez peynir gemisi bile.”


İşte o gün bugündür bu sözü söyler dururuz,
Yılmadan asarım keserim diye boş boş konuşuruz
Alınmayın dostlarım sözüm meclisten dışarı
Ne varsa ters giden, hepsinin vardır bir sebebi.

Sevgilerimle.

Resim:www.joulefineart.com'dan alıntı

Devamı Buradan ...>>

24 Kasım 2009 Salı

CUMHURBAŞKANI BİLE

Unutmayınız ki CUMHURBAŞKANI bile sınıfta öğretmenden sonra gelir. ATATÜRK.

Ben bir öğretmen çocuğuyum. İlk öğretmenim de annemdir. Öbür çocuklar gibi okula başlarken yabancılık çektiğimi söyleyemem. Yaşamım okulda başlamıştı. Ancak okula başlamamla yeni bir sorun önüme çıktı. Annemi öbür çocuklarla paylaşmak zorunda kalmıştım. Evde benim üzerime kanat geren, bana bir çiçek gibi özen gösteren annem, okulda ve özellikle sınıfımızda bambaşka biri oluyor, tüm çocuklar onunmuş gibi onlara da aynı sevgiyi gösteriyordu.

Dahası, onların sorunlarını eve de getiriyor ve hepsiyle ayrı ayrı ilgileniyordu. Bu benim kıskançlığımı arttırıyordu. Özellikle "Ümmü" ile çok ilgileniyordu. Bu siyah saçlı, siyah gözlü, tombul yanaklı köy çocuğu pek konuşkan değildi. Teneffüslerde oyunlara da katılmazdı. İçine kapanık, sessiz bir tipti. Annem teneffüslerde "Ümmü" ile oynardı. Ümmü'nün sorununa çözüm bulabilmek için ailesi ile sıkı bir ilişki kurmuştu. Bu çalışma kısa sürede meyvesini verdi.

Ümmü oyunlara bizim çağırmamızı beklemeden katılıyor, çalışmaları ile de kendini gösteriyordu. Annemin sevinci sonsuzdu. Bir ödül almışçasına "Ümmü'yü kazandım" diye seviniyordu. Fakat sevinci uzun sürmedi. Talihsiz bir olay Ümmü'nün yaşantısını alt üst etti.

Soğuk bir kış günü evde yalnız kalan Ümmü, sobayı yakmak istemiş fakat yakamamış. Bakmış ki olmuyor, kızgın odunların üzerine gaz dökmüş ve kibriti yakmış. İşte ne oldu ise o zaman olmuş, sobadan fırlayan alevler Ümmü'yü sarmış. Dumanları gören komşular eve koşmuşlar. Ümmü'yü yarı baygın halde kurtarmışlar, yangını da bastırmışlar.

Ev kurtuldu. Fakat Ümmü geçirdiği korku nedeniyle konuşamaz oldu. Gösterildiği doktorlar Ümmü'yü ancak bir şokun konuşturabileceğini söylemişler. Annem Ümmü'yü sıkıntılı günlerinde yalnız bırakmadı. Sınıfa getiriyor, onunla yine ilgileniyordu.

Aradan iki ay geçti. Annem kalp çarpıntısı geçirerek derste rahatsızlandı. Rengi sararıyor, nefes almakta güçlük çekiyordu. Babam bir taksi getirdi, annemi bir battaniye içinde sarsmadan arabaya yerleştiriyorlardı ki; kekeleyen bir ses işitildi. "Öğretmenim ne olur iyi ol, seni çok seviyorum." Hepimizden önce annem tanıdı sesin sahibini. Ümmü'ydü bu.

Annem kapalı gözlerinin ardından sızan yaşlarla, "Ah ne güzel Allahım. Ümmü de konuştu." dedi.

Ben de bilgisizliğin karanlığına ışık tutacağım. Yurdumun çocuklarına bilgiden taç öreceğim. Öğrencilerimin gönüllerinde yaşayacağım.

"Öğrenci gözüyle öğretmen"
Adlı yarışmada birincilik ödülü alan yazı.
Alıntı: Özlem ÖZTUĞ
resim:İmages.com'dan.

Devamı Buradan ...>>

23 Kasım 2009 Pazartesi

O GÖRME ÖZÜRLÜ DEĞİL , YA BİZ?

-Aloo,
-eFENdiimm!
—Anne. Ben Mehmet.
-CAnıMmm, Memedim ne haber yavrum nasılsın?
—İyiyim anne, birazdan Devlet memuriyet sınavına girecem dua et, himmet et de kazanayım.
—Yavrum, Hayırlısıysa olsun tabii. Senden iyisini mi bulacaklar!
-Sağol anacığım...
—Haydi, erenler yardımcın olsun yavrum, öpüyorum seni.
Bu tür görüşmeler 1996 Yılından bu yana Mehmet'le Tontini arasında defalarca yapıldı. Taa ilkokuldan üniversite yıllarına ve değişik iş başvuru sınavlarının öncesinde, bayramlarda, sıradan günlerde, kazanılmış sınavların ardında, birbirinin sesini duymak adına telefon numaraları çevrilip hatır-gönül alındı. Tontini Mehmet'i Antalya/Kaş'ta tanıdı. Kaşa gidenler Mehmet'i de tanır zaten.

O yıllarda camekânlı tekerlekli tezgâhında çekirdek fıstık satan 10–12 yaşlarında küçük bir çocuktu Mehmet. Yazları çalışıyor, kışın da okuluna gidiyordu.
"-Nereye kadar gidecem okula Anne?"dedi bir gün.
"-Durmak yok" dedi Tontini.
"-Sonuna kadar gideceksin.Yılmak yok elindeki bastonu atacaksın, başaracaksın.."diye telkin edile edile bu günlere gelinmiş ana-oğul arasındaki gönül bağları hiç koparılmamıştı.Kış olsun yaz olsun, Kaş’a adım attığımızda 3-5 saat geçmeden ilk”-Anne nerdesin?” diyen hep Mehmet’in sesi olmuştu.Bir gün “-nereden biliyorsun Kaş’a geldiğimi yoksa kuşlar mı söylüyor sana?” dediğimde;
“-Annee! Yerin kulağı var… Ben de turab olmuşum ya! Bir ceylan doğup anasından, ayak bassa toprağıma duyarım evelallah! Ona göre!!! “demişti. Patlatmıştı kahkahasını sevinçle, gururla.
Mehmet görme özürlüydü yani doğuştan kördü. Göz doktorlarına göre ise görme ihtimali hiç yoktu. Ortaokulu bitirdi, liseyi bitirdi üniversiteyi de bitirdi… O yıllarda bastonunu attı elinden. Telefonda;
“-Sihirli asamı attım anne müjde! “ diyen sesi, sanırdınız ki yeni bir kıta keşfetmiş bir kâşifin sesi olmuştu. Artık her yeri geziyorum hem de değneksiz diyor ardından o meşhur kahkahasını patlatıyordu.
“-Mehmet nerdesin? İstanbul’da geziyorum.”
“-Mehmet nerdesin? Ankara’da Sakarya’da çay içiyorum dostlarla.”
“-Mehmet nerdesin?” Çiçek pasajında arkadaşlarla yemek yiyoruz bira içiyorum anne.” Diyordu. Sonraları kendi gibi görme özürlü bir kıza âşık oldu. “Kör körü çukura götürür” diye kızın ailesi vermedi. Acı çekti Mehmet, sonrada olgunlaştı, pişti… Anıt mezarın orada kafe işletiyoruz o yıllar. Bahçe kapısından uğurluyorum Mehmet’i, artık koluna girip ulaşacağı yere kadar bırakmıyorum onu. Ona güveniyorum çünkü. Öylece arkasından bakakaldım. Uzunçarşıyı yokuş aşağı iniyorken önüne araç girmesin diye dikilen beton saksılar çıktı. O an “Eyvah!” dedim ve gözlerimi kapattım. Mehmet saksının çevresinden dolaşıp yoluna sağ salim devam etti ben de bir oh çektim sonrasında rahatladım. Başka bir gün nasıl başarıyorsun engebeleri atlamayı diye sorduğumda;
“-benim kafamın içinde bir yer var orası götürüyor beni istediğim yere ve beni tehlikeli durumlarda uyarıyor” dedi. Başka bir gün de alışverişten dönüyorum, baktım kalabalıkların içinde yürüyor Mehmet, yanına yaklaşıp ses çıkarmadan aynı hizada yürüdüm onun adımlarıyla, daha 3–5 adım atmadan bir anda durdu başını bana doğru çevirdi boz bulanık gri mavi gözleriyle bana bakıp:
“AnNEe ???” dedi. Bense gören gözlerimde iki damla yaşla sarıldım Mehmet’e “Bunca körün içinde gerçek gören sensin yavrum” dedim.

Mehmet sınavını kazandı. Özgüveni tavan yaptı ve mutlu şu anda. Bektaşi fıkraları anlatıp şen kahkahalar atıyor. Hepinize sevgilerimle.

Resim:İmages.com'dan alıntı.

Devamı Buradan ...>>

22 Kasım 2009 Pazar

ZIPLAYABİLMEK İÇİN KIRPILMAK GEREK

Bizim de amacımız; Pixarın animasyon filmindeki pembe kırpılmış KUZU gibi olabilmek.Kabullenebilmek olmuş olanları, başa gelenleri.Herşeye rağmen gülümseyebilmek,içimize çekmek tarçın adaçayı kekik kokularını. Neşeyle ve özgürce aşağı yukarı zıplayabilmek, sevindirebilmek bunca acılar içinde yoğrulmuş fedakar ülkem insanlarını .Beklentilerimizi,tercihlerimizi, benliğimizi,alkışları birtarafa bırakıp(kırptırıp)somut verilerden, soyut pembeye (ruhsal)boyuta ulaşabilmek.Çünkü mutluluk;"ne mutlu yaşıyorum ve ne mutlu Türküm" diyebilmekte.

Link: Boundin - By Pixar(Turkce Altyazili)

Bu videoyu kendi blogunda yayınlamasına rağmen ikinci kez bizim de yayınlamamıza rıza gösteren Sevgili DÜŞ (var aslında yok) arkadaşımıza gönülden teşekkür ediyoruz.İyi pazarlar dostlar. Sevgilerimizle.
Devamı Buradan ...>>

21 Kasım 2009 Cumartesi

ATTIĞIN HER ŞEY SANA GERİ DÖNER

“Kendim ve tüm varoluş için neyi deneyimlemem gerekiyorsa hazırım.”diye güne başlayan Avustralya yerlisi aborjinlerin mitolojik kahramanları hayvanlar, mitolojik temaları düşzamanıdır. Bir de bumerangları vardır attıktan sonra onlara geri dönen. BUMERANG ve hareket tarzı, atalarımızın “ne ekersen onu biçersin “sözünü anımsatan bir çekim yasasıdır.
Aborjinlerin tarih öncesi zamandan beri bumerangları kullandıkları biliniyor. Bumerangın nasıl geri döndüğü ise günümüzün bilim insanları tarafından tam anlaşılmış değildir. Dönüşün aerodinamik kaldırma gücü ile üç eksende yaptığı cayroskobik dönüşün birleşiminin yarattığı sanılmaktadır.
Aborjinlerin bumerangla kuş avlamaları ise ilginçtir:

Bumerangı, kuş sürülerinin uçuş yüksekliğinin üzerine fırlatıyorlar. Bumerangın yerdeki gölgesini gören kuşlar arkalarında yırtıcı bir kuş olduğunu sanıp, kaçmak için dalışa geçiyorlar ve sonunda ağaçlar arasına gerilmiş ağlara takılıyorlar. Aslında bugün Avustralya'yı ilk keşfedenler kanguruları görünce çok şaşırmış ve Aborjinlere bunların isimlerini sormuşlar, onlar da “kanguru" cevabını verince, bu acayip hayvana kanguru ismini vermişlerdir. Hâlbuki kanguru Aborjin lisanında "bilmiyorum" demektir. Bilmiyorum derken bile çok şey bildiklerini düşündüğümüz aborjinler doğanın sesini duymayı becerebilen topsuz tüfeksiz ve savaşsız çok sorunun üstesinden gelmeyi başaran insanlardan olmuşlardır. Doğaya saygılı yaşamları ve manevi erdemlerinden örnek almamız gereken bu özel topluluk ilkel yaşamlarına rağmen inanıyorum ki mutluluğu yakalamışlardır. “Bir çift yürek” kitabını okuyanınız varsa onların dualarını bilirsiniz.

”Beni ayakta tutmaya yetecek kadar güzelliklerle dolu bir yaşam sürmek, aydınlık bir bakış açısına sahip olacak kadar güneş, güneşi daha çok sevmeme yetecek kadar yağmur diliyorum. Ruhumu canlı tutmaya yetecek kadar mutluluk, yaşamımdaki en küçük zevklerin daha büyükmüş gibi algılanmasına yetecek kadar acı diliyorum. İsteklerimi tatmin etmeme yetecek kadar kazanç, sahip olduğum her şeyi takdir etmeme yetecek kadar kayıp diliyorum. Son ELVEDAyı anlatmama yetecek kadar MERHABA diliyorum. Haydi, bizler de bugün evrene ne attığımıza bakalım ve beklentilerimizi abartmadan bu kez de onlar gibi dua edelim.
Ya tutarsa?
“Evrenin sonsuzluğunda bulunduğumuz şu anda her şey mükemmel bütün ve tam “diyelim.
Sevgilerimle.

Resim:www.images com'dan alıntı.

Devamı Buradan ...>>

20 Kasım 2009 Cuma

AĞAÇ BABA, SAPANCI ve SAPANCA GÖLÜ efsanesi.

Bir gün, Adapazarı'nın güneyindeki Erenler tepesinde oturan, gözünü dünyaya kapamış, gönlünü aşk ve sevgiyle doldurmuş erenlerden bir eren olan AĞAÇ BABA diye bir zat yaşarmış. Bu ihtiyar bahar gelince ormandaki çalı-çırpıyı toplar, yeni yeni fidanlar yetiştirir, ağaç büyütürmüş. Bir gün dağdan kasabaya inmiş. Selam vermiş, selamını almamışlar, konuk olmak istemiş, kimse "buyur" etmemiş, hangi kapıyı çaldıysa yüzüne kapanmış, bu fakir, fakat gönlü zengin adama bir bardak içecek su bile veren olmamış. Derviş gönlü bu, bir kırıldı mı onarılmaz, onarılsa da faydası olmaz. Akşama değin yorgun-argın, aç-susuz kasabayı terk ederken, ötelerde küçük bir kulübeden sızan mum ışığına doğru yönelmiş, “bir de bu kapıyı çalayım, belki bir gönül yoldaşı bulurum “diye düşünmüş. Bu, kasaba halkına sapan yaparak geçimini sağlayan fakir bir SAPANCInın iş yeriymiş orası.

Kapıyı çalmış… Az sonra sapancı güler yüzle konuğuna açmış kapıyı:
“Buyurun, hoş geldin, safa geldin. Ocaktan tencereyi şimdi indirdim. Bir konuk göndermesi için Tanrı'ya niyaz ediyordum,” demiş. Ağaç Baba memnun, başköşeye oturmuş. Sapancı sofrayı kurmuş, nesi var, nesi yoksa dervişin önüne getirmiş. Yemekten sonra, içi talaş dolu yatağını sermiş, konuğunu yatırmış. Sabah, erkenden kalkmışlar. Derviş, sapancıdan izin istemiş, sapancı da onu karşıdaki tepelere kadar uğurlamış. Dönüşünde bir de ne görsün? Kasabanın yerinde koca bir göl var. Ne ev-bark kalmış, ne tarla-saban. Koca göl, hepsini bir anda yutuvermiş. Kendisinden başka hayatta kimsecikler yok. Dervişin ahı tutmuş zahir diye düşünülmüş, kırılan bir gönül, bir kasabaya mal olmuş yani. O günden sonra, işte bu koca göle SAPANCA adı verilmiş.
Adapazarı'nın Erenler Tepesi, aynı zamanda Ağaç Baba'nın yattığı yerdir.. Ağaç Baba'nın diktiği fidanları koparan, ya da yetiştirdiği ağaçları kesenlerin elleri kurur, bu yüzden kimse ormanlara el süremezmiş.
Ölürken, Ağaç Baba;
“Benden sonra, çocuklarınızın mutlu, topraklarınızın verimli olmasını istiyorsanız ağaçlarıma dokunmayın. Benim hayır duamı almak, dünya ve ahiretinizi mamur etmek istiyorsanız ağaç dikin...”diye Sapanca halkına vasiyet etmiş.

Not: Sualtı arkeologlarından Ali İlker Tepeköy Ekim 2008 de ekibiyle sualtı dalışları neticesi Sapanca gölü dibinde 3X4 metre boyutlarında düzgün kesilmiş yerel taşlarla inşa edilmiş bir kilise kalıntısı olduğunu tespit etmiştir. Bu kalıntının sular altında kalan kasabanın kilisesi olmadığını kim söyleyebilir?

Resim:sapancam.blogcu.com'dan alıntı.

Devamı Buradan ...>>

19 Kasım 2009 Perşembe

HER KAPINA GELENİ HIZIR BİL







Dilden dile, kulaktan kulağa tarih boyu söylenmiş Hızır hikâyeleri çoktur bilirsiniz. Çocukluğumuzda "Her kapına geleni Hızır bil" diye büyüklerimiz bizi tembihlerdi. Bu devirde anne-babaların çocuklarına, kimseye güvenmemelerini telkin etme sebepleri ise yaşanan acı olaylar olsa gerek. Nasıl desinler ki? Artık anneler çocuklarına sıkı-sıkı tembihleyip "Kapıyı sakın kimseye açma" "Kimseden sakın bir şey alma" diyebiliyorlar. Zaman mı değişti? Yoksa insanların düşünceleri ve tembihleri değiştiği için mi bazı tatsız olaylar yaşanıyor tartışılır. Bizler de tanımadığımız bir kişi gördüğümüzde hayal dünyamızın kapılarını ardına kadar açar, hele ak yüzlü sevecen biriyse o zat; "kesin bu amca Hızır'dır" diye düşünürdük. Zamanımızda bizler gibi yetiştirilmiş bir çocuk merak edip dururmuş. Hızır’ı görmek istermiş. Neyse adamın biri onun bu isteğini öğrenmiş ve eliyle kapının üst iskelesine dokunup "bak oğlum bu gün bu kapının üstüne elini kim değdirirse o Hızır’dır bilesin” demiş ve gitmiş. Çocukcağız sabahtan akşama o kapının altında bekleyip durmuş. Ama kimse elini oraya değdirmemiş. Eve gidip konuyu anlattığında, Babası;” sabahki adam elini değdirdi mi?” diye sormuş, çocuk; “eveeet! “deyince,Baba; “ işte oğlum demek ki Hızır oymuş “deyivermiş. Neyse, biz Hızır görmek isteyen padişahın hikâyesine dönelim, bakalım o görebilmiş mi öğrenelim...

Bir padişah Hızır'ı görmek istiyordu. Bir gün bunun için tellallar çağırttı: "Kim bana Hızır'ı gösterirse onu armağanlara boğacağım" dedi. Birçok oğlu uşağı olan fakir bir adam bu işe talip oldu. Karısına dedi ki:"Hanım ben padişaha Hızır'ı bulacağımı söyleyip ondan kırk gün müsaade alacağım. Bu kırk gün için padişahtan size ömrünüz boyunca yetecek yiyecek, içecek ve para alırım. Kırk günün sonunda Hızır'ı bulamayacağım için benim kelle gider, ama siz rahat olursunuz" Adamın karısı kanaatkâr biriydi. "Efendi biz nasıl olsa alıştık böyle kıt kanaat geçinmeye. Bundan sonra da idare ederiz. Vazgeç bu tehlikeli işten" dedi.
Ama adam kafaya koymuştu. Padişaha gidip, Hızır'ı bulacağını söyledi. Bunun için kırk gün izin istedi. Hızır’ı bulmak için koşuşturacağı kırk gün zarfında, ailesinin geçimi için sarayın ambarından tonlarca yiyecek, içecek ve nakit para aldı. Bunları evine teslim edip, kırk gün ortalıktan kayboldu. Kırk günün bitiminde padişahın huzuruna çıkıp, her şeyi itiraf etti:
“Benim aslında Hızır'ı falan bulacağım yoktu. Ailece sıkıntı çekiyorduk. Hızır'ı bulacağım diye sizden dünyalık almak istedim" dedi. Padişah buna çok kızdı:
"Padişahı kandırmanın cezasını hayatınla ödeyeceğini hiç düşünmedin mi?" diye bağırdı. Adam da her şeyi göze aldığını söyledi. Bunun üzerine Padişah yanında bulunan üç veziriyle görüş alış verişinde bulundu. Birinci vezire sordu:
- Padişahı kandıran bu adama ne ceza verelim?
— Efendimiz, bu adamın boğazını keselim, etini parçalayıp çengellere asalım.
Bu sırada peyda olan, nurani, aksakallı bir ihtiyar birinci vezirin sözleri üzerine söyle dedi:
- "Küllü şeyin yerciu ila asıhı" Padişah ikinci vezirine sordu:
- Bu adama ne ceza verelim?
— Hükümdarım, bu adamın derisini yüzüp içine saman dolduralım. Biraz önce ansızın ortaya çıkan ihtiyar yine:
- "Küllü şeyin yerciu ila aslını" dedi. Padişah üçüncü vezire sordu:
- Ey vezirim, sen ne dersin, beni kandıran bu adama ne ceza verelim?
— Padişahım bana göre, bu adamı affedin. Size yakışan, sizden beklenen budur. Bu adam önemli bir suç isledi, ama sanıldığı kadar da kötü biri değil. Çünkü çoluk çocuğunun rahatı için kendini feda edebilecek kadar da iyi yürekli. Nurani ihtiyar yine söze karıştı:
- "Küllü şeyin yerciu ila asıhı"Bu defa padişah o yaşlı zata yöneldi:
- Sen kimsin? İkide bir tekrarladığın o laf ne demektir? İhtiyar cevap verdi:
- Senin birinci vezirinin babası kasaptı. Onun için kesmekten, etini çengellere asmaktan bahsetti. Yani aslını gösterdi. İkinci vezirin babası yorgancı idi. Yorgan yastık, yatak yüzlerine yün, pamuk vb doldururdu. O da babasına çekti. Üçüncü vezirin ise babası da vezirdi. O da soyuna çekti, büyüklüğünü gösterdi. Benim söylediğim söz, "Herkes aslına çeker" demektir. Vezir istersen (3.veziri göstererek) işte vezir, Hızır istersen (kendini göstererek) işte Hızır, bu adamı mahcup etmemek için sana göründüm, dedi ve kayboldu...

Resim:elnellis.com'dan alıntı.

Devamı Buradan ...>>

18 Kasım 2009 Çarşamba

İMGELEME

Satrancı bilirsiniz, enteresan bir strateji oyunudur. Hikmetli bir oyundur ve matematiksel bir gücü vardır.

Hikâye bu ya! Hindistan da geçmiş bir olay vardır. Saraya bir gün bir köylü gelir ve Raca’nın işlerinin görür. Raca;”dile benden ne dilersen” der köylünün bir günlük hizmeti karşılığı.” Senden hiç bir şey dilemem” der köylü.”sadece tek bir şey istiyorum. Şurada gördüğün satranç tahtasının 64 tane karesi var. Her birine koyacağın buğday tanesi, ötekinin iki katı olsun. Bu bana kâfidir. Başka hiçbir şey dilemem.” Raca bu teklifi gülerek karşılamış ve “ o gayet kolay “ demiş.

Gönül rahatlığıyla köylünün teklifini kabul etmiş. Ama buğday tanelerini karelere yerleştirmeye başladığında iş değişmiş. Daha satranç tahtasının yarısına bile gelmeden, Hindistan’ın bütün buğdayı bitivermiş.
Birine verdiğiniz SEVGİ ve ŞEFKAT inizin de evrende böyle çoğalarak yayıldığını ve tüm dünyayı kapsadığını düşünün. Aynı şeyi nefretiniz ve kininiz için de böylece düşünün. İnsanın ne büyük âlem olduğu fikrine sahip olurdunuz. Hani diyorlar ya; “bir çocuğun başını okşarken tüm dünya çocuklarının başını okşadığınızı imgeleyin” diye. Ben nedense bu imgelemelerin muhataplarına mesafe ve zaman tanımadan ulaştığına inananlardanım. Bir yaz günü sahil boyu gezerken bütün gülfidanlarının ağaçların çiçeklerin toprağının çatır çatır çatladığını hepsinin boyunlarını büktüklerini görüp çok üzülmüştüm. Elimdeki pet şişede arta kalan suyu bir fidanın toprağına döküp (bütün toprağı kurumuş bitkilerin sulandığını) imgeledim. Otobüse binip Konak’a gidip bir saat sonra döndüğümde bütün kurumuş SU diye feryat eden fidan ve ağaçların kana kana suya doyduğunu bu gözlerimle gördüm. Bu örnek gibi çok örnek yaşadım. Söz ve düşüncelerimizin bereketli bir tohum gibi evrende büyüyüp geliştiğini bilmek mutluluğuna erdim. Negatif kin ve nefret dolu GDO lu tohumlarımızı imha etmemiz gerekliliğini, dünyamızı kirletmememiz gerektiğini de kendime bir kez daha hatırlattım. Benim şahsıma münhasır olmayan, her birimize verilmiş olan bu “imgeleme gücünü” güzelliklere sevgi aşk huzur ve mutluluklara kullanmamız dileklerimle yeniden bir tohum ekiyorum evrene. Sevgiyle yoğunlaşmış bir tohumu satrancın ilk karesine koyuyorum şu demde.Sevgilerimle.


RESİM:images.com'dan

Devamı Buradan ...>>

17 Kasım 2009 Salı

YERYÜZÜNE KİMLER VARİS?

4 ilahi kitaptan biri ola Zebur Hz Dâvud’a indirilmiştir. Kutsal kitabımız KURAN’ın Ali İmran suresinde, Nisa, İsra toplam 12 surenin ayetlerinde Hz Dâvud ve Zebur’dan bahsetmektedir. Enbiya suresi 21/105 ayetinde şöyle buyurmaktadır: “Andolsun Zikir’den sonra Zebur’da da: "Yeryüzüne iyi kullarım vâris olacaktır" diye yazmıştık." Nisa suresi 163 de ise; "Nûh'a, O'ndan sonraki peygamberlere vahy ettiğimiz ve İbrahim'e, İsmail'e, İshâk'a, Yakub'a, İsa’ya, Eyyub'a, Yunus'a, Hârun'a ve Süleyman'a vahy eylediğimiz ve Dâvud'a Zebur verdiğimiz gibi (Habibim) şüphesiz sana da vahy ettik biz” demektedir. Bu gün yeryüzünde Zebur’a tabi bir millet bulunmamakla birlikte 150 mezmur, birçok Allah’a inananın yakarış ve ilahisi olmuştur. Zebur’un dili İbranicedir. Dâvut halkını Allah’a DAVET etmekle iyilik güzellik ve adaleti sağlamakla görevlidir.

İslami kaynaklar; “Davut yanık sesiyle harp çalarak Zebur’u okurken insanlar cinler ve hayvanlar halka olup kendilerinden geçerek onu dinlerlerdi “diyor. Onun için güzel, hoş, kalın ve etkili sesler için “Davudî” tabiri kullanılır. Kuran 34/10 ayette- “Andolsun ki, biz Davud'a tarafımızdan bir fazilet verdik. Ey dağlar! Onunla beraber tesbih edin. Dedik ve bunu kuşlara da (emrettik) ve ona demiri yumuşattık.”demektedir.
Ali İmran 3/67 : «İbrahim, ne Yahudi, ne de Hristiyandı. Ancak o hanif (Allah'ın birliğine inanan) bir müslümandı, müşriklerden değildi. »demektedir. Bütün kutsal kitapların tek olan ve ondan başka hiçbir şeyin olmadığı Allah'ın sözleri ve bütün gelmiş geçmiş peygamberlerin hanif müslümanlar olduklarını kabul edelim ve gelin bu günde Zeburun yakarışlarıyla zikredelim. Sevgilerimle.

11.Mezmur:

Ben RAB’be sığınırım
Nasıl dersiniz bana,
“Kuş gibi kaç dağlara.
Bak kötüler yaylarını geriyor
Temiz yürekli insanları
Karanlıkta vurmak için,
Oklarını kirişine koyuyor.
Temeller yıkılırsa,
Ne yapabilir doğru insan?”
RAB kutsal tapınağındadır
Onun tahtı göklerdedir,
Bütün insanları görür
Onları sınar.
RAB doğru insanı sınar,
Kötüden, zorbalığı sevenden tiksinir.
Kötülerin üstüne kızgın korlar ve kükürt yağdıracak
Paylarına düşen kâse kavurucu rüzgâr olacak
.
Çünkü RAB doğrudur doğruları sever.
Dürüst insanlar onun yüzünü görecek.

12.Mezmur;
Kurtar beni ya RAB, sana bağlı kimse kalmadı.
Sadık insanlar yok oldu.
Herkes birbirine yalan söylüyor,
Dalkavukluk, ikiyüzlülük ediyor.
Sustursun RAB dalkavukların ağzını,
Büyüklenen dilleri.
Onlar ki,”dilimizle kazanırız,
Dudaklarımız emrimizde,
Kim bize efendilik edebilir?”
derler.
“Şimdi kalkacağım “diyor RAB,
Çünkü mazlumlar eziliyor,
Yoksullar inliyor,
Özledikleri kurtuluşu vereceğim onlara.”
RAB’ bin sözleri pak sözlerdir;
Toprak ocakta eritilmiş,
Yedi kez arıtılmış gümüşe benzer.
Sen onları koru, ya RAB.
Bu kötü kuşaktan hep uzak tut!
İnsanlar arasında alçaklık rağbet görünce,
Kötüler her yanda dolaşır oldu.

13.Mezmur;
Ne zamana dek, ya RAB
Sonsuza dek mi beni unutacaksın?
Ne zamana dek yüzünü benden gizleyeceksin?
Ne zamana dek içimde tasa,
Yüreğimde hep keder olacak?
Ne zamana kadar düşmanım bana üstün çıkacak?
Gör halimi, ya RAB, yanıt ver Tanrım.
Gözlerimi aç, ölüm uykusuna dalmayayım.
Düşmanlarım “onu yendik!” demesin,
Sarsıldığımda hasımlarım sevinmesin.
Ben senin sevgine güveniyorum,
Yüreğim kurtarışınla coşsun.

Ezgiler söyleyeceğim sana, ya RAB
Çünkü iyilik ettin bana.

Mezmur’lar;Yeni yaşam yayınları “Zebur” kitabından,
Resim: www.images.com’ dan alıntı.

Devamı Buradan ...>>

16 Kasım 2009 Pazartesi

ALATAV

Geçen gün kendilerini TV de yayınlanan bir program aracılığı ile tanıma fırsatı buldum, ama çok üstüne düşmemiştim ki tekrar karşıma çıktılar. sufi-saja olarak sokak müziği yapanların hep yanlarında olmaya çalıştık. Naçizane Alatav'ın da sesini, o sesi duymamış olanlara duyurmayı istedik. İnternette Alatav'ın (uzun zamandır sokak müziği yapan şahısların bir araya gelerek kurdukları bir gurup) olduğunu yazıyor. Biz dinledik ve beğendik. İstanbul'da yaşayanların bu seslerle karşılaşma olasılıkları çok fazla. Mutlaka dinleyin derim. Hatırınıza gelirsek bizden de selam söyleyin.

Divanelik zordur kardaşşşş
açılmaz sırrı divana rücü etmeyene.
Yüzü dönüktür yüze karşı.
Diz üstü çökmüş bakar yârin yüzüne,
Akar gözyaşları manayı vücut içre.
Görmez, gözle bakan Gözleri, iki bakmak ile
Kendin arar yokluk yar-ında her gün
Atar o yardan kendini kendine.
Ölüp ölüp bulmak için yârini lakin …………………… nafile.
Çünkü Emir haktandır.
Dost Yolunda Ölenler Ölmeye.
Devamı Buradan ...>>

14 Kasım 2009 Cumartesi

KARA KARGA

Âdem'in iki oğlunun haberini bilir misiniz? Kabil diğer kardeşi Habili öldürdüğünde önce pişmanlık duyanlardan olmuştu. Sonra da cansız yatan kardeşini ne yapacağını düşünmekteyken;”Allah kardeşinin cesedini nasıl saklayacağını ona göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. O dedi ki: Vay be şu karga kadar bile olamıyor muyum ki, kardeşimin cesedini saklayayım.” KURAN’ ın Maide suresi 31.ayette böyle demekte.

Tevrattaki Yaratılış efsanesinde ise suların elli gün boyunca yeryüzünü kaplamasından sonra ne zaman enginlerin kaynakları, göklerin kapakları kapandı yağmur dindi; NUH geminin penceresini açıp kuzgunu dışarı gönderdi, kuzgun geri dönmedi. Ondan sonra güvercini gönderdi de güvercin gagasında yeni kopmuş zeytin yaprağıyla geri döndü. Nuh yeryüzünden suların çekilmiş olduğunu işte o zaman anladı.

İncilde “Kuraklık ve kargaşa zamanları boyunca kutsal keşişleri beslemişlerdir”. Kral 17,6 da, Tanrının mesajı: “Buradan ayrılın ve doğuya dönün. Cherit nehri boyunca saklanın. Orası Ürdün'ün doğusudur. Dereden su içebilirsiniz. Kuzgunlara sizi orada beslemeleri için emir verdim” demektedir.
Hiç bir kargayla göz göze geldiniz mi bilmem ama enteresan hayvanlardır kendileri. Eşlerine sadık, sosyal, şakacı, karmaşacı, şımarık ve son derece zeki… Size senden korkmuyorum mesajını veren cesur hayvanlar, beslenmeleri ise (fark etmez) insan gibi otu da eti de yiyebilen, kuluçkaya dişi erkek değişimli oturan, yavrularını şahin gören muhteşem ebeveynlerdir. Peki, nedir bu haklarında uğursuzluk yakıştırmalarımız? Bitlerini temizlemek için tüten bacalarda kanatlarını açarak silkeleyen, diğer bütün hayvanlara kafa tutup gözdağı verebilen, ulaşamadığı yiyecekleri çeşitli yöntemler yaratarak çubukları büküp kıvırıp ulaşıp yiyebilen, hatta cevizleri anayollara yüksekten atıp kırılmasını sağlayan muhteşem yaratıklar kendileri aslında.”Hayvanlarda akıl vardır da insanlardan farkları fikirlerinin olmayışıdır” diyenleri bile şaşırtacak özelliklere sahipken nereye dayanır bu haklarındaki asılsız söylentiler? Belki de notasız GAKlamalarıdır! Kim bilir?
bir kumarbaz, bir ahlaksız,alçak,alaycı,yalancı,hırsız,casus, muhbir,dolandırıcı, kâfirlerin tarih boyu karga simgeleriyle ifade edilmelerine razı olamadım, gönlüm bugün kargaları anarak, temize çıkmalarını istedi belki.
Sevgilerimle.
Resim:images.com'dan alıntı

Devamı Buradan ...>>

13 Kasım 2009 Cuma

SERZENİŞ

Resmin göz alıcı çerçevesinden içeriğine çevirseydik gözlerimizi; işte o zaman renklerin manaların ve desenin sırrına varabilirdik belki.”Hani her işte bir hayır vardır” deyip üstünü örtmez de olayların görünmeyen versiyonlarına dikerdik gözlerimizi. Oyalanmak şöyle dursun gizleri çözerdik; Ebcet, cifir, simyada olduğu gibi. Kimyasal denklemler kurar bilimsel bir kanıt koyardık belki de ortaya. Ama bizler şekle ve surete takılıp unuttuk, varlık içindeki görünmeyen nuru ve ruhu. Hani Mevlana “ancak öküz bilmez; içtiği suyun nereden gelip nereye gittiğini” diyor ya! Biz neyi biliyoruz ki?

Hep gözardı ediyoruz, ön sebebin ve son sebebin yaratılmasındaki görevlileri. Kiraladığımız evin duvar içlerinden geçen elektrik kabloları, su ve kalorifer borularını döşeyen usta umurumuzda değil ki! Düşünmeyiz muslukların üretiminde marifet gösteren parmakların maharetlerini? Ya cam işçisini, pencere çerçevecisini, mutfağın ahşap dolaplarının üretimi için ormandan ağaç kesicisini, mermer mutfak tezgâhını silerken o mermerin hangi yörenin toprak altından blok olarak çıkarılıp kesilip biçilip ölçüsüne uydurulup slimlendikten sonra özenle taşınıp bankonun üzerine nasıl yerleştirildiğini hiç merak etmeyiz. Neyden çıkan sese büyülenip kendimizden geçeriz de, hiç sormayız sazlıklardan onu kesip diğer sazlarla kardeşçe hevengledikten sonra ney üreticisinin eline geçene kadarki hikâyesini. Hiç düşündünüz mü elinizin altındaki bilgisayarınızın bu hale gelebilmesi için kaç işçinin el emeği göz nuru akan terini? Giyinince ısındığınız kazağınızın hangi kınalı kızın şişlerinden çıkan çıt-çıt sesleriyle muhatap olduğunu… İç çamaşırlarınızın lastiğinin üreticisini bilmezsiniz, yediğiniz ekmeğin hamurunun yoğurucusunu…Hiç düşündünüz mü, sizi aydınlatan ampulün içindeki elektriği ilk üretip insanlığa sunan yüce kudreti? Şükredip, gönderdiniz mi o görünmeyenlere teşekkürlerinizi? O zaman şu anda başımıza gelenlerin ve yönetilme şeklimizin de bilmiyoruz ana ve ön sebeplerini. Öyleyse biz nerelerde hata yaptık diye bir kez ve son kez durup düşünmeli.
Sizlere değil, kendimedir bu sözlerim ve serzenişlerimin külli sebebi..
Sevgilerimle.

Resim:www.gettyimages.com'dan alıntı.

Devamı Buradan ...>>

11 Kasım 2009 Çarşamba

PUT

Bir adam puta taparmış; Evinde bir tanrı varmış tahtadan. Kulakları kocaman, ama sağır bir tanrı. Adama sorsan ne dilerse yaparmış; Ne var ki dilek masrafları pek ağırmış. Adaklar, kurbanlar istiyormuş mübarek. Başlarında allı pullu çelenklerle Koca koca öküzler kesilecek. Bu kadar yağlı yiyen tanrı Görmemiş o zamanın insanları.Yesin, yesin ama,
Bir şeyler de versin, değil mi adama?
Hayır... Ne miras, ne define, ne parsa,
Üstelik nerede bir afet olsa
Dönüp dolaşıp onu buluyormuş;
Ve kese boşaldıkça boşalıyormuş.
Tanrıysa hiç oralı değil;
Biraz halden anlayacak yerde
Yine kurban istiyormuş sabah akşam.
Sonunda kızmış adam:Kaptığı gibi baltayı,
İkiye bölmüş tanrısal tahtayı.
Bir de ne görsün: Altın dolu içi.
— Seni nankör seni, demiş;Ben bu kadar besleyeyim de seni, Sen bana metelik bile verme. Çık, git evimden, pinti! Git, başka duacı bul kendine. Demek bizler gibiymişsin sen de: Hem de en kaba, en taş yürekli, En vurdumduymazlarımız gibi: Yemedikçe sopayı, Vermezmişsin meğer parayı. Üstelik benim kese boşaldıkça Seninki doluyormuş ha? Aman elime sağlık! Vurunca baltayı İşin aslını anladık.
La Fontaine...
Devamı Buradan ...>>

10 Kasım 2009 Salı

DÖN GEL ATAM

Milletimin ve ülkemin üstünden karanlıkların örtüsünü GÜNEŞ gibi sıyırıp atan YAR;
İster buna İSYAN de ister BAŞKALDIRI…
YA kendin gel artık ya da keskin kılıcınla çekip ayır, başlarımızdan gövdelerimizi… ÖLDÜR bizi… Ya da, devrimlerinin, ilkelerinin, özgürlük ve demokrasinin yıkılmaz bekçileri kıl her birimizi…
Ya da ışığını senden almış birini gönder… Aynı SEN gibi (gaflet delalet ve hıyanet içinde boğulan) yurdun insanının, aydınlatsın bu çileli ve karanlık günlerini… Olmadı… Yine DÖN GEL ATA’M… Yaşamak haram oldu bize… Emanet ettiğin bu cennet vatanımızda senin elinden olsun ölümümüz… Geri dönsün özgürlüğümüz… Hadi AL canlarımızı…

Saygıyla önünde eğiliyoruz.10.Kasım..................................

Devamı Buradan ...>>

9 Kasım 2009 Pazartesi

DÖŞTE BIÇAK YARASI

Ülkemin insanının bu günlerde kabuğu kaldırılmış yaraları kanıyor. Gözler umutsuz bakıyor birbirine. “Ne ABD ne AB tam bağımsız Türkiye” diye sloganlar atılıyor. Vatanı uğrunda Şehit olan Kadir’in babası haykırıyor miting meydanındaki mikrofondan.”Ben oğlumu ülke bölünsün bu açılım gerçekleşsin diye mi kurban verdim?” diye.”Şehitler ölmez, vatan bölünmez “ diye karşılık veriyor, tek ağız tek yürek kelebek kanadı kadar naif,zarif İzmir’imin insanı. Mustafa Kemal 1881-193∞ sonsuzluk işaretli tişört giymiş gençlik ellerinde bayraklar “Biz Mustafa Kemal’in askerleriyiz “diyorlar.

40 a yakın sivil toplum örgütünün katılımıyla oluşturulan “Cumhuriyet için güç birliği platformu” dün Alsancak /Gündoğdu meydanında “millete BİRlik, Vatana BÜTÜNLÜK” mitingi”düzenlemiş ve kulaktan kulağa duyumlarla Sufi saja ekibi olarak bizim de yolumuz Gündoğdu’ya çıkmıştı. Sözleri: Ülkü Tamer bestesi: Zülfü Livaneli’ye ait müzikle yeniden umut elbisesi giyindik eğnimize, tuz bastık yaralarımızın üstüne.

ATA’mızın ay-yıldızlı al bayraklardan bize bakan o gözlerinden “güneş topla bizim için” diye medet umduk. Sevgilerimizle.


Seher yeli çık dağlara
güneş topla benim için
haber ilet dört bir yana canım
güneş topla benim için

umutların arasından
kirpiklerin karasından
döşte bıçak yarasından canım
güneş topla benim için

seher yeli yar gözünden
havadaki kuş izinden
geceleyin gökyüzünden canım
güneş topla benim için.

Devamı Buradan ...>>

8 Kasım 2009 Pazar

GEVREK pardon SİMİT ÇAY

Ata, sufi Cem, Hülya ve Ben Eylül ayı başlarında bir gün arabamızı Hisarönü’ne park edip Bebek vapur iskelesine doğru yola koyulduk. Bir tarafımıza denizi alıp diğer tarafımızda İstanbul’un o muhteşem villaları ve yalıları (iç geçirmeden) yüzümüzü güneşe verip mutlu mesut yürüdük. Pırıl pırıl İzmir’imden gel ve uçaktan indiğin anda -daha sonra sele dönüşecek- olan yağmura yakalan ve eve kapanmak zorunda kal bunlara ilaveten de haberlerle için kararsın da! Böyle bir senaryoyu şuuraltına İstanbul engramı olarak bilinçsizce kaydetme? Şaşılacak şey olurdu doğrusu. “Burası İstanbul mu?”dedirtirdi insana.

Biz hiç istemesek de, sevgili gelinim 10 gündür eve kapandığımızın üzüntüsünden o gün işini tatil etti. İzmir’de hiç alışkın olmadığımız, o uzun trafikten sonra bizleri muhteşem sahile indiriverdi. Bir anda ruh halimizin o karamsarlıktan kurtulup, mutluluk ve neşeye dönüşmesine şahit olduk. Gökyüzünden kara bulutlar kalkmış sel mağdurlarının yaraları az buçuk sarılmış, güneş aralamıştı sanki kendini bizlere.
İzmir’ lilerin sahille bağdaştırdığı gevrek çay ikilisi o gün de birden düştü aklımıza. Ama yürüdüğümüz güzergâh boyunca ne bir gevrekçi, ne bir boyozcu kumrucu ya da fırın göremedik. Neyse Bebek iskelesine yakın salaş görünümlü bir kahvenin yanından geçerken ne göreyim? Adamın biri masasında ince bardaklı dumanı tüten çay eşliğinde elindeki gevrekten büyük bir lokma ısırmış yerkennn 4-5 adım öteden çıtırtısı kulaklarıma kadar geldi. Aniden ve heyecanla sanki cevher bulmuşum gibi (yüzümdeki ifadeyi ancak o kişi anlatabilir sizlere)
“-Beyefendi gevreği nereden aldınız?” diyebildim. Adamın lokması ağzında çiğnenmeden bütün olarak bir an kaldı. Adam da dondu kaldı bu arada cevap veremedi. Gözlerini yuvalarında döndürüp,
“Hııı!! Dedi gevreekkk kahvede satıyorlar.” O da ben de gülmeye başladık karşılıklı. İzmir’li olduğumu anlamıştı zavallı. Ben zavallı da İstanbul’da gevreğe simit dendiğini hatırlamıştım nasılsa. Neyse İzmir’de 50 kuruş olan gevrek isim değiştirince olmuştu 2.5 lira ama olsun, ben muradıma ermiştim.
Karnım doyunca çok sevdiğim Fuzuli’nin heykeline yaslanıp Fuzuli parkında selamlaştım büyük âşıkla, “senin heykelini İzmir’e de dikmek lazım!” dedim.
“Aşk derdiyle hoşem el-çek ilacından tabib.
Kılma derman kim helakim derdi dermanındadır”
Dizelerini hatırlayıp O an İstanbul’u da sevdim nasılsa.
Sevgilerimle.


Hikaye:Öykü atölyesinin(fotoğrafın dili) 19.çalışması için yazılmıştır.

Devamı Buradan ...>>

7 Kasım 2009 Cumartesi

TESADÜFÜN BÖYLESİ


Sizce hayatta "tesadüf" diye bir şey var mı?
Olsaydı hepimiz, bütün hayatlar "tesadüf"lerden ibaret olurdu öyle değil mi? Hikâyeler garip olurdu o zaman, tıpkı aşağıdaki gibi...
Zamanın birinde büyük büyük dedemler taaa Girit'ten göçüp İzmir’e, babamın dedeleriyse Selanik'ten yine aynı şehre yerleşmeye bir "tesadüf" eseri karar vermişler. Çabuk çabuk geçiyorum:) Sonra onların çocukları olmuş büyümüşler ve ne "tesadüftür" ki aynı mahalleye taşınmışlar. Orda çocuklar dünyaya getirmişler, o çocuklar büyümüş, kendi çocuklarını yetiştirmiş, yani annem ve babam dünyaya gelmiş, yılar yıllar geçmiş, "tesadüfen" babam annemi görüp beğenmiş....:)
Yine aynı "tesadüfen" den:) anneme hiç kimseyi yakıştıramayan dedem, babamı ilk görüşte beğenmese de araya giren yakınların da baskılarıyla "tesadüfen" kabullenivermiş babamı ve daha küçücük bir kız olan annemle evlendirmiş. Bakın siz şu "tesadüfe"..:)
Sene 1979 "tesadüf"ler zinciri peşimizi bırakmıyo ki, ben doğmuşum işte. Ardından 2 yıl geçmiş ve kardeşim gelmiş peşimden. Yıl 1981.

Ve asıl büyük tesadüf burda. Yıllar sonraaa çok büyük bir "tesadüf"le karşıma çıkacak kocam, oğlumun babası tam da o yılda doğmuş. Allah’ım bu ne büyük bir "tesadüf":)) Bir yerlerde beni beklemeye başlamış. Birbirimizden habersiz onca yıl geçirmişsiz. Büyümüşüz, serpilmişiz. "Tesadüf" en, hiç olmaz dediğim bir şekilde tanışmışız. "Tesadüfen" sevmiş, "tesadüfen" sevilmişiz. Sonra mutlu sona erişmişiz. "Tesadüfen" bir de oğlumuz olmuş:)))

Bu mudur yani.? Ne komik dimi. :))
Yok işte. "Tesadüf" diye bir şey yok. Çok açık. Her şey ayarlanmış ve çook önceden yazılmış. Biz de, baharı, aşkımızı, suyumuzu beklemiş durmuşuz, gövdemizde adlarımız yazılı bir ağaç gibi. Çok farklı hayatların, çok farklı zamanlarda, farklı yerlerde birleşmesi, devam etmesi asla "tesadüf" olamaz dimi?. "Kader" dedikleri bu mudur peki? Evet olabilir.
Pekiii, insanlar kaderlerini değiştirebilir diyor bazıları. Benim payıma yazılan da bir Allahın kulu değiştirememiş mi kaderini yani. Becerememişler herhalde:)•Biri bir sekteye uğrasaymış mesela, dedemler İzmir’e değil de Ankara’ya yerleşmiş olsalarmış hayatımız toptan değişir miymiş? ? Biz doğar mıymışız acaba?... Çok merak ediyorum.
Düşündükçe içinden çıkılmaz bir hal alan bu durum ne zamandır yazmak istediğim bir şeydi, yazdım. Yazması bile zor oldu ne yalan söyliyim. :) Yine soruyorum; Annemle, babam evlenmeseydi yine biz olur muyduk ya:)
Ben düşündüm, yazdım ve anladım ki:)) tesadüf diye bir şey yok ve kader de değiştirilemiyor :)) Ne yaşanacaksa yaşıyoruz, öğreniyoruz. Elimiz mahkûm.
Ha bir de benim kaderim taa büyük büyük dedemlerin zamanından belliydi madem, o zaman torunumun torununun kaderi de şimdiden belli. Yazılanı değiştirmek gibi bir gücüm de olmadığına göre umarım kaderleri yaşanılası, güzel yazılıyordur ve umarım bende bunun için onlara yardımcı olabiliyorumdur:)
Geleceğe sevgilerimle...
Ela...

Resimler:images.google.com'dan.

Devamı Buradan ...>>

6 Kasım 2009 Cuma

SAKLANAN AYAKLAR

“Sevgili dostum, sana ufak bir sır vereceğim. Eşime bile bu güne kadar söyleyemediğim, çoraplarımı ayağımdan yanında çıkarırsam görebilir endişesiyle köşeye bucağa kaçıp gizli bir şeyler yapıyormuşum gibi bir görüntüye girdiğim çok oldu. "Geceleri yaz-kış ayaklarım üşüyor da onun için çıkarmıyorum" bahaneleri, kışın neyse de yaz ayları eşimin bile endişelerine sebep oldu. Eşim bir gün “bu böyle olmayacak bir doktora gidelim tahlil yaptıralım belki kansız kalmışsındır seni bir gösterelim “dedi. Ayaklarıma sıcak su torbaları mı koymadı, yıkamaya mı kalkmadı neler yaparsa yapsın ona ayaklarımı yine de göstermemeyi bu güne kadar başardım çok şükür. Yaz mevsimi günün o sıcağında denize girip yüzmek için can atsam da, hevesimi gecenin karanlıklarına saklar beklenmedik bir anda “ben bir denize girip geleyim” derdim de eşime “ben de geliyorum!” deme fırsatı hiç vermezdim. Çünkü bu sırla ne kadar bir süre yaşayabileceğimi bilemiyordum.”

Veli’nin doktor arkadaşı endişeyle dostuna dönüp merakla;
“-Görebilir miyim ayaklarını?”
“Tıpta ölüm dışında çaresi bulunmayan neredeyse hiçbir hastalık kalmadı dostum”
“Senin de bu derdine çare buluruz Allah’ın izniyle,” dedi.Hüzünle gülümsedi Veli.
“-Benim derdimin bir emsali olduğunu hiç sanmıyorum! Derdime çare de aramış değilim de paylaşmak istedim sadece seninle” dedi. Neyse Veli, çoraplarını çıkarıp kenara koyduğunda Doktor Nail’in gözleri fal taşı gibi açılıp sadece hayretle;
“-Ne oldu böyle sanaaa?”diyebildi.
Nail eldivenlerini giyerken ellerine, gözlerini beyaz çarşaf üzerindeki Velinin ayaklarından ayıramıyordu.
“-Ne kadar zamandır böylesin? “sorusuna Veli;
“-Bir sabah kaşıntıyla uyandığımda sivrisinek böcek falan ısırdı sanmıştım tuz süreyim kaşıntı geçsin diye mutfağa gittiğimde, parmaklarımın arasının yarıya kadar kapandığını gördüm. Bir yılda tamamen parmak aralarım kapandı ve 2 aydır da balık pulları gibi bu pullarla kaplandı ayaklarım. Gün geçtikçe de pullar bacaklarıma doğru yürüyor arkadaşım. Yürümeme engel olmasalar da tırnaklarımın yok olup, parmak uçlarımın balıkların kuyruğu gibi incelmesi bende denge kaybına neden oldu. Bu arada hiçbir şeyden tat alamaz oluşum da beni çok etkiledi. Balığa mı dönüşüyorum diye düşünmeden edemiyorum.”
“Peki, başka yerinde başka bir araz belirti var mı?”dedi Nail. “-
“-Geceleri acayip sesler duyuyorum siren ötüşü gibi. Sanki yunuslar beni sahile çağırıyorlar. İnan hiçbir şey gözümde yok, o sesin peşinden uyurgezer gibi sürüklenip gidesim geliyor.”
“-Sana şu ilacı yazayım şu reçeteyi uygula hastalığın geçer diyemiyorum. Ancak genleri değiştirilmiş balık geni aşılanmış ürünlerin insan vücudunda ne gibi değişikliklere neden olacağı da henüz tespit edilip olumlu bir neticeye varılmış değil. Biliyorsun bizler kobay bir ülkeyiz. Denemeler bizlerde yapılır, mevcut bulgulardan hareketle sonuçlar değerlendirilir. Benim bu içgüdüsel fantastik bir bulgum. Sen bu konuda ne düşünüyorsun bilmiyorum?”
Veli okumuş adamdı, GDO lu ürünlere tepki vermişti ama;
“Geçen yıl domates üretici bir arkadaşım bana dert yanmıştı, kendi tohumlarımızı kullanmamız artık yasak diye. Her yıl yeni tohum almaları gerekiyormuş, “-maliyetin yükselmesi kar oranını düşürdü bu yıl yeniden tohum parası denkleştirmem zor oldu" demişti. Benim de biliyorsun durumum iyi, eşe dosta kasa kasa domates alıp dağıtmıştım. Eşim de sağ olsun salçamızı hatta ketçapımızı ondan aldığım domateslerle yapmıştı. Biliyorsun ben pek tat alamıyorum ama. Eh! Fena da olmamıştı.”Nail; “Fantastik bir bulgum demiştim sana ama bence balık geniyle fazla haşır neşir olmuşsun, seni önce sağlık kurumlarına oradan da dünya sağlık örgütüne rapor etmem gerekebilir” dedi.
Veli derin bir iç çekti, sanki rahatlamış gibiydi. Doktor dostundan müsaade istedi ve “-bana birkaç gün müsaade et, duyduklarımı sindirene ve karar verene kadar da lütfen bu konudan kimselere bahsetme. Ben sana en kısa zamanda yeniden geleceğim” dedi ve hüzünle vedalaşıp ayrıldılar. Nail, “Doğru! Velinin hastalığının emsali yok” diye kendi kendine söylendi.

İki gün sonra Veli’nin şişmiş bedeni nasıl olduysa balıkçıların ağlarına takıldı. Kaptan, telaş ve endişeyle Sahil güvenliği telsizle arayıp haber verdiğinde,sağlık ekibi; başlarında Dr.Nail'le birlikte limanda hazırolda bekliyordu. Veli'ye "ÖLÜ" raporu verildiğinde ise denizin açıklarında güneşin altında yunuslar neşeyle denize batıp çıkıyor,o an siren benzeri ince ıslıkları tüm sahilde yankılanıyordu.

Sevgili dostlarım;
Bu hikaye: fantastik gelebilir ve "saçmalamış" tontini "felaket senaryosu çizmiş" dedirtebilir sizlere, ama bu GDO lu ürünlerle bir nevi metamorfoza uğrayacağımız kesin gibi görünüyor bana. Sevgilerimle.
Resim:images.google com'dan alıntı.

Devamı Buradan ...>>

5 Kasım 2009 Perşembe

TANTALUS'a verilen CEZA

Mitoloji;(İnsanın kendi nesline ihanetinin cezalandırışını) Tantalus efsanesinde pek güzel anlatmaktadır.
Manisa’nın Spil dağında bir kral yaşardı, İ.Ö 6.yüzyılda.
Ölümsüz tanrı Zeus ile ölümlülerden olan bir kadın olan Pluton’dan doğma.
Bereketli bağ ve bahçelerin, zengin yer altı madenlerinin olduğu zengin Frigya’da.

Şanslı mı şanslıydı bu yarı tanrı her konuda.
Hak kazanmıştı,Tanrıların sofrasında yiyip içip başköşede oturmaya.
Çaldı, ambrosia ve nektarı tanrıların sofrasından, fark ettirmediğini sanarak Onlara.
Ulu orta da anlattı tanrıların -yaptıklarını ve sırlarını- başına geleceklerden hiç korkmadan.
Bir gün ülkesinde şölen düzenledi tanrılar için. Her şeyi sezip sezemediklerini anlamak için. Çekinmedi, güzel oğlu Pelops’u, kesip pişirip acımadan sofralarına koymaktan.
Yaptıklarının vebalini ağır ödeyeceğini de hiç düşünmeden.
Kendi nefsi için nesline ihanet eden insanı tanrılar pek güzel cezalandırdı.
Tantalos’un mahkûm edildiği yerin üstüne, bereketli ülkenin meyvelerinin dallarını yaydı. Spil dağındaki gölün sularına gömüldü Tantalos, yarı beline kadar.
Başının üzerinden meyveler dolu dallar sarkıttılar;
Acıktığında yemişlere uzanır ama çekilir rüzgârla meyveli dallar;
Susayınca kaybolur çekilir çenesi altındaki buz gibi sular,
Aç ve susuz kalmaya mahkum oldu böylece sonsuza kadar.
“Tantalos işkencesi” olarak nitelenen efsane işte böyle doğdu.
Kendi nesline ihanet eden adamın sonu buydu.
Yeniden etlerini birleştirip yarattı koca ZEUS Pelops’u.
Sonra emrine verdi uçan yüzlerce kanatlı atı.
Pelops yeni adı Mora olan Peloponnese yarımadasına uçtu.
Spil dağı Yarıkkaya mevkiindedir şimdi Pelops’un tahtı.
Hırs ve tamahla insan hiçbir yere varamaz.
Anladık ki bu hayatta hiçbir suç cezasız kalmaz.

Sevgilerimle.


Resim:mythweb.com'dan alıntı.
Mitolojiden:derleyip şiirleştiren Dilek@Tontini.

Devamı Buradan ...>>

4 Kasım 2009 Çarşamba

MUŞMULA suratlı BEŞBIYIK hadi DÖNGEL artık

Nereden mi aklıma geldi bu meyveyi yazmak? Şu sıra GDO suz adı az duyulmuş, manavlarda bir görünüp hemen kaybolan bir meyve olduğu için... Çocukluğumuzun anılarını süslediği için… Tüp çikolataların daha yaratılmadığı dönemde, ekşimsi çikolata tadındaki bu organik meyveyle çocukluğumuzu geçirdiğimiz için…
“Muşmula suratlı beşbıyık, hadi döngel artık,
Kış geldi geçiyor seni hala bulamadık”
diye tekerlemeler düzdüğümüz için… C vitamini, karoten ve çeşitli mineraller içeren (5 çekirdekli, beş bıyıklı)buruk ve tatlı bu meyveyi yemenin (sinirlerimizi güçlendirmek adına)şimdi tam zamanı olduğu için… Tavsiye ederim. muşmula yemenin şimdi tam zamanı.
Bağırsakların ve böbreklerin düzenli çalışmasını sağlar.
Böbrek ve mesanedeki kum ve taşları dökmeye yardımcı olur.
Bağırsak iltihabına karşı faydalıdır. İshal ve dizanteriyi giderir.
Sinirleri güçlendirir. Mideyi kuvvetlendirir. Mide hastalıkları,
Lumbago ve nikriste faydalıdır. Kan dolaşımını düzenler.
Düşük yapmayı engeller. Çekirdeği idrar arttırır,
Yaprakları kaynatılıp içilirse şeker hastalığına iyi gelir.
Bunca insana yararlı vasıflarına karşılık bir insana “muşmula suratlı” dendiğinde bilmem neden sinirlenir?
Sevgilerimle.
Devamı Buradan ...>>

3 Kasım 2009 Salı

UMURUMDA

Umurumda; şu andaki ülkemin hali.
Kara bulutlarla kararan gökyüzüm.
İnsanımı tehdit eden GDO, yaratılmış H1N1 gibi virüsler.
Umurumda;
Evlatlarını vatan için şehit veren analar.
Haksız isnatlarla mahkûm yatanlar.
Umurumda;
Umarsız, umutsuz, duyarsız yaşayanlar.
Denizin dalga sesini duyamayan kulaklar
Gökyüzünde kanat çırpan özgür kuşu göremeyen göz
Dili lal olmuş yurdum insanının söyleyemediği söz
Umurumda…
Eli gözü kolu ayağı eksik insanlar
Umurumda el açıp ekmek parası isteyenler.
Mazlumun hakkını yiyenler.
Gündem yaratıp,suyumuza zehir katanlar.
BU buhranda ülkemin geleceği.
Acıyla ahhh çekenler
Köprü altında büzülüp yatanlar
Emeklisi işsizi çalışanıyla,
Kapkara zam senaryolarında boğulan.
Umurumda;
"Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” diyen.
UMURUMDA, umurumda işte,
Çocuklarımızın geleceği ve
Bu başıbozuk düzen.
Umurumda;
Türkiye Cumhuriyetinin ilelebet payidar kalması.

Resim:İmages'den alıntı.
Devamı Buradan ...>>

2 Kasım 2009 Pazartesi

EZELDEN EBEDE SADAKAT













Tam 76. sokağın köşesinden sağa dönmüştü ki (gür bir sesle) uyandı hayallerinin kör kuyularından. Ayağının dibinden ileriye fırlayan sıkılıp buruşturulmuş teneke kola kutusunun metalik sesi beklenmedik bir yankı yapmıştı kulaklarında. Bir kedi miyavlayarak bahçe duvarını atlamış, bir arabanın sürücüsü ani frene basmıştı o tedirginlikten.
“-Dur biraz, hele dur biraz…” dedi öfkeli adam eli ayağı kelimelerini titreterekten. Sanki kendini affettirmek ister gibiydi yalancıktan.
“-Gel biraz, bir yerde oturalım açıklayacağım sana her şeyi!”
Zeycan’ın korkudan ağzında dili büyümüş, tükürükle dolan ağzından,
“-Açıklayacağın bir şey yok artık,” sözü dökülüvermişti. Zeycan hayatının acı dolu defterinden çıkarıvermişti adamın adını.

Kolay olmamıştı bu çıkarıvermek kararı. Sabretmiş, göz ardı etmiş, hep affetmişti… Ama işte yine de olmamıştı.
Zehir zemberek bir on yıl, ömründen sanki 40 yılını alıp götürmüştü. Şimdi de tehdit ediliyor, büyücülerden alınma “eve döndürme” duaları evinin ve bahçesinin çeşitli yerlerine gömülüyordu. Nasıl oluyorsa eline ayağına dolanıveriyordu Zeycan’ın, bu Arapça yazılarla donatılmış ufak kâğıtlar, ne yapacağını bilmez halde denize götürüp atıyor ve “özür dilerim deniz ben senin kadar engin değilim, senin bunları güzellik ve mutluluğa dönüştürme kudretin var, ne olur temizle bunları” diyordu. Adam sinirli;
“-Ben seni hiç aldatmadım, duydukların gördüklerin yalan “diye bağrınıyordu. Yoldan geçenler adamın yalvarışlarına kadının aldırmayışlarına mana veremeyip belki de adama merhamet duyup,
“-Ne vicdansız kadın!”diye söylenip duruyorlardı. Birden adam Hay-Kır-DI…
“-DUR, dur diyorum sana” ve belinden tabancasını çıkarıp,
“-Beni affetmezsen şuracıkta kendimi öldürürüm “diye kadını tehdit etti. İlk defa “kendimi öldürürüm” diyordu, o güne kadar hep “seni öldürürüm!” diye tehdit eden adam. Kadın çaresiz yanına vardı ve “ver o silahı bana” deyip teessüfle kendisine bakan topluluğun içinden onu çekiştirerek sakin bir sahil kahvesine götürdü. Bak dedi Zeycan;
“-Bizim ilişkimiz bitti. Bu güne kadar bana yaptıklarını yüzüne vurarak terk etme nedenimi sana anlatmak istememiştim. Sen istedin ben de anlatacağım” dedi. Hatırlarsan gizlice derginin birine ilan vermiştin “genç yakışıklı hassas bir iş adamıyım 20–25 yaşlarında güzel bir bayanla evlenmek üzere tanışmak istiyorum” diye. Sonra da sana yaş gününde aldığım altın kolyeyi kaybettiğini söyleyip (oysa onu satıp İstanbul’a gitmiştin kızla buluşmaya, ekstra benden de yol parası da alarak) sözüm ona amcaoğlunla bir iş konuşacaktın. Sonradan öğrendim Elvan'dı kızın adı. Dolmabahçe’de, Sultanahmet’te, Vefa’da Piyet-loti’de boy boy kucak kucağa çektirdiğin fotoğraflarını görene kadar da, senin sadakat yeminlerine inandım doğrusu. Ne zaman Elvan seni telefonla evden arayıp karşısında bir bayan sesi duyunca “siz kimsiniz?”diye sorduğunda “Ben, ben onun hizmetçisiyim!” deyivermiştim de kızcağız bir oh çekmiş,”kendisine kim aradı diyeyim?” dediğimdeyse “nişanlın aradı dersin!” demişti. İşte SADAKAT yeminleri eden “gözüm senden başka kimseyi görmez” diyen 10 yılda en az 20 kez beni çeşitli şekillerde aldatan bir kocanın evrak-ı metrukesi."Oysa benim için sadakat; ezelden ebede dünyayı aydınlatan sevginin sönmeyecek ışığıydı.Sen o ışığı kararttın 7 renk ışık veren sevginin ampulü artık kırıldı."Dedi.
“Hadi kal sağlıcakla dostum, ben seni affettim ama yine de seninle işim bitti, sana Elvan’la mutluluklar diliyorum.”deyip içtikleri çay parasını masaya usulca bıraktı Zeycan ve hemen ortadan kayboldu o anda. Çiseleyen yağmura yüzünü tutup gözyaşlarını kendinden bile saklayarak sabık kocasının adresini öğrenemediği küçücük ve huzur dolu yeni evinin yolunu tuttu.
Adam mı? Dergilere verdiği ilanlarla bulduğu bu 3. 5. belki de 10uncu kişisiyle bir müddettir hayatını kendi özgür kurallarında sürdürüyor.
Sevgilerimle.

Bu hikâye “öykü atölyesi” için yazılmıştır.
Resim:fractalontolog.com dan alıntı.

Devamı Buradan ...>>

1 Kasım 2009 Pazar

SEVGİNİN DEĞİŞTİRİP DÖNÜŞTÜRME GÜCÜ

Sevgi dolu kişinin yüreğinin; cehennemi cennete döndürmeye gücü vardır…
Bir annenin; yaralanmış, öfkelenmiş ya da aşk acısı çeken kızının ya da kırılmış azarlanmış onuru kırılmış oğlunun sırtını, yüreğinden ellerine akan enerjiyle sıvazlamasıyla sakinliğe ve sevgiye dönüştürmesi demek gibi bir şeydir… Sihirli bir iksir gibidir ”Öpeyim de geçsin” sözü…
SEVGİ: kutsal bir meleğin sihirli değneğini dokundurduğu yere, yıldız tozlarını saçması gibidir… Kucakladığınız kişinin alev alev olmuş öfkesi; bir anda üzerine su serpilmiş kuru toprak gibi gevşer ve sakinleşir… Kurumuş ağacın dallarına damarlarına sevgi, can suyu gibi yürür. SEVGİ; madeni altına dönüştüren simyadır aşağıdaki videonun özeti...İşin sırrı; Yüreğimize dönüştürme emrini vermemizde gizli.Sevgilerimle.



Sevgili DÜŞ’e teşekkürlerimizle…
Devamı Buradan ...>>